Öyle zamanlar olur ki yaptığınız küçük katkılar büyük dostluk ilişkilerinin kapısını aralar. Hatırlayalım, Hintli Müslüman kadınlar Hilafet merkezi düşmesin diye kulaklarından küpelerini koparıp gönderdiklerinde çok zengin değillerdi. Verip verecekleri bir küpeleri vardı ve onu da çıkarıp değil koparıp verdiler. Ve biz dar günde gelen bu iyiliği unutmadık. Unutulmaz, onun için salgınla mücadele ederken Türkiye’nin dışarıya yardım malzemesi göndermesi iyidir.
-İkinci olarak Türkiye’nin damarında kültür olarak karşılıksız iyilik vardır. Hele Ramazan olunca bu damar daha da canlanır. Onun için bu yardımların bu damarla ilgisinin olması normaldir. Buna rağmen Türkiye’nin yardım işini halkla ilişkiler (PR) boyutuyla da yaptığını öngörebiliriz. Bu da yadırganmaz.
-Yardımlarda bir üçüncü boyut kargoların üzerinde sadece “Türkiye Cumhuriyeti” değil, “Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı” yazıyor olmasıdır. Yani “Başkanlığa” vurgu yapılmıştır. Tayyip Erdoğan’ın şahsına… Muhalefet bunu, Tayyip Erdoğan’ın şahsını öne çıkarma çabası olarak değerlendirebilir. Ben, başka bir açıyla bakılabileceğini düşünüyorum. Nedir o? Özellikle Batı ülkelerinde Erdoğan’ın kişiliği ile birlikte Türkiye’nin de yıpratılan imajının tamiri amaçlanmış olabilir.
-İktidarın bunu önemsemesini de anlamlı bulduğumu belirtmeliyim. İktidar bir süredir Batı ile ilişkileri tamir etmeye çalışıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan yardım malzemesi ile birlikte Trump’a gönderdiği mektupta “Umuyorum ki önümüzdeki dönemde, Kongre ve ABD basını da salgın sırasında sergilediğimiz bu dayanışmanın da etkisiyle, ilişkilerimizin stratejik önemini daha iyi kavrayacak ve ortak sorunlarımızla ortak mücadelemizin gerektirdiği anlayış içinde hareket edecektir…” ifadelerini kullandı. Ne anlıyoruz bundan, “Biz sizinle iyiyiz, Kongre ve Amerikan medyası da “ilişkilerimizin stratejik önemini anlarsa…” her şey daha iyi olur.
-Aslında Erdoğan’ın Batı’ya yönelik dili sadece Amerika’ya karşı değil, AB’ye karşı da ilişkileri yumuşatma arayışındadır. 9 Mayıs Avrupa Günü dolayısıyla AB’ye gönderdiği mektuptaki şu ifadeler önemlidir: “Dönem, her alanda güçlerimizi birleştirme dönemidir. Ülkemizin tam üyeliği ekonomik, siyasi, güvenlik ve sosyal katkıların yanı sıra Avrupa Birliği’ne daha katılımcı ve kucaklayıcı bir vizyon kazandıracak ve AB’yi küresel bir aktör haline getirecektir. Türkiye olarak, müzakere sürecinde karşılaştığımız tüm zorluklara rağmen stratejik hedef gördüğümüz Avrupa Birliği’ne tam üyeliğe ulaşmakta kararlıyız. Bu düşüncelerle, ‘Avrupa Günü’nün, kıtamızın bugün içinde bulunduğu durumun ve geleceğine ilişkin planların, yapıcı ve vizyoner bir yaklaşımla değerlendirilmesine vesile olmasını diliyor, vatandaşlarım başta olmak üzere tüm Avrupalıların 9 Mayıs Avrupa Günü’nü tebrik ediyorum.”
-Bu ifadeleri, zaman zaman “Hesaplaşma” dili kullanan Erdoğan’ın aslında katılmadığı, gün dolayısıyla protokol gereği dile getirilmiş şeyler olarak görenler olabilir. Bir başka açıdan ise, bunları “Türkiye’nin stratejik zarureti” olarak görmek mümkün. Ben AB’den sağlıklı karşılık görülmemesine, Ankara’nın da zaman zaman hamaset boyutunda söylemler içine girmesine rağmen Batı ile ilişkilere “stratejik zaruret” niteliğinde bakıldığını düşünüyorum. Çok açık değil mi, borç para aranıyor ve Batı’da aranıyor. Oralardaki odakların güven duyması amaçlanıyor vs. Oradaki medyaya kızıyoruz, imajımızı yaralıyor diye…
-Ben, iktidarın bu çabasının (eğer iktidar tarafından biz böyle yapıyoruz ama siz Batı’ya esip gürlemeye devam edin) tarzında ikili bir PR yöntemi devreye konmamışsa, iktidara yakın medya tarafından anlaşılmadığını kaydetmek durumundayım. Bu medya, salgın gibi dünyayı kasıp kavuran bir felakette bile “hesaplaşma” mantığı içinde yayın yapıyor. İçeri ile hesaplaşmayı geçtik, Batı’ya karşı hesaplaşmanın bu vesile ile görüldüğü yaklaşımı genel havaya hakim.
-İktidar bunun ne kadar farkında bilmiyorum. Ya da muhalif – eleştirel birkaç sesle virüs arasında ilişki kurmaktan, iktidarın yanında görünen bu medya dilinin, dünyada nasıl okunduğuna dair bir soruna bakmaya vakit bulabiliyor mu, sormak gerekiyor. Kim bilir belki de bu medya dili, iktidarı dışa açılan “İç sesi” gibi okunuyor ve not ediliyordur. Eleştirel sesler, belki de dünyada Türkiye’nin iddia edildiği gibi “Tek sesli” olmadığının hala “Otorite”nin eleştirilebildiğinin göstergesi olarak okunuyordur. Ankara bu medya dilinin kendisini bürüyüp bürümediğine bir kere daha bakmalı bence.