Bugün Ramazan Bayramı.. Oruç ibadetinin bizleri tâbî tuttuğu imtihandan inşaallah başarısızlıkla, sıfır not alarak çıkmamışızdır.
Bayram, verilen kararlı bir mücadelede kazanılan, elde edilen zaferin kutlanmasıdır, basit ya da folklorik bir gelenek değil..
***
Kendimize şöyle bir bakalım.
Ramazan’da, kendimizi bir ruh disiplinine tâbi tutarak, şuûrlu bir arınma mücadelesine, oruç sâyesinde girmekle ne kadar başarılı olduk? Ve, gerçekten de bayram yapmayı hak ettik mi? Bunu hem ferdî planda, hem de sosyal planda düşünmeliyiz..
Meselâ, oruç ibadetinin hikmetini düşünerek, kendi hayatımızda ne gibi olumlu değişiklikler yapabildik ve Ramazan’ı hayatımızda gerçekten de maddî ve manevî arınma vesilesi haline getirebildik mi?
Sofralarımızı fukara insanlara açabildik mi ve belki daha da mühimi, fakir kimselerin sâde ve zâhiren-şeklen yoksul, ama, bismillah’la açılıp, elhamdulillah’la kapanan, mânen zengin sofralarında oturabildik mi?
Ya da, anasız-babasız, sahibsiz çocukların, yetimlerin, öksüzlerin ve kimsesiz yaşlıların karşısında, ‘kimsesizlerin kimsesi’ olmak sorumluluğuyla hareket etmek duygu ve düşüncesi uyandı mı içimizde?
***
Fitremikdarlarını her Ramazan’da, müftülükler, kılı kırk yararcasına hesab edip açıklarlar. Ama, hesaplar yapılıp açıklanan rakamların fitre vermek durumunda olanlar için, asgarî/ en az ve alt sınır olduğu pek hatırlatılmaz ve nicelerimiz de o alt sınırlarla sorumluluktan kurtulduğumuzu düşünürüz de, fetvâ iletaqvâ arasındaki farkı düşünmeyiz ve verilen o fitrelerle bir kişinin bir günlük ortalama bir yemek parasının karşılanıp karşılanmadığını bile gözönüne getirmeyiz ya da o fitre mikdarını, kendi çocuklarımızın bir günlük ortalama yemek masraflarıyla mukayese etmeyiz, karşılaştırmayız.
***
Yahyâ Kemâl’in ‘Ezansız Semtler ‘ isimli, mutlaka okunması gereken, insanı düşündüren - düşündürmesi gereken bir düzyazısı vardır, 100 yıl öncesi İstanbul’dan.. Şair o yazıda, ezan sesi duyulmayan, evlerinde Kur’an okunmayan, ibadet edilmeyen, sokaklarına bir minare, cami veya türbeye rastlanmayan mahallelerde büyüyen çocukların, ‘Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl göreceklerini’ merak edip sorar.
Bu vesileyle Yahyâ Kemâl’in bize yönelik mesajlarına da kısaca değinelim.
O, her ne kadar yaşayış tarzıyla bir Müslümanın imrenmemesi gereken bir sosyal çevrede yaşamışsa da, ‘dînen günahkâr olmak, dinî hayata imrenmeye mâni değildir’, anlayışınca; gerek şiirlerinde, gerekse düzyazılarında, bizim gönül tellerimizi dokunan ifadelerle bizim dünyamızı çok edebî şekilde seslendirmiştir. Sanıyorum, onu sırf edebî ve estetik bir kayguyla da yapmamıştır. Nitekim, o zamanlar Üsküdar’ın fakir-yoksul bir semti olan Atik Valde’yi anlattığı şiiri de son derece düşündürücüdür.
‘(…)
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri..
Yârab, nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım, oruçsuz ve neş'esiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı..
Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;
Az çok ferahladım ve dedim kendi-kendime:
"Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Mâdem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür."
Evet, Müslüman halktan kopuk yaşayışından ve oruçsuzluğundan dolayı yaşadığı gurbet duygusunu bu kadar sarih bir şekilde itiraf eden az kişi vardır herhalde.. Onun ‘Süleymaniye Bayram Sabahı’ ve ‘Kocamustâpaşa’ şiirlerinde, Müslüman hayatına imrendiğini ve amma o öz varlığımızdan kopuşumuzun acılarını yansıtan mısraları da fevkalâde güzel ve düşündürücüdür.
***
Ramazan’da eğer kendi maddî ve manevî bünyemize olumlu bir şeyler katabildikse, bunları bir folklorik gelenek gibi görmeyip, o kazanımları gelecek Ramazan’lara ulaştırmayı ve daha ileriye götürmeyi ve bu mübarek ay sonundaki bayramı ve ifade ettiği deriiin mânâyı düşünerek, onun bereketlerinden nasiblenmemiz temennilerimle, okuyucularıma tebriklerimi sunuyorum efendim.
stargazete