17 Mayıs 2010, günortası, bir arkadaşla sohbet ederken, bir taraftan da televizyon ekranına düşen bir habere bakıyorum: "Afganistan"da uçak düştü, yolcular arasında 3 de Türk var.."
Zihnime bir şeyler takılıyor.. Avrupa havalaanlarına inmesine izin verilmeyen demode Rus uçakları ile yapılan uçuşların risk yüksekliğini düşünüyorum..
Bu arada, kaç yolcunun olduğunun açıklanmayıp, yolcular arasında sadece 3 de Türk yolcunun olmasına vurgu yapılmasındaki haber sunumuna değiniyoruz..
Ve yarım saat geçmemişti ki, önce Hüsnü Yazgan ve sonra diğer dostlardan telefonlar gelmeye başladı.. O düşen uçaktaki yolculardan ikisi, İHH elemanı ve gönüllüsü olarak Afganistan"da bulunan Bahaddin Yıldız ve Faruk Aktaş idiler..
Ve muhtemel en ağır ihtimalin gerçekleşmiş olabileceğinin düşünülmesi gerekiyordu..
Bahauddin"in refikası, iki yıldır Dortmund"da Diyanet"te hanımlara dersler vermek üzere vazifelendirildiğinden, kendisi de sık sık ailesinin yanına gelir-giderdi..
Ortaya çıkan bu yeni durum üzerine, derhal ailesini haberdar etmek ve gelişmelere hazırlanmak üzere yola çıkıldı.. Ancak, ailesinin haberi yoktu.. Haberleri izlememişlerdi.. Bu durumda, bir kaza meydana geldiğinden haberdar edilmeleri kararlaştırılmıştı..
Ama, Dortmund- Herten"e varıldığında, müslüman hanımların, gruplar halinde Bahauddin"in refikasının bulunduğu, mescidin yanıbaşındaki lojmana doğru akın ettiği görüldü.. Yani, durum genel çerçevesiyle, önceden iletilmişti.. 11 yaşındaki kızı Fatma Reyyan"dan ise durum saklanmıştı.. O bir şeyleri anlamaya çalışıyor ve "Bugün burası niye böyle kalabalık?" diyerek bir şeyleri anlamaya çalışıyordu.. Daha büyük olan kızı ise okuldan dönüşünde, evlerinin önündeki kalabalığı görür görmez, bir şeylerin olduğunu hemen anlamıştı..
*
Bahaddin (Bahauddin) Yıldız"ı ilk kez 1980"lerde, o dönemin "Akıncılar"ının en hareketli, cevval isimlerinden birisi olarak tanımıştım.
Sivaslıydı, Erzurum"da yüksek tahsilini yapıyordu ve orada evlenmişti.. Hayat arkadaşı da kendisi gibi, en temiz ideallerin has öncülerindendi ve kendilerine seçtikleri bu kutlu hayat çizgisi boyunca her türlü fedakarlığı taa baştan kabullenmişlerdi..
İzmir Akıncıları"nın sorumlusuydu, asıl karargâhını İzmir"de kurmuştu denilebilir.. (Bir gün, İzmir"e bir "müslüman yazar" gelmişti, onu misafir ediyorlardı.. Ama o kişinin yanında, İslamî örtüye riayet etmeyen bir hanım vardı.. Onun, "ağabey"lerinin bir yabancı misafiri olduğunu düşünmüşlerdi, ama, sonra, onun "yenge"leri olduğunu anlayınca, hayretlerini gizleyememişlerdi.. O "müslüman yazar" kişi de, durumunu "Biz hüznümüzü kalbimize gömmüşüzdür.." diye anlatmıştı.. Bahauddin, benzer tablolarla karşılaştığımızda, "Bu da hüznünü kalbine gömmüşlerden.." diye anlatırdı, durumu..)
1980 sonrasında.. İran- Afganistan, Pakistan, Keşmir ve diğer yerler.. Ve daha sonra, Filistin- Bosna ve diğer yerler bu cümleden.. Bir 30 yıl, hep dolu dolu geçmişti..
Afganistan"da uzun yıllar boyu kalmış, mücadelelere bizzat da katılmış ve ağır şekilde yaralanmıştı da...
O mücadele günlerine aid ve Abdulhamîd Muhacir imzasıyla ve sonra da kendi adıyla yazdığı eserleri ve makaleleri ile, genç müslüman nesillere çok şeyler veriyordu..
Daha sonraki yıllarda da Afganistan baş ilgi odağı olmaya hep devam etmişti, ama, o, bir zamâne Evliya Çelebisi gibi bir çağdaş gezginci gibi idi.. Hele de her nerede bir cihad eylemi, bir mazlum halk hareketi varsa ve hattâ müslüman olmayan mustaz"af halklarla da ilgilenmeye, onlarla dayanışma içinde olmaya can attı..
Bahauddin, bir inanç, eylem, samimiyet ve heyecan adamı idi; bir ümmet ve hizmet bayrakçısı idi..
"Ben bir insanın, kendi inanç ve ölçülerime göre, haklı olup olmadığına bakarım; ondan sonra, ona yardımcı olmak için, ardıma bakmam.." diyen bir anlayışla hareket ederdi..
Dışgörünüşüyle, oldukça sâde ve ağır beden işçisi bir kimse görünümü verirdi, (esasen, maişetini inşaat işleriyle meşgul olarak çıkarırdı..) Ama, onunla biraz konuşanlar, o dış görünüşün içindeki yüreğin ve beynin ne kadar hassas ve dikkatli ve rikkatli olduğunu hemen anlarlardı..
*
Afganistan"da geçen yaz yapılan başkanlık seçiminde Hâmid Karzaî"nin karşısındaki aday olan Dr. Abdullah Abdullah"la görüşmek üzere 21 Şubat 2010 günü, Paris"e giderken, (benim Paris"e daha önce gitmiş olmam dolayısiyle) beni de almışlardı yanlarına ve o görüşme sonrasında, Paris"i saatlerce birlikte gezmiştik, Bahauddin"le..
Nisan başında da, Avusturya-Linz"deydik, Âkif Emre kardeşle birlikte, bir kaç gün boyunca..
Orada, yakında Afganistan"a yine gideceğini, İHH adına bir yetimhane tesis etmek üzere, bir yer alındığını, karşılaşılan nice bürokratik engellere ve işbilmezliklere rağmen, epeyce yol aldıklarını heyecanla anlatmıştı.. Karşılaştığı tahammül edilmesi imkansız sanılan nice yoksulluklar içindeki mazlum insanların ve hele çocukların çektiklerini anlatırken, gözleri dolar, boğazı düğümlenirdi..
Aynı şekilde Gazze"yi, Bosna"yı anlatırken de..
Geçen Kurban Bayramı günlerinde, Sırbistan"da müslüman olmayan yoksulun yoksulu bir çingene köyünde birkaç sığır kesip halka dağıttıklarını ve onların bundan dolayı ne kadar mutlu olduklarını anlatırken de..
Âkif"in, "Kanayan bir yara gördüm mü, yanar taa yüreğim,/ Onu dindirmek için tekme yerim, çifte yerim.." mısraının günümüzdeki canlı örneğiydi Bahauddin.. Ve bu hassasiyet ve heyecanlarını hiç yitirmemiş nâdir insanlardandı.. Hele genç insanlarla nasıl da sıcacık gönül bağı kurabiliyordu, imrenirdim.. Avrupa"ya geldiğinde, nerede olduğunu takib etmek de pek mümkün olmazdı.. Bir gün Bosna"dan çıkar, bir gün Avusturya"dan veya Almanya"nın değişik yerlerindeki dostlarının yanından..
Ayrıca, kendisini kritize etmeye, süzgeçten geçirmeye de hazır, "geçmişte veya bugünlerdeki değerlendirmelerinden yanlış olanlar var mı?" diye samimiyetle sorardı, benim de, niceleri gibi kendisine de sorduğum üzere.. Geçtiğimiz aylarda İran Belûcistanı"nda yakalanan ve genel düzenlemesi Şia fıqhına göre düzenlenmiş olan İİC"deki uygulamalara "Sünnîlik" adına karşı çıkmak gerekçesiyle yaptığı/yaptırdığı kanlı terör eylemlerinin, yüzlerce mâsum insanın mescidlerde bile öldürülmesinde aslî âmil olan Abdulmâlik Rigî"nin yakalanmasından sonra yazdığı yazı üzerinde de bu mânâda bir değerlendirme yapmıştık.. Aynı zaman diliminde tanıştığımız Yakub Aslan kardeşimizin bazı değerlendirmeleri üzerinde de..
Tahran"ın dondurucu kış gecelerinde, ısıtılması mümkün olmayan mekanlarda, yer minderleri üzerinde, battaniyelere sarılıp, (rahmetli eşimin yaptığı) çorba veya çaylarla ısınmaya çalışarak, seher vakitlerine kadar süren nice tartışma ve değerlendirmeleri yaptığımızı da hatırlardık....
*
Evet, -bu satırların yazıldığı saatlerde, henüz uçağa ulaşılamadığından- en ağır ihtimali gözönünde bulundurarak, Bahauddin kardeşimin gıpta edilecek bir âkıbetle karşılaştığına olan inancımı siz okuyucularla paylaşayım dedim..
Yeni yazdığı bir romanında, fakir"i de söz konusu edeceğini söylemiş ve onları bana göstermek istemişti de, "o zaman "iadeli taahhüdlü" gibi olur, içinden nasıl geçiyorsa öyle yaz.." demiştim.. O romanının taslağını yeni tamamladığını söylemişti..
O, "Her yolculuk bir yeni dünyaya açılır.." derdi..
Yine öyle oldu..
Bir yeni yolculuğa çıktı.. Bizim coğrafyamızdan olup, yaralı Afganistan coğrafyasını ve toplumunu en iyi bilenlerden olan Bahauddin Yıldız, ömrünün son 30 yılında hep derinden derine meşgul olduğu Afganistan ile olan ilgisini, sonunda o topraklarda noktalamışa benziyor.. Eğer dünya hayatındaysa, muhakkak ki çok zor şartlar altındadır..
Yok, dünyamızdan ayrılmışsa, o zaman da kendi sözünün tasdikçisi durumunda, yeni bir dünyaya açılmış demektir, ebediyet âlemine..
*
Hatırıma, Adnan Menderes"in idâm hükmünün açıklandığı son karar günü geldi..
O düzmece yargılamalarda, idâm talebiyle yargılanan Maarif Vekili (Eğitim Bakanı) Tevfik İleri"ye müebbed / ömür boyu hapis verildiği açıklanınca, Tevfik İleri acı bir şekilde tebessüm etmişti.. Ve o zaman, o uyduruk mahkemenin reisi, "idâmdan kurtuldum diye nasıl da gülüyorsun.." demişti..
O zaman Tevfik İleri, "Hayır ona gülmüyorum.. Kaderin cilvesine gülüyorum.. Yola birlikte çıkmıştık.. O gidiyor, ben kaldım, geride.." diye karşılık vermişti..
Şimdi 30 yıl gerilere uzanan gönül beraberliğine baktığımda, ben de öyle diyorum..
"Ay ışıdı, yıldızlar uzakta.. Kaldık şu kara toprakta.."
*
Aslında, herkes, "ilahî takdir"in belirlediği bir zamanda dünyaya gelir ve yine onun belirlediği zamanda gider..
Biz, bu gibi durumlarda, "erken oldu, daha çok gençti vs." deriz. Halbuki, her şey tam da yerli yerinde, zamanında olmaktadır.. Ancak, bizim "erken oldu.." gibi hayıflanmalarımız, gerçekte, sevdiklerimizden ayrılığın tepkileridir..
Bahauddin, bir ömür boyu kendini adadığı ümmet anlayışına ve ümmetin ve bütün insanlığın hizmetine göre yaşamak idealine büyük çapta bağlı kalan bir yiğit müslümandı..
Onu, inandığı dâvânın tâvizsiz bir ferdi olarak, kendini bir ömür boyu adadığı yolda, en zor ve çetin şartları cana minnet bilerek hareket eden bir gönül adamı olarak bildiğime bir daha şahidlik ediyor ve -onun, bu kazâdan kurtuluş ihtimalinin kalmadığı görüşüne ağırlık vererek- hayat yolculuğunu örnek olacak şekilde güzel tamamladığı kanaati ile rahmetler diliyor, böylesine bir düzgün hayata imrenenlerden de onun ruhu için dualar istiyorum.
Sözü, merhum Erdem Bayezid"in mısraları üzerinde Afgan dağları değişikliği yaparak bağlıyorum:
"Bir ay doğdu geceden, oy oy
Karanlığın ağzında ölümün sesi!
Afgan dağları kar ile boran
Vâdilerin koynunda ölümün sesi!
Ezo gelin durmuş bakar yollara
Umudun ardında ölümün sesi!
Bir ihtimal daha var
Umuttan da öte, ölümün sesi!
*
Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm,
Ölümsüzlüğü taddık, bize ne yapsın ölüm.."