Ayetullah Uzma'nın Ebu Hanife Yanılgısı

İmam Caferi Sadık, İmam Ebu Hanefi'nin hocasıdır ve Üvey Babasıdır...

Ayetullah uzma Cevadi Amuli imzalı, Şia ve Ehl-i Sünnet Açısından İçtihad ve Kıyas başlıklı bir makale abna.ir adresinde yayımlanması konu hakkında bir kaç söz sarfetmemizi vacib kılmıştır.

Öncelikle şunu beyan etmek isteriz ki; fitne kazanının kaynadığı şu esefli devirde eksik bilgi ve aidiyet hissiyatı ile ihtilaflı konuları gündeme getirmek akl-ı selimin dışında olup vahdete engel bir kaldırım taşını yolun ortasına dikmeye kalkışmaktır.

Hal böyleyken bahsi geçen makalede "Ebu Hanife (rh.a.)'nin makam sevgisi" gibi bir cümle ile itham edilmesi ve hadis almadaki hassasiyetinin yanlış lanse edilmesi hüsn-ü zan zaviyesinden kötü niyet olarak algılanmayıp bilgi eksikliği olarak değerlendirdiğimizi hürmetle arzederiz. Zira meşhurdur ki Ebu hanife hazretleri kendisine teklif edilen Kadıyyul Kutat(Şeyhul İslam) lık makamını reddettiği için ve " Değil baş kadılık sultan, Vasıt Mescidi'nin pencerelerini saymamı istese yine de yapmam" sözünü sarf edip onurlu bir duruş serd ettiği için Ali taraftarıdır diyerek zindana atılıp şehid edilmiştir.Bianaenaleyh Ebu Hanefi makam sevdalısı bir saray mollası olmayıp aksine varis bir alimdir.

Bir diğer konuda ise Ebu Hanife(rh.a.) İmam Sadık(rh.a.) ile görüşmesi kıyas konusuna örnek gösterilerek usul açısından ayrıca bir hata işlenmiştir. Bu diyalog ehl-i sünnet kaynaklarında İmam Muhammed Bakır(rh.a.) ile İmam Ebu Hanife arasında olup muhattapların yerleri farklıdır. Öz olarak diyalogtaki şahsiyetlerden öte asıl mesele rey konusu ile missallendirilen bir konu kıyas konusunda misal olarak aktarılmasıdır. Zira Hanefi usulune göre Kitap ve Sünnet ile ahkamlandırılmış bir meselede kıyas meşru değildir. Diyalogta geçen konular Kitap ve Sünnet ile hükme bağlanmış konular olup kıyas yapmak yada yapmamak ile ilgili bir aktarım değildir.

Aşağıda Ebu Hanife(rh.a.)'in hadis alma konusunda getirmiş olduğu kaideleri de okuyunca bahsi geçen makalenin yeniden gözden geçirmesini tavsiye ediyoruz.

İmam Cafer'i Sadık, İmam Ebu Hanife'nin Hocası ve Üvey Babasıdır. Abna ir'de yayınlanan Ayetullah uzma Cevadi Amuli'nin yazısı'nda sanki İmamlar birbirnden uzak yaşıyormuş gibi lanse edilmesi hatası yapılmıştır.

İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin Sünnet ve Hadis Konusundaki Tutumu

İmamı Azam Ebu Hanife'nin hadis ve sünneti teşri kaynağı olarak kabul etme konusunda diğer imamlardan farkı yoktur. O şöyle der: "Resulullah (s.a.s.)'in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir. Buna inandık ve bunun Resulullah (s.a.s.)'in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz." (Ebu Hanife, el-Alim, sh. 27)

Ebu Hanife'nin istidlal kaynaklarını sayarken önce Allah'ın kitabına sonra Resulullah'ın sünnetine baktığı, sonra da sahabe kavlinden dilediğini tercih ettiği rivayet edilir. Kitap ve sünnette bulamadığı bir hususu son olarak sahabe kavillerinde araştırmakta, bunların dışındaki görüşleri bağlayıcı saymamaktadır.

Ebu Hanife, hadise muhalefet ithamlarını bizzat kendisi reddetmiştir. Rivayetlere göre bir meselede kendisine hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek:
"Allah, Resulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı" demiştir. (İbnu Abdilberr, el-İntika, sh. 144)

Ebu Hanefi(r.al)"in bir hadisi delil olarak kabul etmesi için koyduğu sıkı şartlar şunlardır:
1 – Haber-i vâhid, yanında toplanmış olan usule muhalefet etmemelidir. Zira bu usul, şer"i kaynaklardan araştırmalar sonunda elde edilmiştir. Muhalif olma durumunda iki delilden kuvvetlisi ile amel prensibine uyarak, haber-i vâhidi terk etmiş ve bu haberi şaz addetmiştir.
2 – Haber-i vâhid, Kitabın umumi prensiplerine ve zahirlerine muhalefet etmemelidir. Muhalefet halinde kitabın zahirini almış, rivayeti terk etmiştir. Burada da prensip "iki delilden kuvvetlisiyle amel"dir. Ama bu rivayet, mücmel ayeti beyan zımnında veya yeni bir hüküm koyan nass ise o zaman hadisi almıştır.
3 – Haber-i vâhid meşhur sünnete muhalefet etmemelidir. Meşhur sünnet kavli veya fiili olsa fark etmez, hüküm aynıdır. Burada da "iki delilden kuvvetlisiyle amel" prensibi caridir.
4 – Haber-i vâhid, kendisine eşit olan bir başka habere de muhalefet etmemelidir. Bu çeşit iki haberden biri, tercih sebeplerinden biriyle diğerine üstün kılınır. Mesela; İki sahabeden biri daha fakihtir, öbürü değildir, veya biri gençtir, diğeri ihtiyardır. Böylece hata ihtimalinden uzaklaşılmış olur.
5 – Ravi, rivayet ettiği hadise muhalif amel etmemelidir. Köpeğin yaladığı kabın yedi kere yıkanmasını beyan eden Ebu Hureyre(r.a) hadisi gibi. Çünkü Ebu Hureyre  bu hadisin gereğine göre amel etmemiştir.
6 – Haber-i vâhid, ihtiva ettiği ziyadede münferit kalmamalıdır. Bu teferrud metinde olsa da, senette olsa da birdir. Bu durumda, Allah"ın dininde ihtiyat maksadıyla nakıs olanla amel eder.
7 – Haber-i vâhid, belva-yı amme üzerine olmamalıdır. Çünkü umumi belvaya müteallik bir haberin meşhur veya mütevatir olması gerekir.
8 – Hükümde ihtilaf eden sahabelerden biri, onlardan birinin rivayet ettiği haberle ihticâcı terk etmemiş olmalı. Çünkü, haber sabit olsaydı onlardan biri mutlaka onunla ihticâc ederdi.
9 – Seleften birinin, hadis hakkında ta"nı sebkat etmemeli.
10 – Rivayetlerin ihtilaf halinde, hudud ve ukubatla ilgili meselelerde daha hafif olanını almak esastır.
11 – Ravinin rivayet ettiği hadisi zabt durumu, hadisi tahammül ettiği (öğrendiği, aldığı) andan, eda ettiği ana kadar değişmemiş olmalı, unutma, karışma vukua gelmemiş olmalıdır.
12 – Haber-i vâhid Sahabe ve Tabiin arasında mütevaris olan amele, aynı beldede kaldıkça muhalefet etmemelidir.
13 – Ravi, rivayet ettiği şeyi iyice hatırlamadıkça sırf yazının kendi yazısı olduğuna dayanarak, yazıya itimat ederek rivayeti kabul etmesi caiz değildir.
Hadis uydurmanın ayyuka çıktığı bir dönemde Ebu Hanefi(r.al)"in dini muhafaza konusunda bu denli hassas yaklaşımı İmam"ı bir kez daha rahmetle anmaya sebebiyet vermektedir. Acaba İmam Ebu Hanefi(r.al)"i pervasızca eleştirenlerden kaç kişi yukarıdaki şartlara uygun birer ravi konumundadır?


Ebu Hanife'nin hadis ve sünnete bağlılığını bunların dışında da birçok rivayet teyit etmektedir.



Sahabe Sözü ve Uygulaması Konusundaki Tutumu

İmamı Azam Ebu Hanife, Kur'an ve sünnetten sonra sahabe kavlini bağlayıcı görüyor, fakat kendine bunlar arasında tercih yapma hakkı tanıyordu. Ebu Hanife bu tercihi bazen şahıslar arasında, bazen de rivayetler arasında yapıyordu. Ebu Mutı' el-Belhi ile Ebu Hanife arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma bu konuda dikkat çekicidir. Ebu Mutı' ona: "Şayet senin görüşün Ebu Bekir'inkine zıt düşerse ne yaparsın?" diye sordu. O da: "Bu takdirde onun görüşünü alıp kendi görüşümden vazgeçerim. Yine Ömer'in, Osman'ın, Ali'nin görüşleri karşısında böyle yaparım. Ebu Hureyre, Enes ibnu Malik, Semure ibnu Cundeb hariç Hz. Peygamber'in bütün sahabilerinin görüşlerini kendi görüşlerime tercih ederim." (Şa'rani, Mizan, C. 1, sh. 53)


Beşeri Kanunlar ve Uygulayıcıları Karşısındaki Tavrı

Siyasi yapıda İslam'ın gün geçtikçe daha geri planlara itilerek, yerine saltanatın getirdiği beşeri unsurların hakim kılınması, Emevi idaresinin özellikle son yıllarında zirveye ulaşır. Bu, İslam'ın insanı ilgilendiren bütün alanlarda esas ve tek ölçü olması gerektiği hakikatinin idrakinde olmamaktan başka bir şey değildi. Diğer bir ifadeyle Müslümanlıklarını her vesileyle vurgulayan yöneticiler, Allah'ın hükümlerine şartsız itaat anlamına gelen İslam'ın siyasi boyutunu ihlal edip, itaatlerini sadece kişisel bazı ibadetlere münhasır kılıyorlardı. Ancak, İslam'ı yegane ölçü olarak almadıkları yönetimlerini halk nezdinde meşrulaştırmak ve halkın itaatini kazanabilmek için alimleri araç olarak kullanma politikalarını sürdürüyorlardı. Şüphesiz bu politikaya kananlar ve sırf iyi niyetlerinden dolayı böyle bir oyuna alet edildiklerinin farkına varamayanlar olmuştu. Ancak bazı şahsiyetler, yönetim işinde geri plana itilen İslam'ı bütün muhtevasıyla ortaya koyup, onun gerektirdiği itaatin alanlarını her şeye rağmen ifade etmekten çekinmediler. Siyasi ve askeri güçlerine rağmen, yöneticiler bu şahsiyetlerin söz ve tavırları karşısında korkulu rüyalar gördüler. Hiçbir zaman sayıları kesin olarak ifade edilemeyecek kadar çok olan, ancak coğrafyanın ve zamanın değişimine bağlı olarak genellikle tek kalan bu şahsiyetler arasında İmamı Azam da vardı.

Emevi ve Abbasi idarelerinin uygulamalarına bizzat tanık olan Ebu Hanife, zühd ve takvası sayesinde yönetimin maşası olmaktan kendini canı pahasına koruyabilmiş bir şahsiyettir. Kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktuğu için Emeviler kadar Abbasiler tarafından da ısrarlı şekilde teklif edilen kadılık görevini ve diğer şahsi menfaatlerin hepsini geri çevirmiştir.

Ebu Hanife, içinde bulunduğu şartlarda resmi görev almanın İslam'ı temsil etme ve uygulamaya aktarma imkanı sağlayamayacağını iyi fark eder.
Bu nedenle resmi görev almanın, meşru olmayan işlere maşa olmaya neden olacağı kanaatine varır. Bu düşüncesini de hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde ifade eder. Bu manada kendinden çok değerli hediyeler karşılığında bazı isteklerde bulunan sultanı kastederek şunları söyler: "Eğer benden Vasıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da bir adamı idam etmek için hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurmasına vesile olurum. Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem." (Mezhepler Tarihi, sh. 231)

Devlet görevini kabul etmesi için değişik tekliflerle ve en önemlisi işkencelerle karşısına çıkanlara söylediği şu sözleri ise İslam'ı temsilinin önemli bir örneğidir: "Allah'a yemin ederim ki, bu işi kendi arzumla kabul etmiş olsam bile, yine de size istediğiniz anlamda yaranamayacağım. Nerede kaldı ki zorla, istemeye istemeye teklifinize muvafakat edeyim. Herhangi bir hususta vereceğim karar sizin arzularınızın hilafına olabilir. O zaman bana kızarsınız. Kızınca da beni Fırat nehrinde boğdurmak istersiniz. Boğulurum, fakat kararımı yine değiştirmem." (Hilafet ve Saltanat, sh. 368)

 Ebu Hanife (r.al) İmam Caferi Sadık'ın (r.al) talebesi ve üvey oğludur. İmam Zeyd'e (r.al) kıyamında maddi ve manevi destek olmuştur. Hatta İmam Zeyd'in (r.al) kıyamında yüklü miktarda maddi yardım yapmış, mazeret bildirerek kendisinin kıyama katılamayacağını söyleyerek bir de fetva yayınlamıştır. Fetva: `İmam Zeyd'in kıyamına katılmak Bedir'de Rasulullah'ın(s.a.v) ordusuna katılmak gibidir" Ebu Hanife'nin(r.al) görüşlerini bire bir takip eden İmam Maturidi(r.ah) Caferiye ve Zeydiye'nin görüşlerine hiçbir zaman tekfirle yaklaşmamıştır. İmam-ı Azam'ın (r.ah) Ehl-i Beyt'e olan yakınlığı sebebiyle şehid edildiğini de biliyoruz. Ebu Hanife'den(r.ah) birkaç kuşak sonra Ebu Hanife'nin(r.ah) sunni cenahta olmasından istifade eden saltanat rejimleri hanedanlıklarını koruyabilmek için yaygın sunni mezhebi hanefiyeyi hep kullanmak istemiştir. Aynı entrika Safevi devletinde de Şiiler üzerinden yapıla gelmiştir. Böylelikle saltanat sunniliği ve saltanat şiiliği özellikle Yavuz ve Şah İsmail döneminde zirve noktasına ulaşmıştır. Burada sorgulanması gereken şudur: Hilafet sunniliği ile imamet şiiliği arasında ciddi bağlar ve birliktelikler varken gerek sunni gerekse şii takipçilerin bir kısmı hangi entrikalarla birbirlerini tekfir etmekteler. Ebu Hanife(r.al) İmam Caferi Sadık'a(r.ah) yada İmam Zeyd'e(r.ah) böyle bir tavırla yaklaşmazken yine Ehl-i Beyt'in iki İmamı Ebu Hanife'yi(r.al) bağrına basarken geriden gelen takipçilere ne oluyor da araya duvar örebilme cüretini gösteriyor?
Mezheb kışkırtıcıları mezheb imamlarının yaşadığı dönemde sahnede olmuştur. Çünkü bu firavunların taktiğidir. Halkı fırkalara bölüp zayıf bırakmak ve sonra da dilediği gibi halka zulmederek saltanatını ayakta tutmak, onların siyasetidir. "Çünkü Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o bozgunculardandı." (Kasas 4) Ehl-i Beyt İmamı İmam Muhammed Bakır'a(r.ah) İmam Ebu Hanife'yi(r.ah) kötüleyenler de bu siyasetin farkında olarak yada olmayarak hizmetçisi olmuşlardı. Ama iki imam bir araya gelip görüştüklerinde buzlar erimiş ibretlik ve bir o kadar da ilmi bir görüşme olmuştur. Hadise şöyle olmuştur:
"Muhammed Bakır'a, Ebû Hanife'nin taabbudi hükümler üzerine kıyas yaparak İslam'ın özüne muhalif bir tavır içinde olduğu anlatılır. Bir gün Muhammed Bakır Medine'de Ebû Hanife ile karşılaşır ve ona, "sen kıyasla amel ederek dedem Hz. Peygamber'in (s.a.v) sünnetine muhalefet ediyorsun öyle mi", diye sorar?
Ebû Hanife; "Bu ithamdan Allah'a sığınırım. Sen konuşmana dikkat et ki; ben de sana karşı üslubuma dikkat edeyim. Çünkü Allah Resulü'nün (s.a.v) ashabına üstünlüğü gibi, seninde diğer insanlara üstünlüğün var..."
Bu ifadeler üzerine Ebû Hanife, Muhammed Bakır'a, "aklı mı dinin emrine, yoksa dini mi aklın tasarrufuna teslim ettiğimi öğrenebilmen için sana üç tane soru soracağım, bana cevap ver" der.
-Erkek mi yoksa kadın mı daha güçsüzdür?
-Kadın.
-Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır?
-Kadının payı erkeğinkinin yarısı kadardır.
- Eğer bu konuda iddia ettiğin gibi kıyasla hüküm verseydim erkeğe kadının payının yarısını verirdim. Çünkü kadın daha güçsüzdür.
- Namaz mı oruç mu daha üstündür?
- Namaz.
- Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet eder, hayızlı bir kadına orucu değil de daha büyük bir ibadet olan namazı kaza etmesini emrederdim
- İdrar mı yoksa meni mi daha pistir?
- İdrar.
-Eğer kıyasla hükmetseydim, gusül abdestinin meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın akmasından dolayı gerektiğini söylerdim.
Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır Ebu Hanife'nin haset sahiplerinin iddia ettikleri gibi olmadığını anlar, Onu alnından öperek kutlar.
Bu minvalde küffar'ın üzerimize üşüşüp bizleri katlettiği zamanda ahmakça davranarak onların ekmeğine yağ sürmek yerine ameli ihtilafları bir tarafa bırakarak aramızdaki ortak yüz binlerce kelimeyle diyaloğa girerek küffara karşı ittifak etmeliyiz. Kelime-i Tevhid bir ortak kelimedir. İmamlar bir ortak kelimedir. Ehl-i Beyt'in kapı eşiğinde buluşmam diyen birileri olabilir mi? Ebu Hanife'yi(r.al) İmam Malik'i(r.al) ciddiye almıyorum diyen bir sunni olabilir mi? İmam Hüseyin'e(r.al) Yezid zulmetmemiştir diyen bir mümin çıkabilir mi? Yezid'i çok seven çocuğunun adını Yezid koysun o halde, niçin çocukların adları Hasan, Hüseyin, Ali, Fatma, Osman, Ömer"?
İmam Caferi Sadık'ın(r.ah) vardığı bir neticeye İmam Malik (r.ah) de varınca niçin zındık(hâşâ) olmuyor. Yâda İmam Züfer (r.ah) bazı konularda Ehl-i Beyt imamlarının içtihatlarıyla aynı içtihatları paylaştığı halde niçin hala İmam-ı Azam'ın en büyük üçüncü talebesi olmaklığını koruyabilmişken, diğer taraf zındıka (hâşâ) olabiliyor?
Öbür taraftan soracak olursak; Hz Osman'ı (r.a) sevmek ve edepte kusur etmemek sözde Yezidilik oluyor da Hz. Ali(r.a) muhasara altında olan Hz. Osman'a(r.a) su taşıyınca, Hz. Hasan(r.a) ve Hz. Hüseyin'i(r.a) kapıya bekçi tayin edince (hâşâ) niçin yezidi olmuyor? Hanefi'den daha fazla sunnicilik ya da Ali'den(r.a) daha Alicilik, şiiliği ve sunniliği mezheb olmaktan öte bir din haline dönüştürmüştür. Bu mezheb anlayışı kimilerini öylesine acınacak hale ve düşüncelere itmiştir ki cidden muzdariptir. Ukubatı ve muamelatı uygulayan bir devlet zındıklıktan(!) kurtulamazken, resmi olarak dini olmayan başörtülü mü'mineleri okullara almayan laik bir devlet hala sunniliğin resmi temsilcisi zannedilebiliyor. Hey hat! Akıl fikir ver Yarabbi!
 

 

Medya-Makale Haberleri

Abdurrahman Dilipak: Apo’yu İstanbul’a kim getirdi?
Abdurrahman Dilipak: Keyfiniz nasıl?
Abdurrahman Dilipak: Suriye nereye?
Abdurrahman Dilipak: Zamane cinlerinin esrarı
Abdurrahman Dilipak: Gelin yeniden iman edelim