Barış ve kardeşlik sözleri, savaş baltalarını gizlemeye dönüşmemeli..

Selâhaddin Çakırgil

Tam da, 28 Ekim günü, uluslararası kamuoyunu oluşturmakta etkili bazı odaklarca, Dünya Barış Günü  diye bir gün için merasimler tertiblenir ve Papa 16. Benedicktus, hristiyanların, özellikle de Haçlılar"ın hristiyanlık adına tarih boyunca işledikleri cinayetler ve zulümler için özür dilediği haberleri dünya ajanslarına geçerken.. Bir okuyucu (Lokman D.), arkadaşlarıyla birlikte Tevbe Sûresi"nin 29. âyetini okurken takıldıklarına ve bu konuyu nasıl anlamak gerektiğine dair bir mesaj göndermiş...

Belirtilen âyette, "Ehl-i Kitâb oldukları halde Allah"a ve Âhiret Günü"ne inanmayan, Allah"ın ve Peygamberi"nin haram saydığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, baş eğdiklerini gösterecek, boyunlarını bükük, -ve zorlamayla değil, bu durumu kendi iradeleriyle kabul ettiklerini gösterecek- şekilde kendi elleriyle,  cizye verinceye kadar savaşın.."  emr-i ilahî vardır..

Önce belirtmeliyim ki, fakîr de tabi olmakla mükellef olduğum Kitabullah"ın hükümlerini anlamakla da mükellef olduğumun şuûruyla; onu okumaya, anlamaya ve anladığım, hissettiğim ve kalbimin tatmin olduğu çerçeve içinde kendi beynimde yorumlamaya çalışırım.  Ama, bu sadece beni bağlar. Ancak, ondan hüküm çıkarabilmek için bu hususta feqahat (derin bilgi) ve gerekli ilmî formasyon sahibi olunması gerekir..

Şu hususların da unutulmaması gerekir: Kur"an âyetlerinin; tek başına, müstakil olarak tefsiri, yorumu olduğu gibi;  bir de siyâk ve sibâqıyla, öncesi ve sonrası, uslûbu ve o âyetin muhatablarının durumu, nuzûl sebebi, Kur"an"ın bütününün gözönünde bulundurularak tefsir edilmesi-vs. gibi hususlar da gerekir.. Bu hususta benim gerekli feqahat ve ilmî formasyona sahib olmadığım açıktır. Ama, mâdem ki sözkonusu mes'ele, önceki yazının sonunda yer alan yorumlar içinde açık bir mesaj halinde beyan olundu, o halde bu konuda yine de birkaç söz söylenebilir..

Kur'an'ın bütününü gözönüne alarak bakıldığında sözkonusu âyetin savaş şartlarına mahsus bir emir olduğunu ileri süren; yani, müslümanlara -askerî mânada- saldırmayan ve savaş halinde olmayan bütün Ehl-i Kitâb"la da -kendi gönülleriyle cizye vermeyi kabullenmelerine kadar- savaşılması mânasında anlaşılmaması gerektiğini düşünen müfessirler olmuştur.

Bu açıdan bakıldığında, bu hükmün, bütün zamanlar ve mekanlardaki bütün herkesle savaşmak mânasında olmadığı, müslümanlara karşı bir üstünlük taslamak için, müslümanları kendi itaatleri altına almak isteyenlere karşı bir mücadele ve savaş şekli için gözönünde bulundurulması gereken bir hüküm olarak anlamak da mümkündür..

Açıktır ki, savaşta taraflar, en aziz, en değerli, en kutsal, en vazgeçilemez olduğuna inandıkları her ne var ise, onu korumak için, diger her ne gibi değerleri, sevdikleri varsa onları fedâ etmeyi, gerekirse hayatlarını da ortaya koymak gibi bir durumla karşılaşırlar. Bu 'en'ler her insanın veya toplumun inancı, ideolojisi ve dünya görüşüne göre değişebilir..

Ve, savaşan taraflar kazanmak ve bunun için de karşı tarafı etkisiz hale getirmek ister.. Çünkü, savaş başka çözüm yolunun kalmadığı ve tarafların birbirini ancak tamamiyle yokederek, netice almayı umdukları en çetin mücadele şeklidir.. Ve, savaştan başka çözüm yolu olduğuna inanan ve savaşmak için, düşmanına yeteri kadar nefret beslemeyen bir ordunun rakibiyle yapacağı savaş, daha baştan büyük çapta kaybedilmiştir.. Onun içindir ki savaşacak güçleri, geri dönülmesi olmayacak şekilde bir kararlılıkla meydana sürmek için, onlara her şeyden önce karşıdaki düşmana derin bir nefret beslemesi öğretilir..

Ama, savaşta nihaî hedef, yine de barış"tır..

Beşer tarihinde Roma Barışı (Pax Romana), İskender Barışı (Pax Alexandria), Amerikan Barışı (Pax Americana), Rus Barışı (Pax Russica) vs. gibi barış şekillerinden sözedilmiştir.. Bütün bu barış modellerinde, "teslim ol, barış olsun.." mânası vardır..

Teslim olmaktan maksad ise,  açıktır ki, bu güç odaklarına teslimiyettir..

İslam da "teslim ol, barış olsun" der.. Ama, İslam"ın farkı şudur ki, şu veya bu maddî veya beşerî güce değil, "Allah"a teslim ol, barış olsun.." daveti yapar..

Ve  itaat altına alınan gayrimuslim Ehl-i Kitâb"a uygulanan cizye de, hem bir gücün üstünlüğünü kabul etmenin nişânesi olarak, hem hâkimiyeti kabul edilen iktidar gücünün, sosyal organizasyonun, devletin imkanlarından faydalanmanın ve de, İslam toplumunda sadece müslümanlarca yerine getirilen bazı hizmetlerden muaf tutulmanın karşılığı bir vergi olduğu şeklinde izahlar getirilmiştir..

Ayrıca, âyette geçen Ehl-i Kitâb"dan "Allah"a ve Âhiret Günü"ne inanmayanlar"ın, -açık iqrar olmadıkca-, şer"î- hukukî olarak nasıl belirleneceği de ayrı bir konudur..

Bütün bunlar gözönüne alındığında, bu âyet hükmünün sadece kendi lafzî çerçevesi içinde değil, beşeriyete adâlete dayalı bir barışı getirmenin anahtarını sunan Kur"an"ın bütünlüğü açısından da düşünülmesi gerekir..

Ve Resul-i Ekrem (S)'den gelen bir rivayette, 'savaşın istenmemesi ve amma gelip çattığında da ondan kaçınılmaması'  emredilir.. 

*

Bu izah çabalarından sonra Katolik Hrıstiyanların Ruhani Lideri olarak bilinen Papa'nın Barış Günü denilen bir günde yaptığı konuşmaya..

Evet, Hristiyanlıktan Müslümanlığa, Yahudilikten Hinduluğa, Budizm'den Afrika'nın animist dinlerine kadar hemen bütün inaçların temsilcilerinden oluşan 300 kadar insanın, kendi inançlarına özgü olduğu genelde kabul edilen kıyafetleriyle İtalya"da gerçekleştirdikleri Assisi Buluşması'nda, Papa 16. Benedicktus (asıl adıyla Kardinal Ratzinger), Haçlı Seferleri"nde işlenen zulimlerden, cinayetlerden dolayı insanlıktan  özür dilemekteydi.. Papa Benedicktus, hristiyanlığın barış sembolü olarak nitelenen Sainte- Francesco'nun doğduğu İtalya'nın Assisi kentinde tertiblenen törende, "Tarih boyunca hristiyanlık adına şiddete başvurulduğu doğrudur. Bunu büyük bir utanç olarak kabul ediyoruz. Fakat açıktır ki inancın kötüye kullanıldığı bu durum hristiyanlığın yapısıyla çelişmektedir." diyordu. Papa, din düşmanlarının tarih boyunca şiddetin kaynaklarından birini din olarak gördüğüne de değiniyor ve şiddetin kaynağının inanç olmadığına dikkat çekiyor, "Tanrı'nın inkarı ve hiçbir kriter tanımamanın daha da fazla zulme ve sınırsız şiddete yol açtığını"  vurguluyordu..

Bu sözler içindeki doğru tesbitlere aklı başında, idrak ve vicdan sahibi kim karşı çıkabilir?

Ancak, böyle bir konuşma metni karşısında, bazılarımız, 'bizim tarihimizde böyle şeyler yoktur..'  deyip,  İslam adına işlenen nice korkunç cinayetlerin izerine bir şal atmak âdetinden kaçınamamakta ve kendi tarihimizle yüzleşmeyi göze alamayıp, tarihe sadece bir hamâset kaynağı olarak bakmayı sürdürmekte ve tabiatiyle de, tarihten alınması gereken dersi alamamaktayız.. Halbuki, bırakalım diğerlerini, sadece Kerbelâ Faciası bile, Resul-i Ekrem (S)'in rıhleti /dünyamızdan ayrılışı üzerinden henüz yarım asır geçmekteyken, O'nun Ehl-i Beyti'nin katledilişi, O'nun getirdiği nizamdan intikam almak için nasıl korkunç bir şekilde tezgahlandığının da tarihidir.. Sadece güçlü olunan çağların ihtişamlarına bakarak, "şanlı tarih"  hikayelerine dalıp gitmek, "kanlı tarih" fecaatini görmekten bizi alakoymamalıdır.. Unutmayalım ki, bizim tarihimizde de asırlar boyunca nice müslüman topluluklar ve onların kurdukları devletler arasında ne korkunç ve kanlı savaşlar olmuştur.. Hattâ tarihimiz, büyük çapta sadece savaşlar ve o savaşlarda elde edilen acı veya tadlı sonuşlar tablosundan ibarettir.. Ve bu savaşlar hâlâ da olmaktadır; genel olarak da savaşan bütün tarafların, İslam"ın savaş hukukuna dair hükümlerini, sadece kendi maslahat, menfaat ve güçlerine göre yorumladıkları bir şekilde..

Bunları burada içimizi karartmaması için tekrar sayıp dçkmek istemiyorum..

Ve daha acısı, bu durum bugün kendi ülkemizde bile devam etmekte..

*

Nitekim, Van ve çevresinde geçen hafta meydana gelen büyük deprem etrafında şekillenen yaklaşımın, artık birbirinden epeyce uzaklaşmış gibi gösterilmeye çalışılan türk ve kürd kavimlerini birbirine daha bir uzak düşürmek ve birbirinin yakasına yapışacak bir noktaya getirilmesini hedefliyenlerin ekmeğine yağ sürecek bir istikamette ilerlediğini acıyla izliyoruz..

Bu deprem için ve yardımlar konusunda mes"eleye türk veya kürd kavmiyetçiliği penceresinden bakmaya çalışanların adedi, hattâ aklı başında müslüman olarak bilinen kesimler arasında bile küçümsenmiyecek mikdarda..

Çünkü,  deprem gibi hassas bir konuda bile, bir takım şeytanî odakların manipulasyonları büyük kitleler tarafından şuûr altında bir yere parantez içi bir not halinde yazılıyor olmalı ki, bu gibi entrikalara hergün yenileri eklenebiliyor..

Allah"ın bütün yarattıklarına merhametle muamele etmekle mükellef olan müslüman insanlardan niceleri bile, kendilerini kör bir kavmiyetçilik cenderesine hapsetmişler, konulara şu veya bu tarafın yanında olmanın sevkıyle, adâleti gözetmeyen yaklaşımlar sergilemekteler..

Yahu, biz müslüman isek, bizim en aziz, en vazgeçilemez değerlerimiz; kavimlerimiz adına oluşturulmuş bir takım devletler, teşkilatlar veya diger sosyal organizasyonlar inanç değerlerimizi bile fiilen yok sayabiliyoruz? Düşünelim ki, bir takım yardım paketlerinin içinden, insanî yardım diye bayrak veya taş bile günderilebilmiş.. İnternet sitelerinde yazılıp çizilenleri anlatmak için ise, "korkunç ve dehşet verici" nitelemeleri bile yetmiyor..

Veya karşı taraftan birileri, kurtarılış fotoğraflarıyla son depremin sembollerinden olan 13 yaşındaki Yûnus"un hastaneye yetiştirilmesi için çırpınılırken, ağır iç kanama yüzünden yolda  vefat etmesini bile, "türkler onu yolda kasden öldürdüler, vicdansızlar!.." diye verebilmekte veya BDP"li bir belediye, anonslarında kürdlerin yardımlarının her taraftan sel gibi aktığını duyurabilmekte..  Ve onlara da şekilli bir sosyal tepki yok..

Halbuki, milyonlarca müslüman, bu yardımları, hiç bir ayırım gözetmeden,  ve sadece Allah rızası için ve Allah"ın kullarına yardımcı olmak  niyetiyle gönderiyorlardı..

Barış böyle mi kurulur ve birbirinden bu kadar uzak düşürülmeye çalışılan müslüman kitleler, Allah korusun, yarınlarda bir takım şeytanî manipulasyonlarla birbirinin boğazına sarılır vaziyete düşürülürse, suçlanması gerekenler, ince dış güçler mi olmalıdır; yoksa kendi akılsızlıklarımız mı?

Sahi, bizim için asla vazgeçilemiyecek ve uğrunda canımızı vermeyi bile göze alabileceğimiz en kutsal, en aziz değerlerimiz nelerdir, diye kendimize bir soru sormayacak mıyız?  

haksöz