Bu mümkün müydü?
Aradan otuz sene geçmişti; onu unutmamıştım. Kaybolup gitmişti. Hatırıma düştüğü zamanlar acısını da beraber hissediyordum. Oturduğum yerden zorla kalkıyordum. Namazda rükuya eğilip doğrulmak, benim için Filistin askısı kadar eziyet veren işkenceye dönüşüyordu. Bir çay içimi oturduktan sonra ayağa kalkınca kalçamdaki batan iğneli acının geçmesi için bir süre hareketsiz, öylece bekliyordum" Sanki kalçamdaki bir nokta vücudumun diğer azalarına katılmak için bir süre inatla direnip acılar yaşatıyordu.
Namazda dahi ölüyorum
Gittiğim doktorlar beni sedyeye yatırıp teşhis için belirledikleri hareketleri yaptırmaya başlıyordu: "Dizini çek, ağrı var mı?" Bütün dikkatimle bir ağrı arıyorum, "Yok." "Kalk, eğil." Eğiliyorum. "Ağrı var mı?" "Yok." Doktor gülerek yüzüme bakıyor. "Bu hareketlerde bir şey yoksa sende 'şudur' diyebileceğimiz bir hastalık yok." "Doktor bey, acıya dayanamadığım için geldim. Şu anda sanki bir yere saklandı veya sizin bu hareketleriniz ağrı veren yerle örtüşmüyor. Namazda dahi ölüyorum" diye bir inadın, ya da çare aramanın peşine düştüm. "Bir de film çektirelim" diyerek elime yazdığı kâğıdı tutuşturdu.
O acıyla yıllarca yaşadım
Filmde de bir şey çıkmamıştı. Belki de gönlüm olsun diye beş iğne yazdılar.
O acıyla yıllarca yaşadım. Bir başka dertten hastaneye yatmıştım. Kan verme, ilaç kullanma derken tedavim sürüp gidiyordu. Ne olduysa oldu, kalçamdaki acı veren sancı beni bırakıp gitti. Ne kadar sevindiğimi kimse bilemedi. Aylardır hastane yatağına bağlayan öteki tedavinin sonucu, beni, terk eden ağrı kadar sevindirmedi.
Uyumalıyım, sabah yapılacak işler var
Havanın zaman zaman kar savurduğu bu kış günü sol kalçamın ortasında bir sancı peyda oldu. Otuz sene sonra yeniden titredim. Oturduğum masanın başından kalkıp kanepeye uzandım. Ama Allah'ım, bu ne ağrı. Elimi ağrıyan noktanın üzerine bastırdım. Sol ayak tabanımın karıncalanmaya başladığını hissettim. Sağa döndüm, acı daha da arttı. Sola döndüm. Kalktım, elime bir kitap aldım. Bir süre oyalanıp mecburen yatmaya gittim. Önce yorgan terletiyor, sonra battaniye, hepsi bahane. Uzanınca ızdırabım artıyor. Tekrar kalkıp masanın başına geçtim. Gözüm yazı görmüyor. Üstüme battaniyeyi alıp kafamı yorgun kamyon şoförü gibi masaya koydum. Uyumalıyım, sabah yapılacak işler var.
Bu acı, o acı mı? O da sol tarafımda mıydı? Çaresiz yeniden uzandım. "Allahım, dertleri veren de sensin alan da; bana yardım et" diye dua ettim. Sonra acının üstüne gitmeye karar verdim. Kalçamdaki acıyı, yediğimde ağzımı tarumar eden acı biber gibi düşündüm, düşündüm. Hayret, acıyı bir başka algılamaya başladım. Önce diz kapağımın altındaki damarların nabız gibi attığını hissettim, şaşırdım. Sabah namazına kalktığımda uyumuş, dinlenmiş, rahatlamıştım.
Kömür dağıtmak sizden geçti
Bugün arefeydi. Yerine teslim edilecek emanetlerin son günüydü. "Allahım, sen duaları kabul edensin, sana şükürler olsun."
Rüzgârın savurduğu soğuk, giysilerimi delip vücuduma saplanıyordu. Gözüme vuran rüzgârsa saydam tabakanın üstünden topladığı damlacığı öbür taraftan başarıyla söküp çıkarıyordu. Kamyonetin kasasını taşıyabileceği kadar torbalanmış kömürle doldurduk. Üzerine de odun çuvallarını yığdık. Meydanı kamçılayan rüzgâra ve buz gibi havaya bırakıp arabaya bindik. Gençlerin kızdıkları, söyledikleri kulağıma geldi : "Kömür dağıtmak sizden geçmedi mi? O işleri bırakmalısınız. Biz yapmalıyız" diyorlarmış.
Kendilerini genç kabul edenler; benim ve arkadaşımın yorulmamasını düşünerek böyle konuşuyorlarmış. Bize 'yaşlandınız' dediklerinin farkında değiller miydi? Kopartmak, kenara çekmek, işi bitmişlere çevirmek demekti bu. Onlar öyle düşünmüyorlardı. Kendilerince bizi düşünüyorlardı.
Böyle bir hayır devredilir mi?
Biz yine alışkanlıklarımızdan vazgeçmedik. Kapı kapı dolaşıp muhtaçların ihtiyaçlarını gidermeye bir küçük katkıda bulunmak yormazdı. Böyle bir hayır devredilemezdi. Altımızdaki kamyonet her yokuşu çıkamıyordu. O zaman yolu uzatıp gidiyorduk. İnen yükten sonra inişe geçtiğimizde hiç nazlanmıyordu. O zaman da ben başıboş bırakmıyordum.
Arkadaşım benden on yaş büyüktü. Yetim büyümüştü. Her biri ayrı bir kıymet olan altı oğlu vardı. "Torunların sayısı çocuklarınkini geçti. Şaka gibi geliyor. Yakında onlar da evlenmeye başlayacak" diye konuşmayı açtı.
Şimdi sırada kim var?
-Ne o sen de yaşlandığını ispat eder gibisin.
Oturuşu da yürüyüşü gibi dimdikti. Belini daha bir dikti.
-Ne yaşlanması; her torunda kendimi daha bir genç ve dinç hissediyorum. Bu bir başka duygu. Allah sana da göstersin, inşallah. Şimdi sırada kim var?
-İlahiyatta okuyan Muhammed'e uğrayalım.
-Onun bayram tatiline gitmediğine emin misin?
-Evet, memleketi uzak. Gidecek durumu yokmuş. Bayramda ziyaretime geleceğini söyledi. Onun için eminim.
-Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. O da okulunu bitirip gider. Evli okumak daha da zor.
-Kız bir iş bulmuştu. Vicdansız adamların verdiği ücretle günde iki sandviç yenmez. Ama kıza aferin, eşinin okulu için yok pahasına çalışıyordu.
-O ücrete çalışılmaz. Kızın evinden çıkıp yorulduğuna değmez. Fakat ne yapsınlar.
İş yapacak olan adam beklemez
Aracın camını biraz aşağı indirdim. Esen rüzgâr dışarıdaki soğuk havayı hışımla itip içerideki sıcak havayı dövercesine önüne katıp sürmeye başladı. Aniden basan soğuk havayla titredik. Camı hemen geri kapattım.
-Allah Allah, rüzgâr daha da sertleşmiş. Hava bu kadar soğuk muydu?
-Biz arabanın içindeyiz. Dışarıyı hissetmiyoruz. Yine de insanlar alışverişteler.
-Bayram üstü mecburen sokaktalar. Aksi halde bu soğukta dışarı çıkmak akıl kârı değil.
-Gençler sitem etmekte haklılar. Eskiden araçla bir yere giderken bir de şoför arıyorduk. Bir kere de, şoför olmadan, 'sen sür gidelim' demiştim. Bak, o gün bu gündür aracı da sen sürüyorsun, haklılar, haklı.
-Bu koca şehirde çağrıyla boğulmanın âlemi yok. İş yapacak, insanlara faydalı olacak beklemez ve bir iş tutar.
İndiğimiz derede rüzgâr şiddetini azaltmıştı. Burası sağlı sollu çok katlı yeni yerleşimdi. Yeni açılan lisenin önüne belediye, araçları yavaşlatmak için iki de kasis yapmıştı. Kasadaki yükü de düşünerek iyice yavaşladım. Birinci vitese düşen araç nerdeyse duracaktı. Ön tekerler kasisi geçti. Arkası yine de sıçradı. Havalanan kömürler gürültüyle yerlerine yerleştiler.
-Sondaki binada mı oturuyor?
-Bir öncekinin giriş katında.
Dört apartmanlık bir siteydi burası. Binanın önünde durdum. Kapıyı zorla açtım. Rüzgârla mücadele ediyordum. Kalçamdaki sancı beni güçsüzleştiriyordu. İndim. Hızlı kapanmaması için de kolu yavaş bıraktım. Rüzgâr, kabanımı sırtımdan çıkarana kadar haşindi. Sırtımı ona dayayıp düğmeleri taktım. Apartman kapısına doğru yürüdüm. Ellerim soğuktan çarpılmıştı; beklemeden ceplerime soktum.
Daha muhtaç aileler vardır
Cümle kapısındaki zil sütununu gözlerimle taramaya başladım. En altta zorla seçilen 'M' harfine bir lahza baktım. "Muhammed, bu olmalı" diyerek parmağımı uzattım. Bir kere daha dokundum. Kilide kumanda eden otomatiğin sesini duydum. Demir kapıyı itip içeri uzandım. Muhammed ev kapısını açıp göründü.
-Selamun aleyküm Muhammed. Hayırlı günler.
-Aleyküm selam ağabey hoş geldin.
- Ayakkabılarını giyip dışarı gelir misin?
Tekrar dışarı çıktım. Ayakkabılarını giyen genç de koşup yetişmişti.
-Odun, kömür dağıtıyoruz. Senin için de on torba kömür, üç çuval odun yazdık. Daha fazla dersen bırakabiliriz.
-Yeterli. Daha muhtaç aileler vardır.
Arkadaşım inip biz gelmeden kasayı açmıştı. Torbaları yüklendik.
-Lütfen siz zahmet etmeyin. Ben taşırım, diye ellerini uzattı Muhammed.
-Üç kişi daha çabuk taşırız. Bizi ecirden mahrum etme Muhammed, dedim.
Yarın bayram, ihtiyacın vardır
Taşıma işlemini bitirmiştik. Elimi Muhammed'in omzuna koydum, yutkundum. Ne kadar zor geliyordu.
-Muhammed, benim için teklifi de zor, yanlış anlama. Başkalarının dağıtılması için verdikleri emanetler var. Talebesin, yarın bayram, ihtiyacın vardır, sana da bir miktar vereceğim. Lütfen kusura bakma.
Delikanlı gözlerini gözlerime dikti. Buğulanmış gözleri görünce 'çocuk üşüdü' diye düşündüm. Rüzgâr soğuğu kamçı gibi vurmaya başlamıştı yine.
-Uzak olduğu için memlekete gidemedik. Evdeki son yakacağımızı da akşam bitirdik. Son paramızla sabah bir ekmek aldım. Zili çaldığınızda eşimle beraber ağlıyorduk. Allah yardımcılarını işte böyle gönderir.
Gözlerinden iki damla yaş daha indi. Donup kalmıştım. Cebimdeki elim durmamıştı. Onun için ayırdığımı artırarak cebine koydum.
-Bu şehirde bizim misafirimizsin; kapımızı çalacak, derdini açacak kadar tanımadın mı bizi?
-Ne bileyim ağabey, hiç de kolay değil.
-Haydi, içeri git. Daha fazla üşüme. Eşine selam söyle. Bayramınızı şimdiden tebrik ediyorum.
Hızla arabaya binip çalıştırdım. Hareket ettirdim. Daha önce binip beklemekte olan arkadaşım:
-Ne oldu? Ne bu telaş?, dedi.
Cevap vermeden sokağın köşesini döndüm. Aracı kenara çektim. Alnımı direksiyona dayadım; hüngür hüngür ağlamaya başladım.
Özlem Torun Ayvakti dergisinden ç-alıntıladı
dunyabizim