Röportaj: Ziya Gündüz
Düşünür Atasoy Müftüoğlu ile Ortadoğu, demokrasi, Müslümanların durumunu ve İran ile ilgili düşünceleri hakkında konuştuk. Müftüoğlu; “Ortadoğu’yu emperyal çıkarlar doğrultusunda keyfi sınırlarla parçalayan irade, buralara ‘diktatörleri’ memur olarak tayin etti. Ayrıca Amerikan planı doğrultusunda Suriye’de, emperyal çıkarlar doğrultusunda bir muhalefet icat edilmiştir. İcat edilen muhalif gruplar, kimileri Amerikan, kimileri Fransız, kimileri İngiliz vb. gibi emperyal unsurlarla, bu unsurların belirlediği çerçeveler içerisinde hareket etmektedir. Suriye’de muhalefetin icat edildiğini söylemek, Baas rejimini desteklemek anlamına gelmez” dedi.
Öncelikle şu sorudan başlamak istiyorum. Sizce Ortadoğu’da neden diktatörlük hâkim?
Bizler, Müslümanlar olarak, zihinsel anlamda, kültürel anlamda yerinden edilen, zihinsel / kültürel sürgünde yaşayan topluluklarız. Zihin dünyalarımıza, ruh dünyalarımıza, kültürlerimize, hikâyelerimize, hayatlarımıza, topraklarımıza / mülklerimize sömürgecilerin / kolonyalistlerin çıkarları adına fiilen el konulmuştur. Bizler, bu nedenlerle İslami ufkumuzu / bütünlüğümüzü / bilincimizi ne yazık ki kaybettik.
Günümüz dünyasında Müslümanların ufukları, kendi kabilelerinin (cemaatlerinin-hiziplerinin) milliyetlerinin ve mezheplerinin sınırlarına kadar uzanabiliyor. Bu nedenledir ki, Müslümanlarla, insanlık sorunlarını, tarihsel sorunları gereği gibi konuşamıyoruz, tartışamıyoruz. Bugünün Ortadoğu’sunu yüz yıl önce, bilindiği üzere, Sykes-Picot tasavvuru oluşturdu. Ortadoğu’yu emperyal çıkarlar doğrultusunda keyfi sınırlarla parçalayan irade, buralara “diktatörleri” memur olarak tayin etti. Ortadoğu ülkeleri hiç bir şekilde kendi kültürlerinin / tarihlerinin / siyasetlerinin / ekonomilerinin özneleri olamayacak şekilde tasarlandılar. Bu yapay/parya ülkeler için, Batı’nın siyasal/ekonomik/askeri kontrolü esas alındı. Bu ülkeler Batının nesnesi olarak konumlandırıldılar. Sayısal anlamda, bireysel iman bağlamında Müslümanların var olduğu, ancak, Müslümanlığın var olamadığı garip/tuhaf ülkeler oluşturuldu. Diktatörler, iktidarlarını laiklikle meşrulaştırma yolunu seçtiler. Bu ülkelere otoriter/tepeden/kaba kuvvet yoluyla modernleştirme projeleri dayatıldı.
“DİKTATÖRLER, İKTİDARLARINI LAİKLİKLE MEŞRULAŞTIRMA YOLUNU SEÇTİLER”
Peki, kan neden İslam coğrafyasında sürekli akmakta. Neden İslam dünyası zillet içinde?
Düşünmeyen / akletmeyen / tefekkür etmeyen / sorgulamayan / merak etmeyen / hayır demeyen topluluklar, yalnızca itaati ve taklit’i bir geleneğe dönüştüren topluluklar, her durumda manipülasyon / pazarlama / propaganda nesnesidirler. Bu topluluklar, sözünü ettiğimiz özellikleri sebebiyle hiç bir şekilde siyasal özne olamazlar, siyasal bilince ve iradeye sahip olamazlar, olmak istemezler. İslam dünyası toplumları bugün, sömürge toplumu sonrasının derin sorunlarını yaşıyor. Toplumlarımız çok karmaşık sorunlarla karşı karşıya oldukları halde, bu sorunlarla ilgili olarak meydan okuyucu sorular sormuyor. Toplumlarımızın kolonyalistler tarafından zihin dünyalarının/bilinçlerinin sömürgeleştirildiği günden bu yana, toplumlarımız İslami anlamda bir model üretememişlerdir. Ulus-devlet sınırları içerisine hapsedilmişlerdir. Bilindiği üzere ulus-devletler yalnızca coğrafya ve milliyet’ten oluşur. Tarihte bu ölçüde içerik yoksulu bir model yoktur. Avrupa Aydınlanması mutlakıyetçiliğinin evrensel değerler olarak bütün toplumlara dayatıldığı günden bu yana, İslam dünyası taşralılaştırılmıştır. Taşralılaşan toplumlar, kendi inançlarını / kültür ve medeniyetlerini yeniden üretme iradesini kaybetmişlerdir. Müslümanlar, en anlamlı, en güçlü, en sağlam, en derinlikli, en tutarlı aidiyet biçimi olan Ümmet’i terk ederek dar görüşlü aidiyet biçimlerini kutsallaştırdılar. Ümmet’in uluslar üstü bir kendilik olduğu unutuldu. Dar görüşlü aidiyetler çelişen ve çatışan güçler oluşturdular. Bugün, bu dar görüşlü aidiyetler sebebiyle toplumlarımızda çok ciddi temsil bunalımları yaşanıyor, zillet yaşanıyor.
Günümüz dünyasında Müslümanların niçin bir İslam Devleti ideali yok?
Müslümanlar modern zamanlar boyunca ve halen ontolojik ve epistemolojik bir emperyalizme maruz kaldılar. Bu tür bir emperyalizm Müslümanların da Batı aklının sınırları içerisinde hareket etmelerine, konumlanmalarına, kendilerini / toplumlarını şekillendirmelerine neden oldu. Batı aklının sınırları aşılamadı. Laik zaman ve mekân kavramı tartışılamadı, bu kavramlarla hesaplaşılamadı. Ontolojik emperyalizm insanlığın / tarihin / kültür ve medeniyetlerin, devlet ve siyasetin Batı modeli doğrultusunda biçimlendirilmesini dayattı. Türkiye örneğinden yola çıkarak belirtilmesi gereken hayati bir konu var: Türkiye’de İslam hiç bir temel umde’si kamusal alanda / siyasal alanda / hukuksal alanda / ekonomik alanda belirleyici, tayin edici olmadığı halde, İslam yalnızca bireysel dindarlık biçiminde, kültürel bir miras biçiminde, folklor biçiminde yaşatıldığı halde, toplumu duygusal anlamda yönlendiren dini popülizm ve politik popülizm sebebiyle, bu popülizmlerle tatmin oldukları için toplum İslami ideallerle doğrudan bir ilgileri kalmamıştır. Bugünün dünyasında bilgi üretimini ellerinde tutanlar, bugünün gerçekliğini üretiyor ve tanımlıyor. Bugün İslami düşünce hayatının, kültür hayatının, ilahiyat hayatının gündeminde temel sorunlar yoktur, ayrıntılar vardır. Eğer düşünce hayatı, kültür hayatı, ilahiyat hayatı temel sorunları konuşacaksa, bu sorun bugünün gerçekliğinin seküler/liberal/kapitalist/materyalist emperyal bir irade tarafından oluşturulmuş olmasıdır. Bu gerçekliğin oluşturanlar aynı zamanda İslam’ı da tanımlamaya, İslam’ın sınırlarını ve işlevlerini belirlemeye çalışıyor.
Müslümanlar olarak niçin İslami bir otoriteden söz edemiyoruz?
Devletin din’e hakim olmasıyla birlikte, toplumsal birlik projesi, ırk-dil-milli irade yoluyla oluşturulmaya başlandı. Devlete, statükoya, geleneğe, cemaat / tarikat liderine, politik lidere itaati kutsallaştırarak, bu durumu ahlaki bir yükümlülüğe dönüştüren, sorunlu, sorgulanması gereken bir kültürümüz var. Bu gelenek, bu kültür maalesef düşünen özneleri yok ediyor. Bu sebepledir ki, tarihin aktörleri değiliz. Bu nedenledir ki, İslami bünye paramparça. Her parçanın kendine özgü özel bir dili, özel bir gündemi, özel bir tarzı, özel bir otoritesi var. İslam’ın ve ümmet’in evrensel amaçları, ümmetin gündemi kimsenin umurunda değil. Tek aklı, tek yorumu, tek yöntemi, tek mezhebi, tek etnik aidiyeti önceleyen yaklaşımlar, İslami otoriteye ihtiyaç duymuyor. Cemaat / tarikat liderleri, politik liderler, toplumları, ne istediklerini, ne isteyeceklerini bilmeyen, neyi nasıl tercih edeceklerini / seçeceklerini bilmeyen, kendi nesnel iradelerini oluşturma yeteneğinden yoksun olduklarına inandıkları için, toplumları adına, kendileri her tür tasarrufta bulunuyor. Bizim adımıza düşündüklerini savunanlar, bu tavırlarıyla bizleri düşüncesizleştirirler. Düşünmek sorumluluk almaktır, tavır almaktır, gerçek bir duruş sergilemektir. Düşünmeyen topluluklar rahatsız edici şeylerle karşılaşmamak için düşünmezler. Bugün, düşünce dünyamızın, İslam toplumlarını içerisine alan etkin bir entelektüel / kültürel kamuoyu oluşturmak gibi, siyasal bir kültür oluşturmak gibi ağır bir sorumluluğu var. Bu kamuoyu oluşturulmadığı takdirde yapısal sorunları hiç bir zaman tartışmaya açamayacağız.
“DÜŞÜNMEK SORUMLULUK ALMAKTIR, TAVIR ALMAKTIR, GERÇEK BİR DURUŞ SERGİLEMEKTİR”
İslam toplumu niçin, kendi öz değerlerine yabancı bir durumda?
Seküler bilginin mutlaklaştırılan iktidarı, din’in belirleyici işlevini tartışılabilir, sorgulanabilir hale getirdi. Bu durum, toplumlarımızda çok ciddi bir anlam / algı / bilinç bunalımına yol açtı. Sözünü ettiğim anlam ve bilinç bunalımı sebebiyle, İslami bütünlüğün yerini şahsileştirilmiş bir dindarlık biçimi aldı. Dini tercihler göreceli hale geldi. Modern zamanlar boyunca Batılılaşma yönünde yapılan tercihler, bu tercihlerin neden olduğu yabancılaştırıcı değişim ve dönüşümler, zihin dünyamızı olduğu kadar bilinç / algı ve ruh dünyamızı da istikrarsızlaştırdı. İslami bütünlüğün kaybıyla birlikte, maneviyatçılık / gelenekçilik / görenekçilik / muhafazakârlık / sağcılık / vatancılık / menkıbecilik / hamaset / Batınilik / mistisizm bir “din” gibi algılanmaya başlandı. Dini hayatta bir yanda katı kurallar fetişizmi yaşanırken, bir diğer yanda da korkunç kuralsızlıklar ve keyfilikler yaşanıyor. Cemaatler, dini duygular temelinde kitleleri sömürgeleştirebiliyor. Kitleler millileştirilmiş bir din algısıyla özdeşleşebiliyor. Din, ulus-devletin çıkarlarına / pragmatizmlerine / kutsallarına hizmet etmek üzere araçsallaştırılabiliyor. Mistik tercihler, deneyimler, bu tercih sahipleri üzerinde bir terapi-meditasyon etkisi uyandırıyor. İçsel / kişisel rahatlığı, bireysel esenliği arayanlar bu tür akımlarla bütünleşebiliyor, İslami bütünlük bilincini, tevhidi bütünlük bilincini, ümmete aidiyet bilincini yeniden kurarak, bu bilinci toplumsallaştırıncaya kadar, kendi temel değerler dünyamıza yabancılığımız devam edecek. İslami bütünlük bilincinin toplumsallaşması için, toplumlarımızı etkileyebilecek, dönüştürebilecek çok güçlü düşünsel / kültürel / entelektüel / politik kadrolara ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız.
“CEMAATLER, DİNİ DUYGULAR TEMELİNDE KİTLELERİ SÖMÜRGELEŞTİREBİLİYOR”
Anlatılarınızdan şunlar çıkıyor; cemaatler çok, ümmet ortada yok. Bunun sebepleri nelerdir?
Eğer gerçek anlamda İslami cemaatler olsaydı, bu takdirde ümmet de gerçek olacaktı. Bugün bizim “cemaat” olarak tanımladığımız topluluklar, büyük sürülerden ibarettir, kalabalıklardan ibarettir. Gerçek anlamda cemaat / düşünen – üreten – katkıda bulunan – öneren – eleştiren -tartışan içendi tercihlerinin öznesi olan Müslümanlardan oluşur. Zihinsel ölülerden, nesnelerden, eşya gibi kullanılabilir olanlardan, itaat konumu dışında hiç bir konuma sahip olmayanlardan cemaat olamaz. Müslümanların ehliyet-liyakat sahibi alimlere / cemaat liderlerine saygı ve bağlılık duymalarıyla, bu alimleri ve cemaat liderlerini putlaştırmaları birbirinden çok ayrı şeylerdir. Hangi alanda ve anlamda olursa olsun, her tür bencillik, her tür narsizm sahiplerini büyük bir körlüğe / hiçliğe sürükler. Cemaat bencillikleri de, narsizmleri de bugün Müslümanların ne yazık ki, bu tür bir hiçliğe sürüklüyor. Günümüz dünyasında, maalesef, her yerde, bilinçsiz / ufuksuz /kaba / katı / taşlaşmış bencillikleri, tek yanlı, tek boyutlu bağnazlıkları temsil ediyoruz. Bugünün dünyasında Müslümanlar iki büyük aşırılıkla anılıyor. Bunlardan birisi batini aşırılıklardır, diğeri ise zahiri aşırılıklardır. Tek boyuta, tek bağlama indirgenmiş bir din algısı sebebiyle Müslümanlar yeni gerçeklere nüfuz edemiyor, insanlığın büyük dünyasıyla iletişim kuramıyor. Her cemaat, ilahi hakikatin çarptırılması pahasına kendi haklılığını savunabiliyor. Kimin bencilliği olursa olsun, hangi tür bencillik olursa olsun, her bencilliğin büyük bir putperestlik olduğunu bilmek ve öğrenmek gerekiyor.
“EĞER GERÇEK ANLAMDA İSLAMİ CEMAATLER OLSAYDI, BU TAKDİRDE ÜMMET DE GERÇEK OLACAKTI”
İslam toplumunun demokrasi istemesini nasıl yorumluyorsunuz?
Bugünün dünyasında İslam meşruiyet ve referans kaynağı olmaktan çıkarılmış, kavramsal bağlamından koparılmıştır. Müslümanlar bir yanda modernliğin hegemonyası altında bulunurlarken, bir diğer yanda da geleneğin hegemonyası ile karşı karşıya bulunuyor. İslam, ahlaki / manevi kaygılar / ilgiler şeklinde yaşatılıyor, yaşanıyor. Sekülerleşmenin tayin edici rolü, İslam’ın mutlak konumunu koruyamadığını gösteriyor. İslami bilincin kaybolduğu bir dünyada piyasa bireyselliği, herkese, Müslümanlara da çıkarlarını en iyi şekilde nasıl yönetmeleri gerektiğini öğretiyor. Müslümanların tarihsel / siyasal bilinç / proje /vizyonlarını kaybederek, kamusal alandan çekilerek, batini alana kapanmış olmaları sebebiyle her konuda olduğu gibi siyasal model konusunda da ödünç alınmış, ithal / model modellere ihtiyacı var. İslami referanslarımız değersizleştirildiği için, modern / seküler / liberal putlara, pufi kavramlara, put yapılara yöneliyoruz. Demokrasi modern zamanların en büyük putudur. Demokrasiler, büyük sayıların zaferine işaret ederler. Sayılar, büyük sayılar hakikatin ölçütü olamazlar. Büyük sayılar her şeyi isteyebilirler, büyük sayılar her tür yozlaşmayı, yabancılaşmayı, her tür çürümeyi sıradanlaştırabilir, normalleştirebilir. Demokratik sayıların ahlaki bir toplum, ahlaki bir dünya istedikleri görülmemiş, duyulmamıştır. Demokrasiler modern / kapitalist / seküler / emperyal dünya görüşünün bağlayıcı bir dayatmasıdır. Bu nedenledir ki, bugün, savaşlar / askeri işgaller / istilalar / işkenceler / toplama kampları yoluyla Ortadoğu ülkelerine “demokrasi” ihraç edilmektedir.
Türkiye’nin Suriye politikasını nasıl yorumluyorsunuz?
Suriye’nin istikrarsızlaştırılması, güçsüzleştirilmesi, İran yörüngesinden çıkarılması, dünya sistemine dahil edilmesi yönündeki Amerikan planı, 11 Eylül’den 10 gün sonra pentagon’un gündemine alınmıştır. Bu gündem içerisinde Irak ve Libya da vardır. Sudan ve Somali’nin, Lübnan’ın istikrarsızlaştırılması da aynı gündemin diğer parçalarıdır. Sözünü ettiğim Amerikan planı doğrultusunda Suriye’de, emperyal çıkarlar doğrultusunda bir muhalefet icat edilmiştir. İcat edilen muhalif gruplar, kimileri Amerikan, kimileri Fransız, kimileri İngiliz vb. gibi emperyal unsurlarla, bu unsurların belirlediği çerçeveler içerisinde hareket etmektedir. Muhalif gruplar arasında, bu grupların ortaya çıktığı tarihten bugün kadar nihai anlamda bir mutabakat sağlanamamıştır. Bu gruplar arasında ortak bir Suriye program / proje / planı yoktur. Şubat 2011 tarihinde, Pariste, Amerikalı Siyonistler Jeffry Feltman, Dan Shapiro, Suudi Arabistan İstihbarat Şefi Bender Bin Sultan, Maririler, muhalifler, Beyaz Saraydan maaş alan muhalifler ve paralı askerlerin bir araya gelerek Suriye olaylarını başlattıklarını bütün dünya biliyor. Suriye’de muhalefetin icat edildiğini söylemek, Baas rejimini desteklemek anlamına gelmez. Benim bu konuda bir ima’da bulunmam bile söz konusu değildir. Türkiye Suriye konusunda emperyal bir projeye alet olmuştur. Türkiye, Arap Baharı sürecinde ve Suriye savaşı sürecinde romantik ütopyacı bir dış politika anlayışı sergilemiştir. Bu anlayış siyasal basiretten yoksun bir anlayıştır. Muhalifler Suriye’de olayların başladığı günden bu güne kadar, toplumsallaşmayı ve siyasallaşmayı asla başaramamıştır. Türk dış politikası, Baas rejiminin akıbeti ile ilgili olarak kesin bir dille, takvim vererek pek çok kez skandal açıklamalar yapmıştır. Bu da Türkiye’nin Suriye konusunda kapsamlı çalışmalar yapmadığının açık bir göstergesidir.
“SURİYE’DE, EMPERYAL ÇIKARLAR DOĞRULTUSUNDA BİR MUHALEFET İCAT EDİLMİŞTİR”
Sizi Suriye ile ilgili düşüncelerinizden dolayı, katı bir “İran aşığı” olarak tanımlıyorlar. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
“İran aşığı” olarak tanımlanmak, aşağılanmak – suçlanmak – itham edilmek gibi anlamlar içeriyor, özellikle, içerisinde bulunduğumuz dönemde, bölgemizde yaşanan gelişmeler dikkate alındığında İran ile ilgili konuşmak cesaret istiyor. Çünkü bugün, özellikle Türkiye’de bütün Müslümanlar, düşünce adamları, kültür adamları, yazarlar, gazeteciler vb. mezhep merkezli bir dil kullanmaktan müthiş bir keyif alıyorlar, Şii’liği sorgulamaktan söz edenlerin bir kahraman gibi karşılanmaları, tebcil ve takdis edilmeleri bekleniyor. Sözü uzatmak istemiyorum. Bendeniz, kendisini, Aziz İslam ümmetine nisbet eden sorumlu bir Müslüman olarak tanımlayan ve hayatını bu çizgide sürdüren bağımsız bir düşünce adamıyım. Kimsenin adamı değilim. İslam Devrimini, tarihin son beş yüz yılının en anlamlı, en büyük olayı olarak değerlendiriyorum. 1492 de başlayan Avrupa hegemonyasına ilk büyük meydan okuma, İran İslam Devrimi ile birlikte gerçekleştirildi. Devrim kendi kurumlarını, yapılarını oluşturdu. Tarihin öznesi olmak isteyen bir bilincin tarihe girmesini sağladı. Batı’yı evrensel bir referans noktası olarak alan bütün modelleri tartışmaya ve reddetmeye cesaret etti. Yeni bir değer sisteminin, yeni bir siyaset ve ekonomi tarzının mümkün olduğunu, muhtemel bütün risklere göğüs gererek ve risk alarak bütün dünyaya ilan etti. Bugün, İslam Devriminin, İslam devletinin hangi bağlamda bulunduğunu tartışmak ayrı bir değerlendirmenin konusudur. Bir İslam devleti de zorunlu gördüğü durumlarda reelpolitik yapabilir. Hiç bir devletin İslami yorum tekelini elinde tutması düşünülemez. İslam’ın farklı bir yorumunun, modern / seküler ideolojik dünyaya meydan okuyarak, gerçekleştirdiği bir devrime ve bu devrimin oluşturduğu devlete Müslümanların kayıtsız kalması düşünülemez. Hiç kimse, hiçbir gerekçeyle, Sünniler / Şiiler / Selefiler mezheplerini / yorum1arını mutlaklaştırmamalı, ebedileştirmemelidirler. Böyle yaparlarsa eğer, ümmet hiç bir zaman gerçek olamaz. Bu konuyu tartışırken, modern / seküler / liberal / materyalist demokratik dünya görüşü ve hayat tarzı tarafından fethedilen, modern / seküler / liberal / demokratik değerlerin / ilkelerin belirleyici ve tayin edici olduğu, İslam’ın hiç bir ilkesinin belirleyici ve tayin edici etkisinin olmadığı, İslam’ın yalnızca bir folklor muamelesi gördüğü Türkiye’de yaşayan bütün Müslümanların, daha dikkatli bir dil kullanmaları gerektiğini söylemek istiyorum. Modern seküler bütün fuhşiyat ve münkeratın medya aracılığıyla kamusal alanda görünür kılındığı, meşruiyet arayışı içerisinde bulunduğu, modernlik şemsiyesi altında her tür sapkınlığın toplumsallaşma ve kurumsallaşma çabası içerisinde bulunduğu Türkiye’de, asıl tartışılması gereken konular Şii İlahiyata nasıl meydan okunması gerektiği konusu olmamalıdır. Kimse Şii ilahiyatı benimsemek zorunda değildir. Şii ilahiyatını tartışmaya açmadan önce, meydan okumak zorunda olduğumuz sayısız ontolojik sorunumuz vardır. Modern bilginin nesnesi olanlar, her şeyden önce bilgiyi İslamileştirmek gibi bir sorumlulukla karşı karşıyadır. Bilgi ve bilgeliğe dayalı yorumların yerini, propaganda ve manipülasyon almamalıdır. Günümüz dünyasın da, görüntünün hâkimiyeti hangi konu ile ilgili olursa olsun, seyirciyi anlama sorumluluğundan uzaklaştırıyor. Görüntülerle yetinenler, bilgi edinme ihtiyacı duymuyor. Duymak ve görmek istemediğimiz pek çok konuda sessiz ve kayıtsız kalıyoruz.
“İRAN İLE İLGİLİ KONUŞMAK CESARET İSTİYOR”
Ortadoğu’ya barış güçlü demokrasi ile gelir söylemine katılıyor musunuz?
Ortadoğu’ya barış İslami dayanışma ile birlikte gelir. Ortadoğu’ya barış İslam aklının / İslam bilincinin, tevhid bilincinin hayatlarımızı şekillendirmesiyle birlikte gelir. Avrupa’nın tarihi ele geçirmesiyle birlikte her şey Avrupa aklına / çıkarlarına / ihtiraslarına göre kavramsallaştırıldı ve bu kavramsallaştırma Avrupa dışı dünyaya kimi zaman kültürel, kimi zaman askeri emperyalizm yoluyla dayatıldı. Avrupa-merkezci kolonyalist tarih / kültür / medeniyet tasavvurunu sorgulama yeteneğine sahip Müslüman entelektüel kadrolar yeni bir başlangıç için bir araya gelebilirler. Çünkü Müslüman entelektüel kadrolar, insanlık ufkunun yerel / etnik / mezhepçi / partizan bir ufka dönüştürülmesine asla izin vermezler. Evrensel zihin yerelleştirilemez, taşralılaştırılamaz. Hepimiz, her an, her yerde, her şartta Kur’an’ı Mecid’in düşünen bir topluma hitap ettiğini ürpererek hatırlamalıyız.
ORTADOĞU’YA BARIŞ İSLAMİ DAYANIŞMA İLE BİRLİKTE GELİR”
Müslümanlar olarak niçin kendi gündemimizi belirleyemiyoruz?
Toplumsal varoluşu belirleyen bilinç, siyasal bilinçtir. Vulgarize edilmiş, mistifikasyona tabi tutulmuş bir dini algı, dini duyarlık ve hayat siyasal bilinçten yoksundur. Vulgarizasyona ve mistifikasyona tabi tutulmuş bir dini hayat varoluşsal sorumluluklar alamaz, kendi gündemini belirleyemez. Bu tür bir dini hayat dini popülizm aracılığıyla, politik popülizm aracılığıyla kolaylıkla istenilen doğrultuda sürüklenir. Vulgarizasyon ve mistifikasyon kitleleri düşüncesizleştirir. Düşüncesizleşmek demek kendi aklımızdan, kendi bilincimizden, kendi irademizden, kendi entelektüel yeteneğimizden ve kendi gündemimizden vazgeçmek anlamı taşır. Büyük dünya yorumları ve gündemi karşısında sessizlik ve tepkisizlik içerisinde bulunan toplumlar ve kültürler, insanlığın dikkatini çekebilecek ölçüde içerik üretmedikleri takdirde bağımsız bir gündeme sahip olamaz.
Müslümanlar olarak neden tek bir ufuktan olayları değerlendiriyoruz. Tek bir ufuktan bakmak bize ne gibi zararlar veriyor?
Modern-seküler dünya görüşü gerçekliği paramparça etti. Gerçekliğin parçalanması ufuklarımızın da parçalanması sonucunu doğurdu. Müslüman olmak demek, bütün alemlere açık, maddi ve manevi anlamda bütün varoluş kategorilerine açık bir dikkate, ufka, inceliğe, bilgeliğe, bilince sahip olmak demektir. Tek ufuktan bakmak, tek parçadan bakmak görmemek demektir. Bütün ufukları görmek, bütünlükleri yeniden kurmakla sağlanır. Hiç bir parçada, kimin parçası olursa olsun, gelecek yoktur. Bencilliklerimiz, narsizmlerimiz ahlaki ve toplumsal sorumlulukları umursamadığımızı gösterir. Bütün ufuklara bakmadığımız takdirde, tarihin kasırgaları önünde savrulacağız, gündelik varoluşların sınırlarını aşamayacağız.
BÜTÜN UFUKLARI GÖRMEK, BÜTÜNLÜKLERİ YENİDEN KURMAKLA SAĞLANIR
Son olarak İslam toplumu öze dönüş yapması için, nereden ve nasıl başlaması gerekiyor?
Geçmişçi dil’in, geleneksel söylemin eleştirel analizler yoluyla yeniden değerlendirilmesi gerekir. Sayıların değil, sözün ve fikrin gücüne inanan bir yaklaşımın öne çıkması gerekir. Aklın, bilginin, düşüncenin yerini esatiru’l evvelin’in aldığı bir kültürde öze, asla, kökenlere dönülemez. Konformist değerlerin kutsandığı bir toplumda yeniden inşa imkânı yoktur. Üretken olmayan bir zihin, üretken olmayan bir bünye bağımsız bir ufka sahip olamaz. Düşünce gücüne, tefekkür gücüne sahip olmayan topluluklar kıylükal ile meşgul olurlar. Tarih bilincinden yoksunluk, bugün içerisinde yaşadığımız üzere, bizleri, ahlaki ve entelektüel sorumluluklara, dürüstlüğe yabancılaştırdığı gibi, yeni bağımlılıklara, yeni teslimiyetçiliklere de sürükleyebilir. Her toplumda bunalım / kriz dönemleri, her şeyin yeniden düşünülmesi, oluşturulması konusunda büyük bir imkan olarak da ortaya çıkabilir. Bunalım / kriz dönemleri eski alışkanlıklarımızı, tarzımızı, önyargılarımızı sürdüremeyeceğimiz, sürdürmememiz gerektiği konusunda açık bir uyarıdır.