Aylardır tartıştığımız "iyi şeyler"i bir kenara bıraksak bile, dün 34 PKK'lının teslim olmasıyla kendini gösteren süreç, tek başına "iyi şeylerin de olabileceğine" dair inancımızı güçlendirmeye yeterdi. İtirazlar, eleştiriler, kaygılar elbette çok önemli. Ancak, genel geçer itirazlarımızı gözden geçirirsek, kesin yargılarımızı kontrol edersek, "iyi şeyler"e yönelmede cesur olursak, bazı şeylerin değişebileceğine dair kesin yargıların etkisini biraz kırabiliriz.
Ermenistan'la Protokol'ü "Azerbaycan'ı satmak", PKK konusundaki çözüm arayışlarını "Türkiye Cumhuriyeti'ni terörle dize getirmek", Suriye ve Irak'la bütün dünyanın dikkatini çeken ileri derecede ortaklık anlaşmalarını "rol dayatma" olarak nitelemek ya da "Büyük Ortadoğu Projesi"ne hapsetmek, bugünler itibariyle yapılacak en kolay değerlendirme olacaktır.
Azerbaycan ve işgal altındaki topraklar, PKK kartı, etnik bir mesele ile Türkiye'nin bütün enerjisini içeride tüketmeye mahkum edilmesinin kimlerin tezgahı olduğu, Büyük Ortadoğu Projesi'nin aslında ne olduğu konusunda en yoğun tartışmaların yapıldığı, en özel bilgilerin paylaşıldığı yerlerden biri oldu bu köşe. BOP projesini herkes göklere çıkarırken, bu projenin aslında askeri bir proje olduğu, yıllar önceki yayınlardan çıkarılıp bütün detaylarıyla ilk kez burada aktarıldı.
O projenin merkezinde bir Ortadoğu tasarımı vardı. Tasarımın merkezinde de İsrail'in öncelikleri vardı. 1997'lerde askeri güvenlik stratejileriyle pazarlandı, George Bush döneminde ise demokrasi ve insan hakları söylemleriyle. Ama hiçbir zaman özündeki İsrail önceliklerinin dışına çıkmadı. Hedefi ise İran, Irak ve Suriye'nin istikrarsızlaştırılması, tecrit edilmesi, mümkünse tasfiye edilmesiydi. Irak'ın işgali o projenin ürünüdür. Suriye ve İran'ın tehdit gösterilmesi o projenin ürünüdür.
Oysa bugün yapılmaya çalışılan çok farklı. Öncelikle merkezinde İsrail yok. Türkiye ve İsrail arasında son gelişmeler üzerinden kendini belli eden krize dikkatle bakıldığında, iki ülke arasındaki ilişkilerin eski seyrinden uzaklaştığı farkedilecek, bu açı genişlemesinin devam edeceği anlaşılabilecektir. Sorun sadece bir tatbikattan dışlama, bir dizi, 29 Ekim resepsiyonuna tavır koyma değil. Bütün bunlar, yaşanan ayrışmanın gün yüzüne çıkan sonuçları sadece ve yeni örneklerle kendini belli edecek. Kandil kartı, terör kartı, ayrıştırma kartı birilerinin elinden alınıyor. Kayıplar arttıkça hırçınlık daha da artacak.
Bugün yapılmak istenen şey, BOP'ta olduğu gibi İran, Irak ve Suriye'yi dışlamak değil. Tam tersine bir çekirdek oluşturmak, geleceğe dair bir ortaklık inşa etmek, siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda ulus üstü yapılanmaların temellerini atmak. İsrail bu sürece ancak bölgeye bakışındaki geleneksel çatışmacı perspektifi yumuşatabildiği oranda katılabilecek. Hal böyle iken, İsrail'le yaşanan gerilimi bir tür danışıklı dövüş gibi göstermek, hiç de sağlıklı bir bakış açısı olmamalı.
Geçtiğimiz Perşembe günü Bağdat'ta tanık olduklarımız, bir yıl önce yine Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Bağdat ziyaretinde tanık olduklarımız bize BOP'un ötesinde bir şeyler anlatıyor. Sadece Bağdat'ta değil, Suriye ile yürütülen süreç ve sadece içeride değil uluslararası kamuoyunda dikkatle izlenen Türkiye merkezli diğer gelişmeler, "yeni bir durum"a işaret ediyor. İşte bu yeni durumu, bazı noktalarda birilerinin çıkarlarıyla kesişiyor diye mahkum etmek, insafsızlık olur.
15 Ekim'de 48 mutabakat zaptı üzerinde anlaşma sağlandı. Eki ülke bakanları, ortak bir hükümet gibi çalıştı. Çalışmaya da devam edecek. Güvenlikten sağlığa, petrol ve doğalgaz anlaşmalarından eğitime, bayındırlık işlerinden büyük ulaşım projelerine, yeni sınır kapılarından serbest bölgelere kadar, siyasi, ekonomik ve askeri alanda iki ülkeyi adeta entegrasyona doğru yönlendiren ortaklıkların alt yapısı hazırlanıyor.
Aynı anlaşmalar Şam yönetimi ile de yapılıyor. Türkiye-Suriye-Irak üçgeninde belki de geleceğin Ortadoğu'sunun temelleri atılıyor. Bu büyük proje için, Türkiye'nin elini kolunu bağlayan sorunlar da diğer taraftan çözülmeye çalışılıyor.
Geçtiğimiz yılki ziyarette; "Alman-Fransız ekseni"ne benzeyen anlaşmalar imzalandığında Başbakan'ın yüzünde sevinç, ümit ve kararlılık vardı. Bir şeye inanmanın görüntüsüydü bu. Bağdat'ı gördüğünde; "Keşke görmeseydim" diyecek kadar üzülen, Filistin'deki duvarların benzeriyle kaderine hapsedilmiş o imparatorluklar eskiten şehrin hazin durumundan derin üzüntü duyan bir Başbakan'ın, o ülkenin geleceğine katkıda bulunmanın, ortak bir gelecek kurabilme heyecanının yansımasıydı. O zaman yapılan anlaşmayı "Gizli Anayasa gibi ortaklık" olarak nitelemiştim.
Perşembe günü aynı heyecana, istekliliğe ve kararlılığa bir kez daha tanık olduk. Türkiye'yi temsil eden dokuz bakan, anlaşma metinlerine imza koyarken "iyi bir şey yapmanın" heyecanını yansıtıyordu. Iraklı bakanlar ise, muhtemelen Ocak ayında yapılacak seçimlerin, ülkenin içinde bulunduğu kaotik durumun, siyasi gruplar arası çekişmenin, işgal altındaki bir ülkenin yeni bir gelecek inşa etme gibi ağır düşüncelerin etkisinde gibiydi.
Suriye ve Irak'la birlikte bir model oluşturuluyor. Adı ne olursa olsun, nasıl ifade edilirse edilsin bu model, bu çekirdek oluşum bölgenin geleceğini şekillendirecek. 20. yüzyılı olmayan bu bölgenin 21. Yüzyılda varolma mücadelesine mi tanık oluyoruz? Hep birlikte göreceğiz. Ama söz konusu yakınlaşma, anlaşmalar, ortaklıklar çok yakın zamanda dev bir ekonomik alan, güçlü bir siyasal dayanışma, ortak askeri projeler/güvenlik stratejileri, Basra Körfezi'nden İstanbul'a kadar bütün bölgeyi birbirine bağlayacak, yakınlaştıracak, güçlü bağlar oluşturuluyor. Bu oluşumun dışında kalanların, oluşumu etkileyip yönlendiremeyenlerin, sabote etmeye girişenlerin müdahalelerini, rahatsızlıklarını açıktan görmeye başladık. Asıl üzerinde durulması, eleştirilmesi gereken bu çevrelerken, "iyi şeyler"in yargılanması, eleştiri ve uyarıların ötesinde mahkum edilmesi, Türkiye'ye zarar verici noktaya doğru ilerliyor.
Bu sefer, geçtiğimiz yıl olduğu kadar da Bağdat'ı göremedik. Yine duvarlar, yine olağanüstü güvenlik, yine korku ve belirsizlik. Neler değişmemiş?
Hani İsrail-Filistin arasındaki örülen, şehirleri, mahalleleri, aileleri bölen, okulu öğrencisinden, hastaneyi hastasından, camiyi cemaatinden ayıran o yüksek duvarları Bağdat'ta aynen duruyor.
"Yüzlerce yıl aynı mahallede, aynı sokakta yaşayanlar birbirinden koparılmış, yollar beton bloklarla kapatılmış, köprüden geçerken beton bloklardan nehri bile göremiyorsunuz. Bu kadar mı? Evlerin, malikanelerin bahçeleri bu duvarlarla kapatılmış, birkaç metre ötesini göremiyorsunuz. Zırhlı araçlar içinde, korumalar eşliğinde, harabeye dönüşmüş havaalanından alınıp, harabeye dönüştürülmüş yollarda ilerleyip ABD'nin Bağdat'taki siyasi merkezi olan Yeşil Bölge'ye götürülüyorsunuz. Yol boyunca gördüğünüz tek şey gökyüzü. Irak neresi, Bağdat neresi, insanlar nerde?"
Bu soruları sormuştum o zaman. Bugün yine aynı soruları soruyorum.