Baas- Esed Rejimini Türkiye’den Gayri Herkes Tutuyor

Selâhaddin Çakırgil

Ukrayna’da son bir 1 yıl içinde meydana gelen ve yüzlerce insanın hayatına ve iktidar değişikliklerine yol açan büyük karışıklıkları fırsat bilen Putin Rusyasının, ‘kendisine iltihak ettiği’ görüntüsü altında, Kırım’ı ilhak edivermesi ve Ukrayna içinde devam eden iç-savaş’ın başka bölgelerde devam etmesinde de etkili olmaya çalışmasından sonra, AB ülkeleri ve B. Amerika tarafından kuşatılmak istenmesine karşı çareler ararken, elini Türkiye’ye uzatması, ortaya ilginç bir tablo çıkardı.

Çünkü, ‘Erdoğan Türkiyesi’ de güçlendikçe, (Tayyîb Bey’in 3 Aralık günü kültür ve san’at alanında seçilen devlet sanatçılarına ödül verildiği törende, ‘Türkiye’nin hervele yaptığı’şeklindeki benzetmesiyle), özellikle son yıllarda, kapitalist emperyalizm dünyasının güç odaklarında Tayyîb şahsında Türkiye’ye de nasıl bir husûmet beslendiği daha bir açığa çıkmıştı.

Tayyîb Erdoğan ve V. Putin arasında şahsî güvene de dayanan yakın ilişkilerin ivmesiyle, ekonomik ilişkiler daha bir gelişme imkanına kavuşacak gibi.. Hele de Putin’in, ‘Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya akıtılacak olan Güney Akım Projesi’ni durdurduğunu ve bunun yerine Türkiye üzerinden yeni bir hat oluşturulması projesi üzerinde çalışıldığınıaçıklaması, Avrupa’da buz etkisi yaptı.

Özellikle de, Türkiye gibi NATO üyesi olan bir ülkenin, NATO’nun en büyük tehdid kaynaklarından birisi olan Rusya ile böylesine büyük çaplı ekonomik bağlar geliştirmesi, Batı ittifakınca elbette huzursuzlukla takib edilecektir.

Nitekim, Almanya’da hükûmetin parlamentodaki önde gelen isimlerinden ve CSU’nun dışpolitika sözcülerinden birisi Florian Hahn, 3 Aralık günü Alman N-TV kanalına yaptığı açıklamada, Türkiye ile Rusya arasında varılan ve gaz satışını genişleten anlaşmayı, ’Bir NATO ülkesinin Rusya’ya verdiği yanlış işaret’ olarak nitelendiriyor, Putin’in batıya mesaj vermek için Ankara’yı seçmesine dikkat çekiyor ve ‘Türkiye’nin kimlerle yakınlaşacağına ve ne tür anlaşma yapacağına kendisinin karar verebileceğini’ belirttikten hemen sonra,‘Ancak, Türkiye NATO üyesi olduğu gerçeğine uygun tavır sergilemeli ve NATO çıkarlarına uygun davranmalı.. NATO üyesi bir ülkenin Rusya’ya bu denli yakınlaşmasını doğru bulmuyorum..’ diyor; dahası, Türkiye’den, ‘Suriye krizi boyunca alman askerleri ve patriotlarıyla koruduğumuz bir NATO ülkesi’  şeklinde söz ediyor, fatura çıkarıyor ve‘Türkiye’nin şu anda iç politika bakımından da AB değerlerinden uzaklaştığını’  da sözlerine ekliyordu.

Ancak..

‘Suriye Krizi’ denilince..

Bu konuda, iki  ülkenin siyasetlerinin birbiriyle taban tabana zıd olduğu zâten biliniyordu.

Putin Rusyası’nın Suriye konusunda kararlı olduğu ve Suriye rejimini sonuna kadar destekliyeceğini bir daha ortaya çıktı. Bunu da tabiî karşılamak gerekir. Çünkü, 40-50 yıl öncelerde Rusya (o zamanki adıyla Sovyetler Birliği) Ortadoğu’da kapitalist emperyalizm dünyasından çok daha etkindi. Irak ve  Suriye’deki Baas rejimleri, Nâsır Mısırı, Gaddafî Libyası, Bumedyen Cezayiri, Ca’fer Numeyrî Sudanı, o zamanlar bir devlet olan Güney Yemen, büyük çapta Sovyet Rusya’nın manyetik alanında idi.

Bugün ise, sadece Suriye kalmış bulunuyor Rusya’nın manyetik çekim alanında.. Bu bakımdan, Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki tek üssü konumunda olan Suriye’yi kolayca elden çıkarmıyacağı açık..

Üstelik, Suriye’nin Rusya’ya Doğu Akdeniz’de sağladığı stratejik imkanları Türkiye ona sağlıyamazdı. Çünkü, hem Türkiye, geçmişten beri Rusya ile birbiriyle uyuşmayan jeo-politik ve religio-politik ve de stratejik açıdan, farklı dünyaları temsil eden iki bölge gücü idi; hem de, son 60-70 yıldır, Türkiye direkt olarak NATO üyesi bir ülke ve bu NATO üyeliğine de, Stalin Rusyası’nın açık tehdidleri üzerine girmeye mecbur kalmış bir ülke..

Bu bakımdan hem tarihî kökleri ve hem de bugün içinde bulunulan dünya şartları açısından Rusya ve Türkiye’nin -hele de geçmişte, Osmanlı döneminde-, güç yarıştırması yapmış olan iki güç odağının bugün ittifak yapması son derece zor gözüküyor. Çünkü, bugün birbirlerine geçmişteki liderlere nisbetle daha yakın durabilen Putin ve Erdoğan fânîdirler; tarihi hâfızâ ise, insan ömrüne nisbetle çok daha uzun ömürlüdür.

Buna rağmen, bu iki ülke bugün, her konuda görüş birliği içinde olamasalar bile, birbirleriyle kavga etmeden, birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayan iki komşu olmanın olabilirliğini, savaşsızca bir komşuluk oluşturmanın mümkünlüğünü sergilemek durumundalar.

Bu bakımdan, bu iki güç odağının Suriye Buhranı konusunda taban tabana zıd bir noktada olmalarını, birbirleriyle ileride askerî bakımdan karşı karşıya gelmek gibi bir noktaya vardırmadan sürdürebilecekleri söylenebilir. Üstelik bu noktada her iki taraf da, gaayet net durumdalar.

Her iki taraf da, bu konuda karşı ve zıd yaklaşım içindeler.. Ama, B. Amerika ve bütünüyle NATO dünyasının, Türkiye’ye kara ordusunu Suriye’ye sokması konusunda yaptığı onca baskı, entrika ve taktiklere Erdoğan yaklaşmadığı gibi; Putin de, daha bu krizin başında‘Suriye yüzünden bir savaşa girmeyecekleri’ni net olarak açıklamış bulunmaktadır.

*

Rusya, Amerika- İsrail, AB ülkeleri, Mısır, İran.. Esed’in korunmasına aynı çizgide..

Buna rağmen, iki tarafın tam karşı kanaatlerde oldukları, Putin’in son Ankara gezisinde bir kez daha ortaya çıktı.

Putin, bir soruya  karşılık verirken, ’Suriye'deki durumun normal olmadığı konusunda ortak düşüncemiz mevcud.. Orada çeşitli terör gruplarının güçlenmesini istemiyoruz. Orada yaşayan bütün insanlar kendilerini nasıl güvende hissedebilirler ve yönetim konusunda nasıl eşit haklar elde edebilirler, bu konuda işbirliği yapmalıyız.

Ama, bu kararlar öncelikle Suriye'nin halkı ve siyasi güçler için uygun olmalı. Daha önce Suriye ile ilgili tutumumuzu açıkladım.

Esed'in iktidarda kalması konusunda ısrarcı mıyız?

Ben bunun Suriye halkına sorulması gerektiğine inanıyorum. Seçimlerde Esed'in oy oranı oldukça fazla oldu.

Biz orada normal bir durum olduğunu düşünmüyoruz..’  diyordu.

Putin’in bu diplomatik sözlerine karşılık, Tayyîb Erdoğan çoğu zaman yaptığı gibi, yine hemen ve diplomatik olmayan bir netlikte ve ‘dünyada darbeciler hep yüksek oylarla gelirler.. Esed'in meşrulaştırılması gibi bir çaba var..’  çıkışıyla karşıladı.  

Erdoğan, Suriye konusunda Putin’e anında verdiği karşılıkla kendi görüşlerini bir kez daha tekrarlıyor ve şöyle diyordu:

’Esed rejimini yok farz etmek gerekiyor.  Bu konuda 4 yıllık bir süreç içerisinde birçok görüşmemiz oldu. Ben Suriye'deki mevcud yönetimin bu durumlarını çok açıkça ortaya koydum.

Suriye'deki şu halin bir çözüme ulaştırma konusunda mutabıkız, yöntem konusunda ayrılık var. Oradaki DEAŞ terör örgütüne yönelik ortak kanaate sahibiz. Hattâ, BM'de sayın Lavrov'u da dinlemiştim. Kendileri de DEAŞ terör örgütüne karşı ortak platform içerisinde yer alma düşüncelerini söylemişlerdi.

Dünyada senin teröristin iyi, benimki kötü diye bir anlayış olamaz. Teröre karşı ortak mücadele platformu şart.’

Bu sözlerinden sonra, Erdoğan konuya bir başka açıdan da bakıyor ve şöyle diyordu:

‘Konuya mezheb açısından bakmaya kalkarsak sorunu çözemeyiz. ’Esed giderse ne olur?’yaklaşımı da çok yanlış. Esed rejimini yok farz etmek gerekir. Esed ile beraber burada netice almak mümkün değil..

Burada Suriye'yi oluşturan bütün farklı kesimlerin oluşturacağı bir yönetimin oluşması gerekir. Bu anlayışla biz Suriye'ye karşı tavrımızı sürdürüyoruz.

Suriye seçimleriyle ilgili bir değerlendirme yapıldı.. Dünyada darbeciler hep yüksek oyla gelirler. Yüzde 90, yüzde 95 oyla.. Bizde de darbelerden sonra yapılan seçimlerde, açık oy, gizli tasnifle seçim neticelenir, ondan sonra istedikleri bir netice açıklanırdı. Bunun biliyorsunuz Mısır'da da neticesini aynı şekilde gördük. Kimler seçime katılabildi, kimler katılamadı? Aynı şekilde Suriye'de de seçime kimler katıldı, kimler katılamadı? Demokratik bir ortamda bu seçimlerin yapılamadığını görüyoruz. Nitekim Mısır'da demokratik bir seçim yapıldığında Mursî yüzde 52 gibi bir oyla iktidara geldi. ...Bunu görmemiz gerekir.’

Putin,  Erdoğan’ın, kendisinin yanlış düşündüğünü zımnen söylediği bu sözlerini hiç renk vermeden, tepki göstermeden dinliyordu. Erdoğan sözlerinin sonunda, Suriye Buhranı’nında çözümün kimlerin elinde olduğunu da zımnen açıklıyor ve  ‘Türkiye, Rusya, İran ve Arab Birliği’nin ortak çalışma yapması gerektiğine de değiniyordu.

*

Erdoğan’ın bu sözleri ne kadar gerçekçidir?

Amerika ve NATO dünyası, Suriye Buhranı’nın, -Erdoğan’ın dediği gibi-, üçlü veya dörtlü tarafların çabasıyla halline izin verir mi?

Bu, muhal..

Amerika bu kadar mı güçlü?’ denilebilir..

Ama, bu durum onun güçlü olmasından değil, son çağın en büyük ve en kural ve sınır tanımaz zorbası olmasından kaynaklanıyor.

Evet, B. Amerika, kendisini ‘dünya jandarması’ olarak gören, bir en büyük zorba.. O kadar zorba ki, Irak ve Suriye’de -sadece IŞİD’e karşı değil- kendi planları açısından tehlikeli gördüğü, her güç odağına karşı, uluslararası medyanın propaganda savaşıyla birlikte saldırıyor, dilediği yeri düşman mevzii olduğu ve teröre karşı çıkmak iddiasıyla bombardıman ediyor; ki, bunlar bazen okullar, sivil yerleşim birimleri, mabedler, hastahaneler bile oluyor. Bunu yaparken de, haydi, Irak’ı 11-12 sene öncelerde zâten işgal etmişti; Suriye’yi de, fiilen işgal edip, bombardımanlarını aylardır sürdürüyor.

Hiç bir BM. Güvenlik Konseyi kararı olmadan.. Yani, uluslararası hukuk açısından bir dayanak olmaksızın ve de  Suriye’nin toprak bütünlüğü veya bağımsızlığı gibi laflara hiç aldırmadan.. Çünkü, onlar için, yüzbinlerce insanı katleden ve başkent Şam’ın bir kesimi dışında bütün bir Suriye’yi dört yıla yakın zamandır hava bombardımanlarıyla, füzelerle viraneye çeviren Baasçı- Beşşar Esed diktatörlüğünnü mevcud durumda tercih edilecek en iyi rejim olarak değerlendirdiğini fiilen gösteriyor. Nitekim, Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin üç aya yakın zamandır kendi ülkesini bombardıman edişini, Beşşar Esed, ‘Bu mevzileri onlar bombardıman etmese, zâten ben edecektim..’ dercesine sessizce ve sevinçle seyrediyor. Halbuki, aynı rejim, Türkiye’nin Suriye toprağına bir adım atması halinde, bunu bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne bir saldırı ve savaş sebebi sayacağını açıklamakta; uluslararası hukuk kurallarını hatırlayarak.. 

Şübhe yok ki, Türkiye’nin de, -bir takım odakların emriyle değil, kendi müstakil karar ve iradesiyle- duruma müdahale etmeye kalkışması halinde, Suriye rejimi de, onun koruyucusu olan Rusya ile, hattâ Amerika ve müttefikleri de Türkiye’ye karşı çıkacaklardır.

İlginç bir diğer nokta da, Amerika ve müttefiklerinin Irak ve Suriye’deki mevzıleri bombardıman etmesinin mâlî bedelini Irak’dan tahsil etmesi.. Nitekim, geçenlerde Irak’ın yeni dışişl. bakanıİbrahîm Caferî, o bombardımanların karşılığı olarak Amerika’nın kendilerinden 500 milyon dolardan fazla bir meblağı istediğini, halbuki, başlangıçta böyle bir şeyden söz edilmediğini yakınarak dile getirmek zorunda kaldı.

Bu dar mezheb kalıplarından nasıl kurtulacağız?

Ama, bu noktada ilginç bir diğer güç odağı daha var, bölge açısından: İran..

Suriye’nin bombardıman edilişine IŞİD’i bahane ederek, o da alkış tutuyor.. Arada bir, IŞİD’in Amerika ve İsrail tarafından oluşturulduğu gibi iddialardan da el çekmeden.. Ama, Suriye ile olan 910 km.’lik ortak sınırı sebebiyle, kendi güvenliğini gerekçe göstererek, Türkiye müstakil olarak duruma müdahale etmeye kalkışacak olsa..

İşte o zaman, neler-nasıl olur, onu kestirmek zor.. Erdoğan, Putin’e, Suriye konusundaRusya, İran ve Türkiye arasında üçlü ya da Arab Birliği ile dörtlü bir çıkış yolu aramayı teklif ederken..

O çevreden, devamlı vurgulanan, Erdoğan’ın sünnîcilik yaptığı iddiası..

Halbuki, Tayyîb Erdoğan, bu gibi konulardaki hemen her konuşmasında, şiîlerin sünnî mescidlerine, veya sünnîlerin şiî mescid veya türbelerine İslam adına imiş gibi göstermeye kalkışarak saldırmalarına, bombalar patlatmalarına, yığınla insanların bu şekilde öldürülmelerine devamlı karşı çıkıyor.

Bunu samimiyetsizce söylenmiş sözler olarak niteleyenler ve onun sünnî mezhebçilik yaptığı konusunda kalb okuyanlar yok değil..

Öyle olduğuna ihtimal vermiyorum, ama, diyelim ki, öyle..  Pekiy, karşı taraf ne yapıyor?

Bakınız, İnqılab Muhafızları Ordusu’nun, 8 yıl süren İran-Irak Savaşı yıllarındaki başkomutanlarından ve hâlen de çok etkili resmî vazifelerde bulunan ve geçen seneki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de aday olup dikkat çekici oy alan Muhsin Rızâî’ye bağlı olması hasebiyle yarı resmî bir mahiyetteki bir internet sitesi olan ‘tabnak.ir’de 30 Kasım günü, ‘Erdoğan’ın, Nebel ve ‘Ez-Zehra şiîlerine saldırmak için planı..’ başlığı altında neler yazılıyor.

Efendim, Suriye’de, Haleb’in kuzey batısında, Türkiye sınırları yakınında Nebel ve Ez-Zehraisimli iki şiî yerleşim birimi  varmış da.. Erdoğan buraları yokettirmek için planlar yapıyormuş.. Bu yerleşim birimlerine Erdoğan’ın desteklediği ‘terörist gruplar’ca yapılan saldırılarda şimdiye kadar bin’den fazla kişi katledilmiş, ama, direniş yiğitçe sürüyormuş.. (Bu isimde yerleşim birimleri belki vardır, ama, o mekanlardaki sivil halk kesimlerinin hangi din, mezheb veya ideolojiden olduğunu da bilmiyorum, ama, bu satırlarda iddia edildiğine göre, onlar gerçekten de şia mezhebinden bir taife var midir, bilmiyorum..)

Yazıda, ‘Erdoğan’ın, üç sene önce, abdest alıp, Şam’daki Emevi Camiinde, biraderleriyle  -yani IŞİD’çi ve en’Nusra’cı teröristlerle- namaz kılacağını söylediği, ama hedefine varamadığı’ belirtiliyor. ‘Bugün müşterek sınır yakınlarındaki o teröristler Suriye ordusunun ve onların mücahid müttefiklerinin çizmeleri altında eziliyor ve Haleb’in de bu vatansızlardan kurtarılması an meselesi..’ imiş.. ‘Erdoğan İran’dan ve şiîlerden intikam da intikam almak ve , Haleb’in bu teröristlerin elinde kalması için çırpınıyor, ve bu günlerde 800 milyon dolara mal olan sarayından, bu şiî yerleşim birimlerinin kanlı şekilde ezilmesini seyrediyor’muş.. ‘Erdoğan, ordusunu Suriye’ye sürmeye cür’eti olmadığı için, selefleri gibi, ‘yeniçeri’lerden istifade ediyor’muş.. ‘Ama, İran’dan korkuyor’muş..

Bu cümlelerden daha da ilginci şöyle: ‘Son üç sene zarfında, İran, en seçkin generallerini, Suriye’ye yardım etmeleri için açıkça Suriye’ye göndermiş ve onların yardımları sâyesinde, türk ve arabların viran edici planları etkisiz hale getirilmek istenmiş, ama, Türkiye gizlice Suriye’ye gelip uğursuz hedeflerine varmak’ istemiş.. Bunun için de,‘Kuzey Suriye’de faal olan tekfirci vehhabi, en’Nusra, Khorasan gruplarına, Kafkasyalı teröristlere yardım ediyor’muş..

Yazının son paragrafı ise, daha bir ilginç..

Aynen şöyle: ’Ankara liderleri çok iyi biliyorlar ki, bu günlerde Irak ve Suriye’de Ehl-i Beyt (a) harimi savunucularının çizmelerinin, vehhabîlerin kulaklarını sağır eden sesleri, gerektiğinde ve gerekli emir verildiğinde, diğer sınırlarda da hazır olacak ve İran, ulusal menfaatlerini ve  müttefiklerini savunmak için en münasib adımı atmaktan ve, irade ettiğinde İran halkının hareketini önlemek isteyen bütün çabaları etkisiz hale getirmekten asla geri durmayacaktır. (...)’ 

*

Bu yazıya gelen yüzlerce yorumda dile getirilenler ise, -ironisi bile gönle girân geliyor ama, tam da müslümanların vahdetine hizmet edecek (!!!) şekildeydi!! Müslümanların mezhebî taassubla birbirinin boğazına sarılmasını daha bir teşvik eden öylesine cümleler ki sıradan kimselerin kaleminden çıkmadığı da  anlaşılıyor.

Yazık!.

Bu sözleri yayımlayan medya organlarının Erdoğan’ı sünnici , mezhebçi olarak suçladıklarını da hatırlayalım.. O zaman, insan sormadan edemez herhalde, ‘Pekiy, o öyle ise, siz nesiniz ve necisiniz?’ diye..  Kendi halini gizlemek için, başkalarını aynı şekilde suçlamak durumu gibi bir şey..

(Hatırlayalım, Pennsylvania Şeyhi, yıllarca, ‘İranlılar taqıyye yapar..’ deyip dururken, meğer asıl ‘taqıyye’yi kendisi yapıyormuş ve kendisini o yolla gizliyormuş.. Burada da aynı kurnazlık veya taktik durum, galiba..)

*

Bu ve benzeri yazıların herhangi bir yayın organında değil, resmî ağırlığı olan kişilerin elinde ya da doğrudan devlet tarafından yayımlanan medya organlarında, gazetelerde hem de sıklıkla yer almasını nasıl izah etmeli?

Ankara’dakiler bu gibi tehdid yazılarından korkar mı bilmem; ama, ben bu gibi  anlayışlardan ürperiyor ve de dehşete düşüyorum.

Allah aşkına, bu mudur İslam’ın bize öğrettiği?

Bu kadar katı mezhebçiliği kim yaparsa yapsın, Allah’a sığınıyorum.

haksöz