TC. Anayasa Mahk. eski raportörü olan ve hukuk alanındaki görüşleriyle parlayan Doç. Osman Can, Köln"de yaptığı bir konuşmada, " anayasa referandumu sonuçlarının gelecekte halkın büyük çoğunlukla yeni bir anayasa istediği şeklinde yorumlanması gerektiğini" belirterek, "yeni yapılacak bir anayasada değiştirilemez ilkelerin bulunup bulunmaması gerekip gerekmediği; ya da bulunacaksa, neyin değiştirilemez olup olmayacağına toplumsal taleplerin karar vereceğine" dair, şu görüşleri dile getirmiş: "Hiçbir siyasi parti, organ ya da örgüt 'hayır efendim bu değiştirilemez, olsun, mutlaka olsun' deme şansına sahib değildir. Benim kişisel düşünceme göre anayasada iki konuda değiştirilemezlik olabilir.
Birincisi, insan onuruna dokunulmazlık değiştirilemez..
İkincisi, bireyin bireysel, kültürel, toplumsal ve siyasal tercihlerine dokunulmazlık. Kendi kaderini, içinde bulunduğu kültürün kaderini, içinde bulunduğu siyasal kader hakkında karar verme yetkisi.
Bu ikisini de değiştiremezsiniz, bunların dışında her şey değiştirilebilir."
*
Doç. Can"ın bu sözleri, geçenlerde Anayasa Mahk. Başkanı Hâşim Kılıç"ın "Anayasa"nın, değiştirilemiyeceği hükme bağlanmış ilk 4 maddesinin de tartışılabilmesi gerektiğine" dair ve sonra "sözlerim yanlış anlaşıldı.." diye geri adım atmak zorunda kaldığı sözlerinin üzerine biraz daha tuz-biber ekti..
Doç. Can"ın görüşlerine, bu sütunda, son olarak, 27 Eylûl günü, "Darbe Yargısının Sonu" isimli kitabı dolayısiyle, "Hukukun guguklaşması macerası" başlığıyla yayınlanan yazıda değinilmişti..
Yukarıda değindiği iki dokunulmazlık şartı, genelde olması gereken, sâlim akıl ve vicdanın kabul edebileceği bir husustur.. Ve mevcud anayasada yer alan ve "değiştirilmesinin teklif dahi edilemiyeceği"ne dair şartlar ise, bir küçük azlığın, bütün bir milleti, ne olduğu bile henüz tarif edilememiş olan bir takım yaldızlı ve de yaldızlanmış, muğlak ölçüleri olan resmî ideoloji fetişlerine ve terimlerine sığınarak yapılmış dayatma düzenlemelerdir ve bunlar üzerinde hattâ, "hukukî sınırları daha net olan tarifler yapılmalı" şeklindeki görüşlere bile, kemalist- laik/ jakoben/ dayatmacı kadrolar 100 yıla yaklaşan tahakkümlerinin sarsılacağı, iktidarlarının ellerinden uçup gidebileceği korkusuyla kesinlikle karşı çıkmaktadırlar.. Aynı şekilde, o anayasada, "devrim kanunları" diye nitelenip, birer birer sayılan bazı kanunların, "insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğunun ileri sürülemiyeceği"ne dair laflar da aynı dayatmanın, aynı zorbalığın bir tezahürüdür.. Çünkü, bu ibarelerde, açıkça, "gerçi bunlar, insan hak ve özgürlüklerine aykırıdır, ama, bunun böyle olduğu ileri sürülemez.." denilmekte ve bu sûretle, müslüman halkımız âdetâ teslim alınmaktadır..
*
Gelelim, Doç. Can"ın bu tesbitlerinden sonra, sözkonusu son konuşmasında, Diyanet"le ilgili olarak dile getirdiği sözlerine..
Can, "Diyanet İşl. Başkanlığı"nın bugünkü haliyle devam etmesinin din ve vicdan özgürlüğü açısından büyük bir engel olacağını ve bu yüzden gelecekte yapılması düşünülen anayasada Diyanet"in kaldırılması ve inançlara özgürlük verilmesi gerektiğini" de belirtmiş..
Osmanlı Devleti'nde, devlet yönetiminin ve kamu düzenlemesinin İslam"a uygunluğu, Meşihat Makamlığı'nca, Şeyhülislam eliyle gözetlenir, daha doğrusu öyle olduğu kabul edilirdi.. Çünkü, tabiatiyle, bu makamlar, Sultan tarafından verildiğinden, Sultan/ Padişah"ın meşruiyeti üzerinde görüş belirtemezdi..
Gerçeğin böyle olduğunu ulemâ da bilirdi, ama, fitne çikmaması ve nizam-ı âlem adına başeğerdi.. Nitekim, 130 yıl kadar öncelerde, bir şehzade, Veliahd / Padişah Vekili ve gelecekteki Padişah adayı" olarak belirlenince, zamanın şeyhulislâmına, "Efendim, biliyorsunuz, ben Veliahd seçilmiş bulunuyorum.. İslam"da Veliahd"in hukuku nedir?" diye sorar.. Şeyhulislâm da onun kulağına gerçeği fısıltıyla da olsa söylemek cesaretini gösterir ve "Efendim, İslam"da sultanlık, veliahdlik yoktur ki, hukuku olsun.." der..
*
1920 yılında Ankara'da kurulan Meclis Hükümeti"nde Meşihat makamı ve Şeyhulislamlık, "Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti" (Şer"î İşler ve Vakıflar) adıyla "Bakanlık" olarak yer almış, 1924 'e kadar da bu statü aynen devam etmiştir.
Halbuki, Müslümanın hayatının dinî olan ve olmayan gibi sahalara ayrılması düşünülemezdi, ama, Hz. Ali"nin şehîd edilişinden sonraki bütün asırlarımız, kılıç sahiblerinin tahakkümü altında geçmişti. Bu tarih dönemleri boyunca, elbette bütün hüküm sahibleri aynı tipte değillerdi ve bir takım iyi simâlar da ümmetin başına geçmiş ve onlar minnet ve şükranla anılmışlardı.. Ama, bu durum, sistemin meşruluğu ve iyiliğinden değil, kendi şahsiyetlerinin iyiliğinden kaynaklanıyordu.. Ve, iktidarı kuvvet, servet ve entrika sahiblerinin belirlediği bir düzen, şu veya bu şekilde hep laiklik kervanının tarih içindeki yolculuğunda yerini almıştı.
Ama, siyasî iktidar dışındaki sosyal hayatın genel düzenlemesinde, iktidarın korunması ve müslüman halkın itaatinin sağlanması için, İslamî hükümler sınırlı şekilde de olsa, sosyal hayatta hâkim gibi gözüküyor, gösteriliyordu..
Gelinen yeni dönemde ise, müslümanların elindeki bir büyük maddî ve sosyal güç olan Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı"nda, emperyalist güçlerce yenilgiye uğratılıp parçalandıktan sonra.. Emperyalist güç odakları için müslümanların bir daha bir tehlike teşkil edememesi için, daha katı laik uygulamaların yolunun açılmaya çalışılacağı tabiî idi..
Nitekim, -ne kadar sahih ellerde bulunduğu ayrı bir konu olsa da, bir kurum olarak ıslah edilmesi ihtimali bulunan- Hılafet makamı, "Din hizmetlerinin siyaset dışında ve üstünde tutulması" bahanesine tutunularak, kaldırılıyor ve bu aynı zamanda, 3 Mart 1924 tarihinde, Şer'iyye ve Evqaf Vekâleti"nin de kaldırılmasını beraberinde getiriyor ve yerine, 429 sayılı kanunla, Başvekâlet"e / Başbakanlık"a bağlı Diyanet İşleri Reisliği / Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyordu..
1961 Anayasası; Diyanet İşleri Başkanlığı'nı bir Anayasa kurumu olarak düzenlemiş, ona Genel İdare içinde yer vermiş ve kendisine kanunla verilen vazifeleri yerine getirmesi gibi bir fonksiyonu vermiştir.. 1982 Anayasası"nda ise Diyanet İşleri Başkanlığı"nın vazifelerini yerine getirirken uyması gereken kıstaslar da belirtilmiştir.
Ama bütün bunlara rağmen, müslüman halkımız, bu durumu biraz da çaresizlik içinde kabullenip, Diyanet İşl. Başkanlığı"nı, laik rejimin emrinde ve onun yaptığı kanunlarla verilen vazifeleri değil de, İslam"ın gereklerini yerine getiren bir kurum olarak görmüş ve bu durumdan faydalanmaya çalışmıştır.. Ama, açıktır ki, en büyük faydayı laik rejim elde edecekti..
Üstelik, 1930"lar dünyasındaki genel eğilime paralel olarak, laiklik, "ateizm"le birlikte daha bir kolkola ilerlediğinden, bu anlayışın müslüman halkımıza nasıl bir kemend attığı akıl sahiblenince bilinmiyor değildi..
Ve amma, bugün, kamu hizmeti alanında vazife alanların herbirisinin bağlı kalacakları üzerine yemin ettikleri, "laiklik", terim olarak, Cumhûriyet Halk Fırkası / partisinin nizamnamesine / tüzüğüne ve meşhur 6 Ok"una, altı temel prensibine ve oradan da, parti demek, devlet demek olduğundan, Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu"na (anayasa"ya) da 1937 yılında girdi, otomatik olarak.. Yani, M. Kemal"in, fikirlerine ve iktidarına karşı çıkan en mülâyim muhaliflerinin bile kellelerini bedenlerinden ayırttığı o müthiş ve de çok "özgürlükçü" aydınlanmacı ve aydınlatıcı dönemin 14. yılında.. Ve milletimizin kalbine ve beynine musallat ve tebelleş olan bu belâlı "laf, ideolojik ve de resmî tahakkümünü hâlâ da sürdürüyor.. (TC. Anayasa Mahkemesi"nin eski başkanlarından Y. Güngör Özden, "laik olmak demek, adam olmak demektir" demişti de; ünlü bir vaiz hocası, laikliği halkımıza bir deligömleği gibi zorla giydiren kişinin, o kavramı kabul ettirdiğinde 56 ve öldüğünde de 57 yaşında olduğuna işaret ederek, "yani, sizin hesabınıza göre, sadece bir yıl kadar mı adam olabilmişti?" diye karşılık vermişti.)
Henüz latin alfabesinin kabul ettirilmediği 1925"lerde, -arab alfabesiyle türkçe olarak- yayınlanan fransızca-türkçe sözlüklerde "Laïcism = dinsizlik" olarak açıklanırdı.
Üççeyrek yüzyıldır tekrar edile-edile, nice müslümanlar bile, laikliği öve-öve bitiremiyorlar.. Ve bugün ise, nice müslümanlar bile, kamu yönetimindeki fiilî güçten kendilerine yansıyan güce göre, bu laiklik terimine istediği mânâyı veriyor..
Bırakınız siyasî kişilerin kanunî mecburiyetten dolayı laiklik övgülerini; şimdilerde, Diyanet teşkilatında vazife yapan nice "hoca"lar bile, hattâ zorlamaların olmadığı, özel mekânlarda ve müslüman mahfilerlerdeki konuşmalarda bile, laikliğe övgüler düzebilmektedirler..
*
Ama, Doç. Can, konuya Diyanet"le ilgili konularda ortaya çıkan görüntüyü gerçek gibi kabullenmiş olmalı ki, "laikliğin olduğu bir ülkede Diyanet olmaz.. Herkes kendi inancını çok özgür bir şekilde kendi kurduğu toplum içerisinde yaşayabilir.." derken, "Diyanet şu anda sadece Sünnîlerin (tamamının bile) değil, yalnızca Hanefi mezhebine aid olan bir kurumdur.." diyerek, görüntünün ardındaki asıl gerçeği yansıtmak noktasına erişememiş..
*
Doç. Can"ın düştüğü bu yanlışlık genelde çok yaygın olarak, çeşitli kesimlerce ifade ve tekrar edilmekte olduğundan, Diyanet"in sadece sünnîlere, hanefilere hizmet veren bir kurum olduğu sanılmaktadır.. Halbuki, gerçek şu ki, müslüman halkın üzerindeki laik tahakküm ve tasallutun sürmesi-sürdürülebilmesi, halkın bu rejime itaat etmesi, asker ve vergi vermesi, kitlelere vatanın korunması adına, laik rejimin korutulması savundurulması içindir bu yanıltıcı görüntü.. Çünkü, bu kurumun, halkımıza zorla dayatılan bir laik rejimin kanunlarınca kendisine verilen vazifeleri yerine getirmek üzere oluşturulduğu açıkça belirtilmiştir..
Yani, bu kurum, sadece sünnî müslümanlara hizmet veren bir kurum değil, en çok büyük kitleyi sünnî müslümanların oluşturduğu bilindiğinden, bu büyük kitlenin rejimle karşı karşıya gelmemesi ve kitlelerin yatıştırılması, laik tahakküm oyununun sürdürülmesi için kurulmuş bir düzenektir.. Nitekim, kemalist-laikler, her ne kadar zaman zaman, "bizim vergilerimizle niye Diyanet beslensin?" gibi laflar etseler bile, temel bir çözüm gündeme getirildiğinde, müslüman halkın kontrol edilebilmesi ve laik rejimin kendilerine sağladığı iktidar ve imkanların sürmesi için, rejimin, Diyanet kurumu eliyle gördüğü hizmetlerin sürdürülmesi gerektiğinde karar kılmaktadırlar, kurnazlıkla..
Bütün bu hususların gözönünde bulundurulması gerekmektedir..
Ve şurası da açıktır ki, sünnî olmayan öteki müslüman unsurların bu sahadaki desteğine laik rejimce fazla ihtiyaç duyulmadığı gibi, bu görüntünün sürdürülmesiyle, sünnî olan ve olmayan müslüman halklar arasında bu yolla da bir soğukluk ve husûmet oluşturulmak ve sürdürülmek istenmektedir.. Bu ince entrikanın sünnî müslümanlar kadar alevî müslümanlarca da anlaşılmabsı, idrak edilmesi gerekir..
Müslüman halklar olarak, bu laik tasallut ve entrikaları bozmak zorundayız..
*
Câmi hizmetlerinin ve de müslüman halkın çocuklarının en temel itiqadî bilgilerinin donanımı -eğitimi için gerekli okul ve sair hizmetlerin, müslüman kitlelerin kendi imkanlarıyla düzenlenmesi konusuna gelince..
Müslüman kitleler arasında, çoğu kimse, "Biz bu konuda devlet yardımı olmadan bunu yapamayız.." diyorlar da, rejim- yönetim mekanizmasının, devlet"in üç temel unsuru olan halk ve ülke unsurlarından sadece birisi olduğu düşünülmüyor..
Halbuki, müslüman halk, bu hizmetleri kendi imkanlarıyla rahatlıkla görebilir.. Ama, gayri-muslim cemaatlerin vakıfları iade olunurken, müslümanların vakıflarının da müslüman halka döndürülmesi şartiyle..
Evet, bu nasıl olacaktır, çok karmaşık ve çetin bir konudur, ama, müslüman halkımız, müslümanların vakıflarına laik rejimin tebelleş olmasına bir son verilmesini gündemine almalı ve mescidlerin/ câmilerin ve müslüman ailelerin çocuklarına verilecek itiqadî eğitimlerin kim tarafından ve nasıl verileceği hususu da laik rejimi ilgilendirmez; ve ayrıca bunu müslümanlar kendileri rahatlıkla yerine getirebilirler.. Ve tekrarlayalım, İslam vakıfları, o kadar zengindir ki, bu vakıflar üzerindeki laik tasallut sona erdirilecek ve müslüman halka döndürülecek olsa, müslüman halk, bu zenginliklerle, dünyada örneği çok görüldüğü üzere, hattâ dev üniversiteleri, hastahane ve eğitim kurumlarını da oluşturabilir..
Üstelik de sadece ülke çapında değil, bütün dünya çapında bile olabilir..
Haksöz