Önce, bir-kaç not:
1-Ramazan Bayramı münasebetiyle gerek tlf., gerekse e-mail mesajı yoluyla tebrikatta bulunan muhterem okuyucularımın herbirisine yetişmeye çalıştıysam da, ulaşamadıklarımdan helallik diliyorum. Ve hepsine de teşekkürlerimle, o kutlu bayram anlarının bütün beşeriyyet için hayırlara vesile olması yolundaki temennilerimi tekrarlıyorum.
2- Camiamızın değerli kalemlerinden ve özellikle de TRT’de Ortadoğu bölgesiyle ilgili yorumlarıyla dikkatleri çeken Süleyman Arslantaş kardeşimiz Ankara’da bir kaza geçirmiş, merdivenden düşmüş, bacağı kırılmış.. Ama, hadise, kirazdan düşmüş diye duyuruldu.
Telefonla arayıp, kendisine takıldım ve Şair Nedim’in 1730’lardaki Patrona Halil Isyanı sırasında canını kurtarmak için kaçarken, damdan dama atlamaya kalkışması ve düşüp ölmesi üzerine, sevenlerinden birisinin, ‘Nedim, sana damlarda gezme dedim..’ şeklinde bir mısra yazdığını hatırlatıp, ‘Ne işin vardı kiraz ağacında?’ dedim ve hadisenin öyle olmadığını o zaman öğrendim.. Yani, asıl o duyuru daha bir acıtan bir kaza olmuş..
Geçmiş olsun diyor, sağlık ve âfiyet dileklerimi tekrarlıyorum..
3- Bayram öncesinde Perşembe günü yayınlanan, ‘İran da, Yunanistan gibi ‘uluslararası irade’ denilen güce teslim mi oldu?’ başlıklı son yazım, lehde-alehyde bir hayli tepki aldı..
Ancak onlardan birisi üzerinde bilhassa durulması gerekiyor..
Çünkü, bir yorumcu arkadaş, farklı bir yaklaşım sergilemekte, ‘İmam Humeyni’ye zehir kadehini dayatan H.Rafsancani şu sıralar hükümeti kontrolü altında bulundurmakta ve Ayetullah Hamanei’ye de zehir kadehini dayatmaktadır. Ayetullah Hamanei’nin belirlediği ve ısrarla tekrarladığı kırmızı çizgilerin aşılması bunu gösteriyor. Bu dayatmalar karşısında müzakere heyetini çabalarından dolayı tebrik etmekle yetinen Ay. Hamanei varılan anlaşma konusunda şimdilik susuyor ve anlaşma krizini yönetmeyi zamana yaymaya çalışıyor.
İranda geniş kitleler sevinç gösterileri düzenlediği gibi anlaşmanın içeriğinin açıklanmasıyla muhalfet de çığ gibi büyümektedir.’ demekteydi.
Bu değerlendirme ve yorumda görüldüğü üzere sadece Refsencanî’yi değil, liderliği üstlenmiş olanları da küçük düşürücü ağır suçlamalar sözkonusuydu.
Halbuki, o zaman diliminde içinde bulunulan şartlar açısından, 8 yıllık kanlı savaşın nereye varacağını kimse kestiremiyordu.
‚Saddam Irakı‘nın artık savaşı sürdüremiyecek noktaya geldiğini gören B. Amerika ve Sovyet Rusya başta olmak üzere, emperyalist dünyanın maddî açıdan güçlü diğer bütün devletleri de Saddam‘a verdikleri füzeler ve diğer en gelişmiş silahlarla netice almaya çalışıyorlardı. İran güçlerinin eline geçen Irak kasabası olan Halebçe üzerine Saddam‘ın attığı kimyasal gazlarla 5 binden fazla sivil insanın bir anda kavrulması karşısında suskun kalan dünya kamuoyu, bir İran yolcu uçağının Körfez’deki Amerikan güçlerince füzeyle vurulup 307 yolcusuyla Körfez sularına gömülmesi karşısında da hiç bir ciddî tepki vermemişti.. Ve aynı yöntemin Tahran üzerine de bir kimyasal bombardıman yapılması veya daha ağır silahların kullanılması şekline dönüşebileceği tehdid, iddia ve ihtimalleri de mevcuddu. Dönemin Amerikan Başkanı Reagan’ın Yardımcısı (Baba) Bush açıkça dile getirmişti..
Bu durumda savaşın geleceği konusunda.. Ulemâ, önde gelen / kumandanlar ve diğer seçkin mülkî erkan, İmam Khomeynî‘nin başkanlığında üç gün süren görüşmeler yaptılar. Ama, üç gün boyunca bir yere varılamıyor ve kimse de cesaretle bir çıkış yolu gösteremiyordu.
Refsencanî‘nin, tv. ekranından bütün ülkeye de yayınlanan bir Cum‘a hutbesinde dile getirdiği üzere, O, önlerinde iki yol kaldığını; ya,
İran‘ı kocaman bir yeni Kerbelâ olarak bırakacak şekilde, dünyanın başka güçleriyle de önü belirsiz bir savaşa girmeyi göz almaları; ya da,
Hz. Peygamber (S)‘in imzalamayı tercih ettiği Hudeybiye Andlaşması günlerindeki gibi şartların ortaya çıktığını kabullenmek gerektiğini‘ belirtip, ‚Ben bu ikinci yolun tercih edilmesi gerektiğini düşünüyorum..‘ görüşünü ortaya atar..
(Ki, savaşın son yılına kadar Savaş Komutanlığı, o dönemin Cumhurbaşkanı Seyyid Ali Khameneî‘nin uhdesinde iken, son yılında savaş komutanlığına, İmam Khomeynî tarafından kamuoyuna açıklanmayan bir şekilde Refsencanî getirilmişti.) Refsencanî, bu durumuna değinerek, ‚20 yıl da olsa savaşırız diyen Aziz İmamımızdan böyle bir kabulü bekliyemem.. Ben Savaş Komutanı olarak ‚ateş-kes‘i imzalarım ve bu imza uluslararası hukuk açısından İran‘ı bağlar, savaş durur. Ama, iç hukuk açısından ise Siz de beni isterseniz, yetkisiz hareket ettiğim gerekçesiyle cezalandırırsınız..‘ der.
Bunun üzerine, İmam Khomeynî, (Refsencanî‘nin beyanına göre) hemen bir kağıd ister ve Hükûmet‘e yazdığı bir hükümle, ’Güvenlik Konseyi‘nin 598 sayılı ‚Ateş-kes‘ kararının kabul edildiğinin BM. Gnl Sekreteri‘ne bildirilmesi‘ni emreder; zehir kadehini içtiğini belirterek..
Burada, bir dayatma mı sözkonusudur, ya da, iki tercihten birisini kabul etmekten başka bir yolun olmadığı bir çıkmaz‘a saplanıldığında, bir çıkar yolu bulmak cehdi mi?
Öyle bir zor durumda, birisini ‚İmam‘ı oyuna getiren‘, ve İmam‘ı da ‚oyuna gelen birisi‘ gibi göstermek ne kadar sağlıklıdır, bilmiyorum. Esasen, lider veya İmam durumunda olanlar başkaları tarafından oynatılırsa, o özelliklerini ne kadar korurlar?
Konuyu filanı hain, filanı çaresiz olarak nitelemek şeklinde değil, öyle çetin bir karar noktasında nasıl davranılması gerektiği açısından da düşünmek gerekir.
Uzaktan, alevlerin içinde olanlara yol gösterebilirsiniz, ama, alevlerin içinde olanlar sizi dinlemek imkanından bile uzakta olabilir..
Bu hatırlatmalardan sonra, gelelim, Bayram günlerinin esintilerine..
*
**
Cuma günü Bayram namazı için Almanya- Bremen THY Md. T. Ekinci dostumla birlikte Süleymaniye Câmiine gitmeye kararlaştırmıştık, akşamdan.. Biraz da Yahyâ Kemâl’in ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ isimli nefîs şiirinden bazı mısraları tekrarlıyarak..
Camie vardığımızda, içerisi zâten tıklım tıklım dolmuştu, iç avlusu ve dışarısı da aynı şekilde doldu.. Cemaatin büyük bir kısmının 40 yaşın altında olması, geçmişteki tablonun olumlu yönde ne kadar değiştiğini göstermesi bakımından ilginçti..
Ancaaak, binlerce-onbinlerce insan; dışarda, hoparlör düzeninin bozukluğu yüzünden yapılan vaaz ve okunan bayram hutbesi ve Itrî’nin bestelediği o mehabetli ‘tekbîr’lerden nasiblerini alamadılar.. Ve öğrendim ki, Süleymaniye Camiinin hoparlör düzeninin bozukluğu İstanbul Müftülüğü’ne daha önceden de defalarca iletildiği halde bir türlü el atılmamış!!. (Namazdan sonra, Yahyâ Kemal’in Itrî isimli ve son derece düşündürücü şiiri de okundu aramızda..)
Cemaat dağılırken, Abdullah Gül’ün de câmide olduğu haberi yayıldı.. Dışarıda alınmış olan güvenlik tedbirleri de bir fevkalâdeliğin olduğunu gösteriyordu, zâten..
Cemaatten arasından, Almanya- Münster THY Md. R. Bingül ve rahmetli dostumuz Bahaeddin Yıldız’ın oğlu Zâhid olmak üzere pek çok âşina simâlarla beklenmedik şekilde karşılaşıp bayramlaşmak imkanı hâsıl oldu..
Süleymaniye Camiinden Fatih’e doğru gelirken, Saraçhane Parkı’nda Suriye, Irak ve Mısırlı kadınlı-erkekli, binlerce müslümanın o parkta ayrı bir bayram namazı kıldıktan sonra, kendi aralarında bayramlaştıklarını ve yerli halkla birlikte kahvaltı yapıp tadlılar ikram ettiklerini gördük. Bu mahzun, sabırlı ve kararlı kardeşlerimiz, ‘Hilafet’in merkezi İstanbul’da olmanın verdiği bir gönül rahatlığı’nı gözleri yaşlı olarak ve geldikleri coğrafyalardaki diktatör rejimleri, ve kukla ve zâlim liderleri lanetleyen şiarlarla duygularını dile getiriyorlardı..
*
Cuma Namazı için Fatih’e gidecektik.. Çünkü, 1965’lerden, yani, yarım asır önceden, Diyarbekr’de İmam-Hatib Lisesi’nde öğretmenlik yaptığı yıllardan beri tanıdığım Ali Nar Hoca’nın cenazesi oradan kaldırılacaktı.. Câmi ve avlusunu ve dışarısını yine onbinler doldurmuştu. Kızgın güneş altından bir gölgeliğe sığınabilir miyim derken, Mardin-Artuklu Üni. Rektörü Prof. Ahmed Ağırakça yer açtı. Cuma Hutbesi son derece net ümmetçi mesajlar içeriyordu. Zevkle dinledik.. Ağırakça Hoca, sabahleyin Bayram Namazını Sultanahmed Camiinde kıldığını ve orada da Diyanet Başkanı Mehmed Görmez Hoca’nın çok nefis bir ümmetçi hutbe okuduğunu şükran duygularıyla belirtti, hamdettik..
Fatih Camiinin avlusu, yeni düzenlemelerle pırıl-pırıldı. Cenaze namazı kılınacağı zaman Cumhurbaşkanı Tayyîb Erdoğan’ın da cemaat içinde gözükmesi, bazılarınca -oradaki havaya uygun olmayan bir şekilde- alkışla karşılandıysa da, bereket ki hemen susturuldular. Ama, Tayyîb Bey’in bir müslüman öğretmen ve yazarın cenazesine katılmak gibi bir inceliği göstermesi, ülkedeki derin değişikliğin bir diğer nişanesi olarak sanırım herkesi memnun etti.
Ancak, Cumhurbaşkanı’nın geleceği biliniyor olduğuna göre, Camie giriş-çıkışlardaki gerekli güvenlik aramalarının çok zayıf olduğunu belirtmeliyim.. Yani kötü niyetli birisi rahatlıkla oraya yaklaşabilirdi. Cenaze namazı kılınırken, Tayyîb Bey’in hemen yanıbaşında duran bir ilahiyatçı akademisyen hocayı yadırgadığımı belirtmeliyim. Çünkü, aynı kişi, henüz iki- üç ay kadar önce, bir dost düğününe katılan ve Recaî Kutan ağabeyin yanına gelip oturan Enerji Bakanı Taner Yıldız’ı onu göstererek, ‘Bunlara selam verilmesi caiz değildir. Çünkü, bunlar kumarı, faizi, içkiyi, zinayı serbest bıraktılar ve Allah’a karşı savaş açtılar..’ dediği için, ‘Yaa.. Hocam, demek ki bunlar geçmişte yoktu da, bunların iktidarı döneminde olan bir durum..’ diye ironik cümleler söylediğimden dolayı bana kırılan birisi idi.. Şimdi suçladığı o kadronun başı olan Cumhurbaşkanı’nın yanıbaşında yer almıştı..
Namazdan sonra, orada yüzlerce eski dostla on yıllar sonra bir araya gelmek imkanı bulduk.. Ali Nar Hoca cenazesiyle de bu güzel buluşmalara da vesile olmuştu. Ama, cenaze namazından sonra İstanbul Müftüsü Rahmi Yarân Hoca’nın yaptığı konuşma -burada da hoparlör düzeninin bozukluğu yüzünden- büyük çapta anlaşılamadı.. O kadar güzellikler içinde, böyle küçücükk ârızaların giderilememiş olması, hayret..
*
Bu arada.. Ülke içinde ve müslüman coğrafyaları çapında bir çok olumsuz, acı ve hattâ iç karartan mesajlar ve düşmanlıkları tahrik eden söz ve davranışlar da olmadı değil, Bayram süresince.. Onlara da yarın değinelim, inşaallah..
*
dirilişpostası