20 Ocak'ta Dubai'de işlenen bir cinayet, daha doğrusu istihbarat koalisyonunun örtülü operasyonuyla gerçekleştirilen suikast, bir yandan geçmişte olanlara yönelik ipuçları sunarken diğer yandan gelecekte bu bölgede daha neler yapılabileceğine, hangi güçler tarafından ne tür "ortak organizasyonlar"ın yapılacağına dair endişelerimizi artırıyor.
İsrail istihbarat mensuplarının, bizzat Başbakan Benjamin Netanyahu'nun talimatıyla, Batılı ülke vatandaşlarının pasaportları kullanılarak bir Hamas mensubunu öldürmesi üzerine başlayan tartışmalar devam ederken, pasaportları kullanılan ülkelerin bu suikastte rolleri olduğuna dair iddialar da güç kazanıyor. Daha ilk günden; İsrail istihbaratınının geçmişte de birçok ülkenin pasaportlarını kullandığını not etmiştik. Bu kadarla sınırlı değil, dünya genelinde yaygın istihbarat operasyonlarıyla, bize çok tuhaf gelen olaylara imza atıldığını da not edelim. İşte Dubai'de böyle bir "ortak çalışma" deşifre oldu.
CIA'nın insan kaçakçılığı yaptığı uçuşlarını hatırlayalım. En son geçtiğimiz hafta Polonya, CIA'nın ülke topraklarına işkence için esir taşıdığını, gizli cezaevi kurduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Oysa bu operasyonda, Avrupa Birliği ülkelelerinin büyük bölümü yer aldı. Tam 36 ülke ile CIA arasında yapılan gizli anlaşmalar yapıldı ve esir ticareti gerçekleştirildi, işkence üsleri kuruldu. Bu ortaklığın bu gün bile devam ettiğini hatırlatalım. Peki Türkiye'nin üstlendiği hiç mi rol yok? Bunu sorgulamayı hiçbir zaman ihmal etmeyeceğiz.
Suikaste dönelim: Dubai polisi, Mossad tarafından işlendiği iddia edilen Soğuk Savaş dönemini anımsatan suikastta, kurbanın öldürülmeden önce kas gevşetici kullanıldığını açıkladı.. Bu olay, kullanılan yöntemler yüzünden suikast olup olmadığı bile belirlenemeyen bazı örnekleri hatırlatıyor.
İngiltere, İrlanda, Fransa, Almanya ve Avustralya pasaportlarıyla Dubai'ye girip suikasti yapan Mossad timleri, dünyanın birçok bölgesinde benzer suikastler yaptılar. Bunu yaparken ABD ve İngiliz ishtihbaratından, Almanya ve Fransa'dan destek aldılar. Lübnan eski Devlet Başkanı Refik Hariri ve Pakistan eski Başbakanı Benazir Butto'nun öldürülmesi, bu ortak operasyonlar greçeği dikkate alınarak değerlendirilmeli.
Ama ben "örnekler"den bir başkasını hatırlatmak istiyorum. Yaser Arafat'ın ölümününü.. 2004 yılının Mart ayında Şeyh Ahmed Yasin'in sabah namazından çıkarken füze saldırısıyla şehid edilmesinin gizli kalan fazla yönü yoktu. Sadece; saldırıdan önce Ürdün Kralı ile İsrail Başbakanı Ariel Şaron arasında hiç beklenmedik ve içeriği gizli tutulan bir görüşme yapılmış, 19 Mart'ta Şaron'un İsrail'in güneyindeki çiftlik evine yapılan gizli görüşmeden hemen sonra, 22 Mart'ta ise Şeyh Yasin şehid edilmişti.
Ama Arafat'ın durumu farklı: Ölüm haberi tam 36 saat gizlendi. Filistin yönetiminin talebi üzerine 11 Kasım 2004'te Türkiye saatiyle sabah 04:30'da öldüğü açıklandı. Oysa Filistin lideri 7 Kasım'da ölmüştü. Sağlık durumu ve tedavisiyle ilgili çelişkiler soru işaretleriyle doluydu. Hastalığı teşhis edilemedi. Filistin halkının bir bölümü zehirlendiğine inanıyor. Bazı kaynaklar, Fransa'ya götürülmeden önce zehirlendiğini, kanına karışan bir zehrin yavaş yavaş etki ettiğini, sonra komaya soktuğunu ve öldürdüğünü iddia ediyordu. Tecrit edilen, ambargo altında bırakılan, karargahı basılıp korumaları kurşuna dizilen, günlerce güneş ışığından mahrum bırakılan, sürekli Ariel Şaron'un kendisini öldüreceğini düşünen ve bunu yakın çevresine anlatan Arafat, yavaş yavaş öldürüldü.
Ölümü hakkında 558 sayfalık rapor hazırlandı. Raporun içeriği hâlâ bilinmezken, hastalığına bir teşhis de konulamadı. Sadece "damarlarında yaygın pıhtılaşma" ifadesi kullanıldı. Teşhis gizlendi. Çünkü cenazesi kadar ölüm şekli de pazarlık konusuydu ve birçok ülkeyi rahatsız edecek cinstendi. Otopsisine izin verilmedi. Alelacele toprağa verildi. Çünkü gerçek ortaya çıkacaktı. Ölüm sebebini ABD, İsrail, Ürdün yönetimi, karısı ve ardından Devlet Başkanı olan Mahmud Abbas biliyordu. Tabii Fransız doktorlar da. Çünkü Paris'te öldü.
Arafat'ın ABD Başkanı George Bush'un onayı ile Şaron tarafından zehirlendiği elbette bir gün netleşecek. Bazı kaynaklar, ölüm kararının Şaron'la Bush arasında 2004'te yapılan bir telefon konuşmasında alındığını söylüyor.
25 yıl özel doktorluğunu yapan Dr. Eşref El Kurdi; "Eğer bir Müslüman belirsiz bir sebepten ölürse otopsi zorunludur. Bence Arafat ölümcül bir zehirle öldürüldü. Bunun için otopsi yapılmadı" diyordu. Son altı ayında Arafat'a çok sayıda AIDS testi yaptığını, hiçbir testin pozitif çıkmadığını, dudaklarındaki ve ellerindeki titreme dışında hiçbir sağlık problemi olmadığını, iddia edildiği gibi Parkinson hastası da olmadığını söyleyen El Kurdi, Arafat'ı ölümünden 16 gün önce gördüğünü, karısının yasağı nedeniyle uzak tutulduğunu aktardıktan sonra tespitlerini şöyle sıralıyor. "O an zehirlendiğini anladım. Yüzünde kırmızı parçacıklar vardı ve derisi metalik sarı renge bürünmüştü. Paris'e götürülmeden önce, Amman'da onu son kez canlı gördüğümde, vücut ağırlığının yarısını kaybetmişti. Kızıllıklar bütün yüzünü kaplamıştı ve sapsarıydı. Ramallah'ta zehirlendiğini ve yavaş yavaş öldüğünü söylemişti."
Bu detaylar ışığında, yakın çevremizdeki siyasi suikrastleri bir kez daha düşünelim. Suikastlerin hemen sonrasında gelişen olayları ve suikast yöntemlerini sorgulayalım. "Olağan ölüm"lerin bazılarının aslında hiç de "olağan" olmayabileceğini ihtimal dışı bırakmayalım. Sadece dünya genelinde değil, Türkiye'de, yakın geçmişte bazı ölümleri ve bu ölümlere ayarlı uzak hesapları algılama konusunda zihinlerimizi özgür bırakalım.
Maalesef, dünyada hiç de hoş olmayan böyle bir gelişmeler de yaşanıyor. Ve bunları, devletlerin istihbarat örgütleri planlayıp uyguluyor!