31 Aralık Cuma. Bugünü cumartesiye bağlayan gece “yılbaşı kutlamaları” (!) yapılacak. Hem de İncil hafızı bir derviş olan, Hz. Muhammed (sav)’den 300 yıl önce yaşayan Santa Klaus’u bir tüketim maskotuna çevirerek! Hz. İsa’nın doğum gününü; pagan ayini, alkol, ahlaksızlık ve kumarla kutladıktan sonra geriye ne kalıyor ki!
Miladi yeni yılı kutlama hazırlıkları cumadan başladı. Neyse ki Müslüman toplumlarda gün, gün batımı ile biter ve yeni gün başlar. Batıda olduğu gibi gece yarısı 24.00’de değil. Yani günün ilk namazı Sabah namazı değil, Akşam namazıdır. Yeni günle uyur, yeni güne, güneşin doğuşuyla, vefat ettikten sonra uyanırız. Biz zamanı ve mekanı şaşırttık aslında. İsterseniz bundan sonra şöyle yapalım. “Ezani saat”e göre zamanı tanımlayalım. Buluşma için, mesela “ikindi namazından sonra ya da önce..” ve cami merkezli adres tanımlaması yapalım: “A mahallesindeki B camiinin kıble tarafında, doğusunda, şu cadde, şu numarada..”
Hadi Hicri ayları da sayalım: (İtalikler tekrar, siyahlar insan ismi ve zaten siz bunlar biliyorsunuz aslında. Bazıları bilmediğini bilmez, bazılarımız da bildiğini bilmiyor) Muharrem, Recep, Şaban, Ramazan, Safer, Şevval, Zihicce, Zilkade, Rebiülevvel, Rebiülahir (Rebii), Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir. Hani meşhur sözdür, “ben senin cemaziyelevvelini bilirim” diye.
Osmanlı’da her türlü kıyafet, her türlü takvim, her türlü ölçü, her türlü yazı vardı. “İnkilap”la, bunlardan İslami olan yasaklandı, Latin olan yasaklandı. Hatta Osmanlı 3 kıtada varolan büyük bir medeniyet olduğu için her dini, etnik topluluk kendilerine ait olanı muhafaza etmesinin yanında mesela onlar arasında ortak bir takvim olarak bir de Rumi takvim vardı. Hicri Müslümanların, Miladi Hristiyanların. Onlar da aralarında Julien ve Gregoryen diye ayrılıyorlardı.
Müslümanlar ise hem Güneş, hem de Ay takvimi kullanıyorlardı. Günlük ibadetler Güneş’e, yıllık ibadetler bizde Ay’a göre yapılır. “Ay ve Güneş Allah’ın iki şeairidir.” Başlangıç olarak biz Hicreti seçtik, birileri miladı seçti, diğeri başka bir zamanı. Bizim bayrağımızdaki “yıldız” “Güneş”i temsil eder, sabiiliği değil. Ay ve Güneş bu anlamda Allah’ın iki şeairidir. Yani bu anlamda bayrağımızın “ay ve yıldız”dan öte bir anlamı da vardır ki, Azerbaycan ve Malezya bayrağımızda bu yıldız “Güneş” şeklinde remzedilmiştir.
Mesela, Mart, Rumi takvimin ilk ayıdır. Rumi takvim, Gregoryen takvime göre 622 Hicri yılı başlangıç kabul etmekle birlikte Şemsi yani Kameri değil de Güneş takvimini kabul eden bir takvimdir. Dünya’nın Güneş etrafında dolaşmasını esas alan Şemsî Takvim 13 Mart 1840›ta uygulanmaya başladı. Böylece Müslümanlar Hicri Takvimi kullanırken, Hristiyanlar Miladi takvimi, devlet ise Rumi takvimi kullandı. Kamerî takvim sisteminde bir yıl 354 günden oluşurken, Şemsî takvimde bir yıl 365 gün olarak hesaplanıyor.. Daha sonra cumhuriyetle birlikte, resmi olarak Miladi takvim kabul edildi. Tanzimat Dönemi’ne kadar Osmanlı Devleti’nde Hicrî takvim her sahada resmi takvim olarak kullanılıyordu.
Yılbaşı 1 Muharrem’di. Tanzimat Dönemi’nde, 13 Mart 1840 Miladi tarihi, 1 Mart 1256 Cuma günü olarak Rumi takvimin yılbaşı kabul edildi. Bu fark; Rumî takvimin Jülyen takvimini, Miladî takvimin ise Gregoryen takvimini esas almasından ileri gelir. 8 Şubat 1332 tarih ve 125 sayılı kanunla Jülyen esaslı Rumî takvim yürürlükten kaldırılarak Gregoryen esaslı Rumi takvime geçildi.
Bu değişiklik Miladi takvimde 1917 senesine denk gelir. Rumi aylar Mart’la başlar, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül. Teşrin-i evvel, Teşrin-i sani, Kanuni evvel, Kanuni sani, Şubat olarak devam eder.
Arapça tişrîn (Teşri, teşrini evvel, teşrini ahir) yasama dönemine atıftır. “Rumi takvimin 8. ve 9. ayları, Ekim ve Kasım” sözcüğünden alıntıdır. İsrail geleneğindeki Teşri, dini anlamda Hz. Musa’nın “ahdi atik”ine atıfla Musa’nın getirdiği İlahi yasaları ifade eder. Arami ve İbrani takviminin 7. Ayı’da bu olaya göndermedir.
Mesela “2 Kasım” Rumi takvimde “2 Teşrin-i Sani”. Ekim ayı aslında Teşrin-i Evvel, Aralık ayı Kanun-u Evvel, Ocak ayı da Kanun-u Sani şeklinde bir zaman tanımı var yakın tarihimizde. Mustafa Kemal bu tarih için de büyüdü. Hatta İnönü devrinin de ilk 6 yılında da bu böyleydi. “Bazı ay isimlerinin Türkçeleştirilmesi”, ancak 15 Ocak 1945 tarihinde mümkün olabildi. Önce mesela “Teşrin-i evvel”i “1. Teşrin” yaptılar tutmadı, sonra “İlk Teşrin” dediler.
İlk başta “Kanun-u Sani” oldu “Ocak”. Şubat: Gücük. Mart: Yelin. Nisan: Açaray. Mayıs: Gülay. Haziran: Bozaran. Temmuz: Biçim. Ağustos: Derim. Eylül: Verim. Teşrin-i Evvel: Ekim. Teşrin-i Sani: Kasım. Kanun-u Evvel: Aralık. Bugünkü takvim aylarına gelince; “Ocak, Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım, Aralık” Bunlardan sadece Ocak, Ekim, Aralık. Türkçe. Ocak (Odçak) kış olur, “Od çakmak” gerekir. Yani “Od”: “Ateş”, “Çakmak”: “Çakmak taşı ile ateş yakmak” gerekir. Al sana “Ocak”. Ekim, “Ekin ekmek”ten geliyor. Aralık da “arada kaldığı için” “Aralık” oluyor.
Şubat, (Süryanice/İbranice Şabat) Bu ayın adı batı dillerinde, “February” şeklinde, Roma “Arınma Tanrıçası Februus”dan gelir.
Bizdeki Rumi takvimde olduğu gibi Julyen takviminde yılbaşı, Mart ayındadır ve buna göre Şubat, yılın en son ayıdır. “July” olarak bilinen Temmuz ayı, Julius Caesar’ın adını taşır ve 31 gün sürer. Caesar’dan sonra yaşayan bir başka Roma İmparatoru Tanrı/Kıral Augustus da kendi adını bir aya verir. Ne var ki Ağustos (Augustus) ayının 30, Caesar’ın adını taşıyan Temmuz ayının 31 çekmesini istemeyen İmparator Augustus, kendi adıyla anılan ayın da 31 gün sürmesini emreder. Bunun üzerine astronomlar, yılın son ayı olan şubattan bir günü alıp, ağustos ayına ekler. Biz de bu kurala uyarak, Tanrı Kıralı selamlamak için bu adı aynen alırız(!). Mart, (Antik Roma’da Mart ayının adı, Roma Savaş Tanrısı “Martius” gelir) Ocak ve Şubat ayları, savaşmak için uygun olmadıklarından Roma takviminin ilk ayı Mart idi. Biz laik bir ülke olsak da ve “yurtta sulh, cihanda sulh” desek de batılı savaş tanrısını selamladan edemezdik!
Bu yazı, bugün bu köşeye sığmayacak. Bizim yazı işleri, “arkası yarın” makale istemese de, mecburen, zarurete binaen ve bu konuda bir nas ve içtihad da olmadığına göre, yarın kaldığımız yerden devam edelim. Zamandan söz ederken, yaşadığımız zamana ve mekana şahidlik görevimizi unutmayalım. Bu dünyada yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız, söylediğimiz ve söylememiz gerekirken söylemediğimiz her şeyin hesabının sorulacağı bir gün var. Ve biz “Ahir zaman” Peygamberinin ümmetiyiz. «Asra yemin olsun ki insan, hüsrandadır. Ancak iman edip salih amel işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden kimseler müstesnadır”.
Selâm ve dua ile.