Başıbozuk Yeniçeriliğin kaldırılmasından 180 yıl sonra...

Selâhaddin Çakırgil

Başıbozuk Yeniçeriliğin kaldırılmasından 180 yıl sonra, aynı zihniyet hükümfermâ..

"Ergenekon" diye bilinen ilginç davânın başından beri, konuya temkinli yaklaşıyorum.. Bu temkin, o iddiaları zayıf bulduğumdan değil.. Ergenekon"un, 1923"den ve hattâ, II. Meşrutiyet"ten  beri, yani son yüzyılımızın her safhasında var olduğuna inandığımdan dolayı.. "Ergenekon İddianâmesi"nin, âdetâ son 100 yılın genel anlayışıyışla bir dolaylı hesablaşma varmış gibi algılanışı ve bu 100 yılın egemen güçlerinin bunu sık sık dile getirmeleri tamamiyle boşuna değil..  Kaldı ki, bazı emekli orgenerallerle ilgili olan  iddianâme de henüz yayınlanamadı..

Buna rağmen, iddianâmenin açıklanan bölümü bile çok sarsıcı ve de  çok detaylı.. 2400 sahife.. Bu gibi iddianâmeler, ancak, ihtilal dönemlerinde olmuştur.. Ve bu gibi iddianâmelerin normal mahkemelerde takibinin son derece zor olduğu da geçmişteki uygulamalarla ortadadır.. 

Başbakan Erdoğan geçenlerde, "Sonu nereye dayanırsa dayansın, sonuna kadar gidileceğini" söylüyordu, bu yargılamaların..

Erdoğan, daha önce, Şemdinli"deki bombalama  ile ilgili olarak da, "Nereye dayanırsa dayansın, sonuna kadar gidilecektir.." demişti..

Gidildi ve dayandığı yer, kanun duvarı olarak karşısına çıkınca, yapacak bir şeyin kalmadığını gördü.. Çünkü, Şemdinli İddianâmesi"nde -zamanın KKK.- Org. Büyükanıt için soruşturma açılabilmesi, Gen. Kur. Başkanı"nın iznine bağlıydı.. Ve, Org. Hilmi Özkök, selefi olacak olan Büyükanıt"ın yagılanmasına izin vermemişti; kanunî  yetkisini o yönde kullanmıştı..

Ve üstelik, o iddinâmeyi hazırlayan Van Savcısı, "Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu"nca sadece savcılıktan değil, kamu hizmetlerinden de uzaklaştırılmış ve o bombalamayı yapan ve Büyükanıt tarafından "iyi çocuklar" diye nitelenen astsubaylar 39"ar seneye mahkûm olmuşken, Yargıtay 9. Ceza Dairesi  bu kararı bozmuş, o kararı veren mahkemenin hâkimleri de dağıtılmış ve sonra konu, askerî mahkemenin yetki alanına giriyor denilerek, askerî mahkemeye gönderilmiş ve arkasından da  o kişiler, tahliye edilmişlerdi..

Erdoğan, şimdi de, "Ergenekon"  konusunda, "nereye dayanırsa dayansın.." diyor, ama, karşısına yine ve bir başka kanun duvarı çıkabileceği de gözden ırak tutulmamalıdır.. Nitekim, em. orgenerallerden Hurşit Tolon ve Şener Eruygur aylarca içerde kaldıktan sonra, rahatsızlıkları iddiasıyla, kendilerini hastaneye sevkettirmek istediklerinde; mahkemelerde görülmemiş bir uygulamayla, "vatandaşların kanun karşısında eşit haklara sahib oldukları" bir daha gösterilmiş (!!), bir yerlerden verilen emirlerle, bu sanıklar, "GATA"ya (Gülhane Askerî Tıb Akademesi"ne) sevkedilmişler ve oradan alınıp, tutukluluk altında kalmalarının sağlıklarına zarar vereceği gibi raporlar mahkemeye sunulunca; tahliye edilmişlerdir.. (Ama, o tahliye raporlarının nasıl verildiği, Şener Eruygur"un hanımının, doktorla yaptığı ve reddetmediği konuşmanın ses kaydından da anlaşılmaktadır..)

Ve Genelkurmay, bu işlemlerin kanunlara uygun olduğunu açıklamıştır!!!

Ama, cezaevlerinde en ağır şartlarda ve ağır hasta olan nice insanlar vardır ki, onlar için, böyle bir gerekçeyle tahliye kararı verildiği duyulmuş şey değildir..

 

* "Ergenekon" oluşumunda Karadayı "dominant"  isim mi?

2000"li yıllarda Meclis Araştırma Komisyonları"nca dâvet edilip "Bizi aydınlatır mısınız?" diye, rica-minnet davetlere bile lûtfetmeyen generallerin görüldüğü günlerden, bugün orgenerallerin aylarca tutuklanabildiği bir merhaleye gelinmiştir.. Bu bile az bir mes"ele değildir.. Ama, görüldüğü gibi, bir takım güç odakları da, kendi cenahının adamlarını, kendi fikriyâtına, ideolojisine, sistemine, rejimine hizmet etmiş olanları kolayca fedâ etmemek için, vargüçlerini kullanıyorlar..

Deniz Kuv. eski komutanı Özden Örnek"e aid olduğu ve komutanlık internetinden çıktığı teknik olarak kesinleşmiş olan "günlük"lerde nice karmaşık entrikalar, ordu içindeki bazı darbeci kafaların çevrimeye kalkıştıkları dolaplar ortaya çıkmışken, üzeri örtüldü..

"Ergenekon İddianâmesi"nde yer verilen ve kaydedilmiş olan telefon konuşmaları, gerçekte, kemalist / laik çizginin son 100 yıla yakın siyasetinin genel istikametini göstermektedir.. 

Ama, bu konuşmaların çoğu bile, mahkeme tarafından çeşitli hukukî  gerekçelerle, yargıdışı bırakılmaktadır, bırakılacaktır..

Bunların en önemlisi ise, 1997"lerin, 28 Şubat günlerinin Gen. Kur. Başkanı Org. İsmail H. Karadayı"nın yayınlanan konuşmaları.. Teknolojinin gelişmesiyle nice sesler kaydediliyor ve internetlere düşüyor..

O Karadayı ki, 28 Şubat günlerinde, 2. Başkan Çevik Bir"in gölgesinde kaldığı iddia ediliyordu ve Karadayı"nın hayatının anlatıldığı ve Sabancı Vakfı"nca basılan lüks baskılı bir kitabında, sanki onun döneminde öyle bir şey olmamış gibi, 28 Şubat"tan tek kelimeyle bile söz edilmiyordu..

Ama, şimdi anlaşılıyor ki, Karadayı"ya aid olduğu neredeyse kesin olan konuşmalardan, onun 27 Mayıs 1960"dan bu yana hep ihtilalci olduğu ve bilerek hep geri planda kaldığı, kendi isminin öne çıkmasını değil, ideolojisinin menfaatlerini esas alan bir uslûba sahib olduğu anlaşılmaktadır..

Bu ses kayıdlarında, Karadayı, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi"nin hazırlanışında nasıl etkili olduğunu ve gerekli subayların, gerekli yerlere tayinini hemen yaparak, zemini hazırladığını, net olarak anlatmaktadır..

Emekli olduktan sonra da, ordu içindeki kalıntılarını bırakmadığı anlaşılan Karadayı"nın iki sene öncelerdeki bugünlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, Meclis"in toplanması için ve Kanadoğlu"nun ortaya attığı 367 rakamına nasıl tutunduğu,  ANAP ve DYP liderleri Erkan Mumcu ve Mehmed Ağar"ın Meclis"e girmelerini nasıl engelledikleri, açıklanan / yayınlanan bu ses bandlarında açıkça anlatılmaktadır..

Karadayı, 28 Şubat günlerinde, Erbakan"a çekil dediğini ve onun da istifa ettiğini, net olarak belirtmekte,  o günlerde Demirel"le yaptıkları ortak çalışmalarının çok verimli olduğunu da yükran duygularıyla dile getirmektedir..

Anlaşılıyor ki, hele de 28 Şubat"tan sonraki hemen bütün askerî müdahelelerde, kendisi emekli olduktan sonra bile, Karadayı, "dominant" / üstün/ nâzım ve hâkim  kişi  konumunda..

Bütün bunlara rağmen, onun olması kuvvetle muhtemel olan  bu ses bandları konusunda, savcılar harekete geçememekte.. Halbuki, en azından, o seslerin idida edilidği gibi, o kişilere aid olmadığının laboratuar tahlilleriine dayanarak belgelenmesi gerekirdi.. Bu yapılmadığı müddetçe, Karadayı ve diğerlerinin, geçmiş rütbe ve emakamlarını öne sürerek, "Biz hiç öyle yaramazlık yapar mıyız?.." havasında  yaptıkları açıklamalar, halkımıza karşı bir nanik mesâbesindedir,  gerçekte.. Çünkü, bütün o askerî darbeleri yapanların, büyük cinayetler işleyenlerin ve millete derin acılar çektirenlerin ve amma, başarınca kahraman sayılan kişilerin hepsi de asker kişiler idi..

Tıpkı, Özden Örnek"in  kendi günlüklerini yalanlamasının yalan olduğuna delil sayılması gibi; şimdi de, Karadayı"nın, gazetecilere dönüp, "Böyle saçmalıkların doğru olabileceğine inanıyor musunuz?" demesi, onun bu işler içinde olmadığına dair bir delil sayılmakta..

Karadayı"nın masûmluğunun bir diğer delili de, kendisinin devlete 50 yıla varan bir hizmet sunmuş olduğu iddiası.. Geçenlerde, onun halefi olan Org. Kıvrıkoğlu da, 47 yıllık devlet hizmetinden dem vuruyor ve bu kadar hizmet yapmış insanların devlete karşı suç işlemiyecekleri  gibi bir varsayıma tutunuyordu..

Ama, ilginçtir; bu askerler nedense, bir ömür boyu, hizmet veren siyasetçilerin de benzer şekilde suç işlemiyeceklerini asla kabullenmiyorlar, onları potansiyel suçlu olarak gördüklerini ihsas ettiriyorlardı, âdetâ..

Kanunların, kuvvetlilere değil, sadece zayıflara uygulandığı toplumlarda, çöküşün kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır..

Karadayı, kendisine nisbet edilen ses kayıdlarının yanlışlığında ısrar ediyorsa, mertçe kendisini yargıya gönüllü olarak teslim etmeli, kendisini ihbar etmeli, yargılanmasını isteyebilmelidir.. Belkide, bu, millete ve ülkeye yapabileceği tek üstün hizmet olacaktır..

Bir zamanlar dünyanın en güçlü askerî gücü durumunda olan Yeniçerilik, başıbozuk hale gelince, milletin ve hayat ve namusunu korumak adına kendisine teslim edilen silahı, milletin ve devletin başına musibet üstüne musibetler getirecek şekilde  kullanmış, suistimal etmiş ve nihayet 1826"da yeniçeri kışlalarını topa tutarak yok etmekten başka başka çare kalmamıştı..

O  kurum, evet bertaraf edilmişti, ama, zihniyeti hâlâ da hükümfermâ.. 

*

İnsan geçmişten ibret alırmış, ne masal şey..

Bir diğer konu..

Manisa"da bir mekandan birkaç fotoğraf karesi.. Vali, Belediye Başkanı ve Türkiye Meclisi"nin geçen dönemdeki başkanı Manisa M. Vekili, Bülend Arınç.. En önceki koltuklara oturmuşlar.. arkada vatandaşlar.. Anlaşılıyor ki, bir toplantı var.. Bu üç ricalin yanında, aynı sırada, dördüncü bir kişi daha var.. Omzuna attığı bir şal"ı başına kadar çekmiş.. Çevresinde "şeyh" diye anılan bir kişi imiş.. Resmi çekilirken, yüzünü kapatmak ister gibi bir tavrı var gibi.. Başındaki örtüyü alel-acele yüzüne çekmiş sanki..

Hürriyet"in internet ana sahifesinden, 3 Mart günü, "Türkiye nereye gidiyor?" yaygarasıyla birlikte yayınlanıyordu bu görüntü..  "Şeyh" diye anıldığı söylenen kişi, "İstiklal Marşı"  diye anılan "resmî- ulusal marş" söylenirken de, protokol ricali dimdik ayakta dinliyorlar; bu "özel vatandaş"ımız ise,  ayağa kalkmakla kalkmamak arasında.. Kalkmış, ama iki büklüm ve elleri önde birleşik gibi, iğreti bir duruşta..

Normal bir cumhuriyet rejiminde, bu gibi görüntülerden rahatsız olmamak gerekir.. Çünkü, öyle bir sistemde, toplumda hâkim olan temel inanç değerlerine aykırı olmaması şartıyla, kimsenin giyim-kuşamına karışılamaz ve ülkenin kaderinde halkın iradesinin hâkim olduğu iddiasını taşıyan bir rejimde, halkın kendi kensini gönüllü olarak zencire vurduğu iddiası ciddîye alınamaz.. 

Ama, "cumhuriyet" adını taşıyan rejim, bir "devrimci ve de kanlı saltanat diktatörlüğü" halinde, bir asra yakın ömrü boyunca, kendi halkını nice tuzaklarla oyunlara getirmiş ise..

Hattâ 200 yıllık bir geçmiş de hep böyle geçti.. Evet, 1808"de tahta çıkan 2. Mahmûd döneminden itibaren kendisini daha bir hissettiren bir aşağılık duygusuyla toplumumuz cinnez krizlerine mübtela olmuştu.. Avrupa"nın gerçekleştirdiği büyük sanayi devrimiyle kazandığı üstünlük karşısında, aynı güce erişmenin yolunun kılık-kıyafeti veya günlük sosyal yaşayış tarzını Avrupaîlileştirmekten geçeceğini zanneden küçük bir azlık, 200 yıldır, kılık kıyafet problemleriyle uğraşıyor.. Ve o küçük azlık unsurlar, kendi zevklerini, jakoben /tepeden inmeci, baskıcı metodlarla topluma zorla kabul ettirmeye, toplumu kendi istekilerine boyun eğmeye zorluyorlar..

"Tanzimat kafası"nın "gardrob devrimciliği" denilebilecek bir yansıması bu..

Sosyal bünye çökerken, Osmanlı zabitânı (subayları), kendilerini "münevver, aydın" diye isimlendiren öteki "diplomalı câhil/ zorbalar" henüz işin alâyişinde, cakasında, fiyakasında idiler.. O dönemin fotoğraflarına dikkatle baktığımızda, bu taifenin kendilerini "tek kurtarıcı" gibi gördüklerini fotoğraflarındaki duruşlarından bile anlamaak mümkün olur.. Âdetâ, bütün vakitlerini, nasıl pozlar takınırlarsa, çevrelerini öyle daha iyi etkileyebilecekleri zannına kapılmış gibidirler.. (Falih Rıfkı, "Çankaya" isimli eserinde, böyle bir tipi anlatırken; onun, ayna karşısında saatlerce konuşma ve davranış idmanları yaptığını anlatır..)

Ki, bu gibi bir anlayışa mübtelâ olmuş kişi veya kadroların, kendi zevklerine göre giyilmesi gerektiğini düşündükleri kıyafetlerle ilgili olarak sâdır ettikleri fermanları "devrim kanunları" diye anayasa"larına da alıp, onların değiştirilmesinin temel hak ve özgürlüklere aykırılığının ileri sürülemiyeceğinin bile anayasaya bile dercedilmesi, herşeyi anlatmıyor mu?

Bu gardrob devrimciliği,  hele de son 100 yılımızı, daha bir zorbaca ve kanlı usûllerle perişan etti ve, şeklî bir takım değişiklikleri topluma zorla kabul ettirmek için, dârağaçlarında sallandırılan kurbanların sayısı bile bilinmiyor.. Çünkü, askerler kendilerine karşı itiraz edenler karşısında, büyük fitne zamanlarında çalıştırılan "mezalim mahkemeleri"nin yetkilerini haiz idiler ve o anda verdikleri kararlar, mahkeme hükmü sayılıyor ve sonra da o hükmün gereğini yerine getiriyorlar, infaz ediyorlardı.. Ama, bu askerlerin büyük bir kısmının okuma-yazması olmadığından, bu "tek kişilik mahkeme"lerin kâtibi, tutanağı vs. yoktu!..

Sadece "Konya İsyanı"nın bastırılması sırasında onbinler bu yolla telef edilmişti..  Diğerlerinin âkıbeti de farklı değildi..

Bunları niçin mi hatırl(at)ıyorum?

Son 200 ve hele son 100 yılımız, malûm güçlerin, kendi halklarına işgalci düşmanların bile revâ görmediği derecede zorbalıklarıyla, işkenceleriyle ve halk kitlelerini kendi istedikleri noktalara getirmek, onları tuzağa düşürmek için, nice ince ve kaba tuzak ve entrikalarıyla, manipulasyonlarıyla geçti..

Devrim denilen kanlı hecmelerin, hemen herbirisinin, bir düzmece hareketin, isyan görüntüsünün üzerine bina edildiğini görmedik mi? Sadece Menemen Hadisesi"nin hangi hedefler için ve nasıl tezgâhlandığını bile henüz açıkça ortaya koyamıyoruz.. O konuda Genelkurmay ne diyorsa, o doğru kabul ediliyor ve 80 yıla yakın bir zamandır, hep, o hadisenin yıldönümlerinde, milletin silahlarının halk kitlelerine çevrildiğini görüyoruz..

Ya, henüz 12 sene öncelerdeki "28 Şubat zorbalığı" günlerinde, oynanan oyunlar?

Ve o günlerde, bazı müslüman tipler veya müslüman görünümlü tipler aracılığıyla, büyük müslüman kitlelerin nasıl tahrik edildiğinin görmüyor muyuz şimdi?

Kalkancı denilen bir şeyh bozuntusunun âyin görüntülerinin televizyonlardan günler boyu topluma gösterildiğini hatırlayanlar, aynı kişinin o günlerde V. Küçük isimli bir generalden maaş aldığını, geçen hafta, "Ergenekon Dosyası"ndaki savunmasında itiraf  ederken neler hissetmişlerdir, acaba?

"F. Şahin ve M. Gündüz  rezaleti"nin kimlerin evinde, nasıl ortaya çıktığı üzerinde durulmadı.. 

Ki,  siyah elbiseler içinde, ellerinde uzun sopalarla şehirlerde arz-ı endam eden bir taifenin haberlerinin, bizzat dönemin Gen. Kur. 2. Başk. Org. Çevik Bir  tarafından gündemde tutulması emrinin verildiğini geçen hafta, 28 Şubat"ın 12. yıldönümü dolayısiyle, Taraf"ta yayınlanan belgelerden görmedik mi? Ve daha önce de, Org. Teoman Koman"ın MİT Müsteşarı olarak, İslam adına sahneye çıkarılan ve kanlı bir hesablaşmaya sürüklenen hangi grubun, nasıl kullandığına dair açık beyanları da uyandırmadı bizi?

Böyleyken.. Manisa"daki o görüntüyü vermeye, sanki bir özel manipulasyon tezgahlanıyormuş gibi düşünülmeli değil miydi?

Yılanın deliğine bu kaçıncı kez parmağımızı sokuşumuz..

Arkadaş, "şeyh" isen, nasıl bir şeyhsin, hangi davânın şeyhisin; ve ne işin var, kemalist /laik çerçeve içinde oluşmuş bir iktidar gücünü temsil eden yöneticiler arasında? Bilmiyor musun, orada "resmî -ulusal marş" okunacağını ve okunurken ayağa kalkılmazsa; malûm çevrelerin nasıl tepkiler vereceklerini; ayağa kalkmak istemiyorsan, orada bulunmamayı düşünemedin mi?

Birkaç kişi, 6 Eylûl 1980"de, MSP"nin Konya"da yaptığı Kudüs Mitingi"nde de, benzer bir eylem yaptığında, konu kemalist/ laik medya tarafından bir hafta kadar gündemde tutulmuş; sonra da,  zamanın Genelkurmay Başk. Ken"an Evren,  o davranışı, mitinge katılan onbinlerce yapılmış bir eylem gibi gösterterek, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi"nin sebeblerinden birisi olarak da o manipulasyonu kullanmadı mı? (Ki, Mehmed Keçeciler bir tv. proğramında,  o kişilerin özel bir maksad için, dışardan vazifeli olarak gönderildiklerini açıkça söylemiştir..) 

Böyleyken.. Yani, illâ, "Ali topu at.. / Al sana top.. / (Ve, goooll.") / Yaşa Ali, yaşa!." mı oynanmalı yine..

28 Şubat"ın nasıl tezgahlandığını görmedik mi? Bu kadar kolay oynanabilen, manipule edilebilen bir kamuoyunda, hâfıza ve dikkatlerimizi birazcık fazla çalıştırmalı değil miyiz?  

Hep, patladıktan sonra mı farkına varmalıyız, bombaların?.

 

Haksöz