Sivil anayasa ve başörtüsü yasağının kaldırılması tartışmaları sürerken, bu konuda yaşanmış dramlar hiç konuşulmadı.
Okuyamayan öğrencilerin çaresizliği bir yana, yurtdışına gidenlerin çektiği çileler de görmezden gelindi. Yasak mağduru kızlar, o günleri anlatırken gözyaşlarına boğuluyor. Bunlardan birisi Betül Üzer... Konya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi 3. sınıfta okurken, yüksek ders notlarıyla dikkat çekiyordu. Ancak başörtüsü sebebiyle okuldan uzaklaştırma aldı. Durumu, kanser tedavisi gören babasına anlatamadı. Çözümü, pek çok yasak mağduru gibi Viyana'ya gitmekte buldu. Bir süre sonra gelen acı haberle sarsıldı. Babası vefat etmişti. Onu dünya gözüyle bir kez daha görememenin verdiği acı, eğitiminin her gününü boğazına düğümledi. Artık diplomasını almıştı; ama onu göstereceği babası yoktu. Betül, şimdi diplomasının denkliğini sağlamaya çalışıyor, babasını ise unutamıyor: "En çok istediği şey bu diplomayı görmekti." Yıldız T. de annesinin evlere temizliğe giderek okuttuğu yetim bir kızdı. Okuyup öğretmen oldu. Malatya'ya tayini çıktı. Evlendi ve aradan 15 yıl geçti. Yeni yönetmelikle, okula alınmamalar, boş odalarda bekletilmeler başladı. Yıldız öğretmen, bir süre sonra meslekten men edildi. Tüm kesinti ve hakları devlete kaldı. Kocası hakkında da soruşturma açıldı. Müdür yardımcısı iken Hakkari'ye gönderilen koca, eşini boşadı. Yıldız öğretmen, şimdi oğluyla hayat mücadelesi veriyor.
Başörtüsü konuşuluyor; ama başörtülü unutuldu
Başörtüsü şimdilerde, 'eğer serbest olursa cümle alemin başına dert olacağına ilişkin vehimlerle' yeniden gündemde. İşin doğrusu bu vehim yeni değil, başörtüsü ile ilgili hiçbir şey yeni değil; çünkü çok konuşuldu, konuşuluyor ve belki bir süre daha konuşulacak. Fakat yaygın politik ve medyatik dilin yönlendirdiği şekilde, istediği evsafta oluyor bu konuşmalar. Yasak olan yerde ıstırabın da olduğu gerçeği silinip gidiyor böylece. Başörtüsü yasakları hakkında konuşmak, o yasağın değdiği hayatları anmanın önüne geçiyor. Başörtüsü ve mağduriyet, yan yana gelmesi yasak iki klişe haline geldi. Baskı ve yasak, başlı başına o kadar dramatiktir ki; sanki yasakların yol açtığı hazin hikayeler anlatılmasa da olur. Bu konuda çekilmiş son sinema filmi 1990 tarihli Mesut Uçakan imzalı Yalnız Değilsiniz'dir hâlâ. Oysa neler olmuş, ne ürkütücü kareler oluşmuştur şu son 17 yıl zarfında. Ben diyeyim ikna odaları, siz deyin kimi kampüslerde var olan 'baş açma barakaları'.
Yasağı savunanlara göre ise zaten, ortada anlatılacak bir olay yoktur; 'mahallenin normlarına uymayan' kadınlar söz konusudur, 'çekip gitsinler'dir. 'Ben olsam türbanı serbest bırakmam, alimallah maraza çıkar' yolunda beyanatlar verenler, 'türban'ı insandan soyut, insana ilişik olmayan uzak bir mesafeye çekerler. Ortada insan olmayınca, anlatılacak hikaye de olmayacaktır. Köyde kırda kabul gören başörtüsünü, kent merkezinde istemeyenlerin göz bağcılığıdır 'türban' isimlendirmesi. 'Türban' adını vermek, onu toplumda kabul görme gerçekliğinden ve normalliğinden koparmayı ve anormalleştirmeyi kolaylaştıracaktır. Dolayısıyla bu anormal ve insana bitişik olduğu ustaca gölgelenmiş 'nesne'ye uygulanan her tür yasağın normal kabul edilmesi de mümkün olacaktır artık. Yasağın normal sayıldığı yerde ıstıraba da mahal yoktur: Arabeskin lüzumu yoktur hiç! Bu mahallede işlerin her zaman yolunda gittiğini söylemek zordur; ama mahalle mahalle olalı böyle bir pişkinlik, böylesi bir mühendislik görmemiştir. Birkaç değerli kadın öykü yazarının (Yıldız Ramazanoğlu/İkna Odası, örnek verilebilir) kaleminden süzülenler, meselenin 'insani' boyutuna dikkat çekmeye çalışan bazı haberler ve söz konusu mağduriyetlere hukuki çözüm bulmak için uğraşan avukatların dava dosyalarındaki veriler dışında, örtülmüştür hikaye de, yok sayılmak istenen o muğlak ve müphem 'mahalle' ile birlikte. Ve gariptir, bir ucundan çıtlatılan hikayeler de 'mahalle' tanımının belirsizliğini kanıtlayan tuhaf hizalanmalara, az Kemalist, biraz liberal, yarım solcu ve kendine İslamcı 'bu kadınlar da çok oluyorlar'cı, türlü türlü kategorinin garip işbirliklerine neden olur.
Velhasılı...
Başörtüsü, bildiğimiz değil, bildiğimizi sandığımız bir hikaye... Başörtüsü, ardındaki insan hikayesine bir şekilde yabancılaştırıldığımız bir mesele. Çoktandır, zihnimizin gözleri önüne, 'üniversiteden içeri giremeyen genç kız' görüntüsünden, orada, tam o anda dondurulmuş bir kareden başkası gelmiyor, farkında mısınız? Şimdi, bu farkındalığa bir parça hikâye katmak için buradayız. Gözlerimizi açalım ve durumun o dondurulmuş kare ile sınırlı olmadığını, hep beraber hatırlayalım.
Diplomam var; ama artık onu gösterebileceğim bir babam yok
Betül Üzer'in ismiyle müsemma bir öyküsü var. O, Konya Selçuk Tıp Fakültesi 3. sınıfta okurken, yüksek ders notları bir anda yalan olan başörtülü bir genç kız. Kınama cezası ve okuldan uzaklaştırma cezaları bir yıl oyalıyor Üzer'i. Durumunu hasta babasına söyleyemediği ve bir kapı aralanır umudu ile bir 1 yıl daha geçiriyor Konya'da. Sonra pek çok yasak mağduru gibi, çözümü Viyana'ya gitmekte buluyor. Burada geçiyor bir yıl, Almanca kurslarında dil öğrenmek ile. Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne başlıyor. Buradaki üçüncü yılında, kanser hastası babasının vefat ettiği haberini alıyor. Babasını dünya gözüyle bir kez daha görememenin verdiği acı, altı yıllık eğitiminin her gününü boğazına düğümlüyor Üzer'in. Son anlarına tanıklık edememenin çaresizliği. Diplomasını alıyor almasına; ama en büyük dileği kızının diplomasını görmek olan ve şartlar normal olsaydı, bu dileğine kavuşabilecek durumda olan kanser hastası babanın ömrü yetmiyor bu mutlu anı solumaya. Betül, şimdilerde diplomasının denkliğini sağlamak için uğraşıyor ve kafası bir şeye takılmış durumda. Önünü itinayla kesenlerin nasıl uyuyabildiğini merak ediyor. Başın yastığa değme ve uykuya geçmeden önceki kısa muhasebe anını. Nasıl uyuyabiliyorlar sahi?
Bir sağlık skandalı ya da; en hazin 'Photoshop'
Medine Bircan, rahim ve mesane kanseri tedavisi gören 71 yaşındaki bir 'teyze' idi. Böbrek yetmezliğinden de mustaripti ve günlerden bir gün, diyaliz makinesine bağlanması gerekti; fakat İstanbul Üniversitesi Emekli Sandığı'nın verdiği sağlık karnesindeki başörtülü fotoğrafı kabul etmedi. Çünkü İstanbul Ünv. Personel Dairesi Başkanlığı 10.05 2002 tarihinde, sağlık karnesi alacak üniversite personeli 'yakınlarına' başı açık fotoğraf verme zorunluluğu getirmişti. Medine Bircan'dan da sağlık kurulu raporu ve diğer işlemlerin tamamlanabilmesi için başı açık fotoğraf istendi. Fakat Medine Bircan'ın saçı yoktu. Malum kanser tedavisi, yaşı genç olan insanlarda bile saç dökülmesine neden oluyordu. Üstelik 71 yaşındaki bu ağır hasta kadın, ayağa kalkıp yürüyecek ve fotoğrafçıya gidecek halde de değildi. Bircan'ın oğlu, kabul edilmeyen fotoğraf ile birlikte fotoğrafçıya giderek annesinin resmine photoshopla saç ekletti. Medine Bircan, 71 yaş çizgilerine gürül gürül eşlik eden kes-yapıştır saç telleri sayesinde sağlık karnesi almaya hak kazandı. Ancak yeni sağlık karnesinin çıktığı gün öldü.
Ölümün gazetelere yansıması nedeniyle üniversite, personel yakınlarına uyguladığı söz konusu yasağı kaldırdı. Ancak bu durum başörtüsü yasaklarının en keyfi, en dramatik, en absürt ve en ürkütücü boyutunun Medine Bircan hikayesinde tecessüm ettiği gerçeğini değiştirmiyor. Çok bilinen bu hikayeyi, tam da bu nedenle hatırlatmak istedim.
Rüyamda rektör Alemdaroğlu, namaz kılıyordu
Hatice Orhan, 1998'in Ocak ayında, okul bahçesine tünemiş olan bir dizi polis tankı ile karşılanmış. Genç tıp öğrencisi, acı acı tebessüm etmiş tankları görünce, 'bu kadar tezahürata hiç gerek yoktu, ne gereği vardı, aşk olsun' türünden iç-espri kayıklarına atlayıp, hızla uzaklaşmak istemiş midir bilmem. Dinleyene sükunet telkin eden, güzel bir iyimserliği var Hatice'nin. Dönemin rektörü Kemal Alemdaroğlu'na seccade yaydırıp huşu içinde namaz kıldıracak denli geniş bir düş gücü. 'Rüyamda Alemdaroğlu namaz kılıyor, beni fark edince de dikkati dağıldığı için başka bir odaya geçiyordu. Ben bu rüyayı, Alemdaroğlu, yaptığı hatayı anlayacak ve sorun kısa bir zaman içinde çözülecek diye yorumlamıştım. Arkadaşlarım da gülmüşlerdi.' diyor. Sorun çözülmemiş; ama Hatice de 'çözülmemiş'. Başörtüsünü çıkaran arkadaşlarını hiç tenkit etmemiş. Kendisi de tesettüründen vazgeçemeyecekmiş. Dünyevi ikbal kaygıları adına, artık 'cildi gibi olmuş bir şeyi' çıkarıp atamazmış. 'Tamam belki melek değiliz' diyor; ama tesettürden vazgeçmek, bundan sayısız hikmetler gören Allah'ın tavsiyesinden planlı bir yüz çevirme olur, diye doğuyor içine. 'Kalbinin ve ruhunun çığlıklarına kulak tıkamak' ödenebilir bir bedel gibi görünmüyor Hatice'ye. Şimdi Türkiye dışında her yerde son derece itibarlı olan bir diploması olmasını da Cenab-ı Hakk'ın rahmeti olarak yorumluyor. Tek üzüntüsü, kardeşlerinin şevkinin kırılması. Fakat ideallerini gerçekleştireceği güne inandığı gibi inanıyor Rabb'ine. 'O, bu manevi kara bulutları dağıtacak güç ve kudrete sahiptir. Yeter ki O'nu hakkıyla tanıyalım ve O'na güvenelim.'
Hatice, kendisine kaybettirilen zamanı ve gerçekleşmeyi bekleyen ideallerini, manevi yanını örseleyecek bir burgu olmaktan çok uzaklara ışınlamış. Yaşadıklarını, inancını daha da kavîleştiren bir sürece dönüştürmüş. Bu manada öyküsü çok değerli. Ancak herkes Hatice kadar 'şanslı' değil. Şanslı değiller ve isyanları, insani olmak bağlamında sonuna kadar haklı. 'Devlet ve kanunları insanlara ortalama bir huzur ve mutluluk vermek için vardır diye öğrendik; ama o, bizi yol ortasında perişan bıraktı.' diyen Yıldız T.'nin sesine katılmamak mümkün mü?
Başörtülü eşe boşanma cezası...
Yıldız T.'nin hikâyesi mesela, bir hayli trajik.
Annesinin evlere temizliğe giderek okuttuğu bir yetim kız o. Başkalarının kirinde ağarttığı düşlerine kavuşacaktır anne, Yıldız öğretmen olacaktır. Malatya'ya çıkar tayini, orada örtünür de. Öğretmenliği ve çocukları çok sever, hatta onların annelerini de sever; dikiş nakış, okuma yazma öğretir öğrencilerinin ebeveynlerine. Bu arada evlenir. Böyle 15 yıl geçer. Yeni yönetmelikle, okula alınmamalar, boş odalarda bekletilmeler başlar. Aynı okulda okuyan oğlu da öğretmenler tarafından 'gericinin oğlu' muamelesi görerek dışlanır, rencide edilir. Yıldız T., meslekten men edildiği gibi, kocası hakkında da soruşturma açılır, müdür yardımcısı iken Hakkari'ye tayini çıkan kocası bunalıma girer. 'Her şeyin sorumlusu sensin.' der eşine. Sen suçlusun, başörtün suçlu. Boşanır Yıldız T.'den. Yıldız'ın aklından, annesinin çamaşır suyundan şişen elleri geçer hep. Yıldız, 15 yıllık hizmet hayatının ardından kendisine hiçbir ödeme yapılmadan, tüm kesinti ve hakları devlete kalarak işsiz kalır. Oğlu vardır, ayakta kalmak zorundadır. Seyyar bir kırtasiye dükkanı açar, okulun yakınlarına. 'Hem böylece öğrencilerimi de görebilirim' diye düşünmektedir. Ancak okul müdürü ve bazı öğretmenlerden aldığı tepkiler nedeniyle (buna kısaca 'mahalle baskısı' diyoruz) seyyar kırtasiyeyi de kapatmak zorunda kalır.
Yıldız T. şimdi üniversiteye giden oğlu ile birlikte, kiralık bir dairede 'kıt kanaat' yaşamaya çalışıyor. 'Böyle olmak zorunda değildi' kırgınlığının ikliminde, bütün bunları reva görenlere isyan etmekten fazlası yok elinde.
Başörtüsüne getirilen yasaklardan sadece 'üniversite öğrencileri' etkilenmiyor. Çoğu dar gelirli ailede yetişen ve zorluklarla edindikleri mesleklerini severek yapan binlerce Yıldız'ın hayatı, yasaklar nedeniyle kaymış durumda. Başörtülü eş dolayımıyla zarar gören, kariyeri sekteye uğrayan ve son kertede çareyi evliliğine son vermekte gören koca tipi de sandığımız kadar münferit bir figür değil. Annesinin üzerinde kurulan baskıdan doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenen çocuklar konusuna ise dilerseniz hiç girmeyelim.
NİHAL BENGİSU- ZAMAN