Sonsuzluklar diyarında Rabbimize kavuştuğumuzda anda yaşayacağımız büyük bayramımızın bir provasını daha yaşıyoruz. Müslümanlar, hicretin 2. yılından itibaren cennetteki büyük bayramlarının küçük bir tadımlığı olarak yılda iki defa Allah’ın hediyesi olan bayramlarını kutlamaya başlamışlardır. Bu günlerdeki sevincin birlikte yaşanması, beraber yenilip içilmesi için Efendimiz, Ramazan Bayramının birinci gününde, Kurban Bayramının ise tüm günlerinde oruç tutmayı yasaklamıştır.
Bayramlar cennetteki huzur ve mutluluktan dünyaya indirilmiş küçük bir hissedir. Onun için tüm bayramlarımız cennete olan özlemimizi artırmalıdır. İnsan bu dünyadaki geçici olan şeylerle avunmak yerine kalıcı olanı istemeli ve onun için yaşamalıdır. Bir ömrü, cennete duymuş olduğu özlem ile hayatımızın merkezine vahyi alarak yaşamalıyız.
Bir ay boyunca camilerimizde namazlar kıldık, teravihleri eda ettik, zekât, sadaka, fıtır ve fitreler verdik. Tâ Somali’ye kadar uzandık. Bol bol Kur’an’ı Kerim okuduk veya dinledik. İşte bu eşsiz nimetlerin farkına varmalıyız. Farkında olmalıyız. Bu eşsiz nimetlerle, dünyada yapamayacağımız bir şey yoktur.
Okuduğumuz ve öğrendiğimiz gerçekleri zihnimize depo etmek yerine, onları kalbimize, yüreğimize yönlendirmeliyiz. Cebrail isimli melek, Rabbimizden aldığı Kur’an ayetlerini Peygamberimize getiriyordu. Peki, gelen ayetler nerede saklanıyor, nerede bulunuyordu? Bunu yine Kur’an cevaplandırıyor: “Vahyi, senin kalbine, Allah’tan aldığı izin sayesinde (Cebrail) indirmiştir.” (Bakara, 97) Görülüyor ki, Allah’tan gelen ayetlerin yeri, kalplerimizdir. Çünkü orası tasdik yeridir. Kalpte tasdik edilen her gerçek, aksiyon olarak, pratik olarak hayata yansır. Eğer dinlediğimiz, öğrendiğimiz gerçekleri, bilgileri zihnimizde tutarsak, o bir malumat olarak kalır ve onlara iş yaptırtamayız.
Ümmetin her gün yüzlerce fidanını kurban verdiği bu günlerde coşkulu bir bayram sevinci yaşamamız ise imkânsız. Ümmet coğrafyası kundaklanıyor, bu coğrafyanın gül yüzlü çocukları bir bir toprağa düşüyor. Her sabah ölümle gözümüzü açıyoruz. Bu acılar içinde hem yaşıyoruz hem de Rabbimizden utanıyoruz. Yüzlerce yıldır aynı dinin müminleri olarak birlikte bayram yapamamanın hüznü kaplıyor her bir yanımızı. Efendimizin yetiştirmiş olduğu birinci nesilden sonra evrensel bir dine inanan ve onun getirdiği evrensel sorumluluk ilkesiyle hareket eden, sevinç ve hüzünlerini paylaşan bir ümmet olamadık. Emeviler’den Osmanlı’ya gelinceye kadar İslam’ın evrenselliği nimeti miras olarak kabul edilmiş ama maalesef bu nimetin şükrü olan evrensel sorumluluk tam olarak anlaşılmamış ve gereği yerine getirilememiştir. Fransız İhtilaliyle birlikte İslam ümmetine bulaşan milliyetçilik virüsü ilk tahribatı tek bir ümmet olma bilincimiz üzerinde yapmıştır. Bu tahribat ümmetin her bir ferdini o kadar derinden etkilemiştir ki adeta kalıtsal bir nitelik kazanmış ve nesilden nesile aktarılmıştır. Çağımız Müslümanlarının duygu, düşünce, vizyon ve eylem dünyalarını bu virüsten tam olarak temizlediklerini söylememiz mümkün değildir. Milliyetçilik virüsü İslam ümmetini adeta bir kanser hastalığı gibi sinsi bir şekilde sarıyor. Bu hastalığa yakalanan kardeşlerimiz hastalıklarını kabul etmedikleri için teşhis ve tedaviyi de kabul etmiyorlar. Bu hastalık yaşanmakta olan zulümlere ortak bir tepki koyamayışımızın en önemli sebeplerinden biridir. Dikkatimizi çeken bir başka tehlikeli virüs ise, Hz. Ali Efendimiz döneminde ortaya çıkan ve ondan sonra bir türlü tedavi edilemeyen mezhepçilik hastalığıdır. İslam coğrafyasında yaşanan son olaylar, mezhepçilik virüsünün Müslüman şahsiyetlerin tasavvurunda ne onarılmaz yaralar açtığını bir kez daha ortaya koydu. Ümmetin fertleri farklı mezheplerden olan kardeşlerini düşman bilmeye devam ediyor. Birbirimizi öldürmeyi cennete girme vesilesi sayacak kadar birbirimize düşman olduk. Aynı Allah’a, aynı peygambere inanan, aynı Kâbe’ye yönelen ve Allah tarafından kardeş ilan edilen insanlar aynı şeylere sevinip aynı şeylere üzülemiyorlar. Aynı bayramımızı birlikte kutlayıp, birlikte sevinemiyoruz. Milliyetçilik ve mezhepçilik, ümmetin parçalanan coğrafyası gibi kalplerimizi, gönüllerimizi ve akıllarımızı da parçaladı. Parçalanan coğrafyaların arasındaki sınırları kaldırabilirsiniz ama parçalanan yürekleri bir araya getirmek o kadar zor ki.
Yaşamış olduğumuz bütün acılara rağmen imanımızın gereği olarak umudumuzu yaşatıyoruz. Bir gün, önce yüreklerimizde ardından da coğrafyalarımızdaki sınırları kaldıracağız. Ümmet olduğumuzun farkına varacağız ve birlikte bayram yapmayı öğreneceğiz inşallah. Ümmetin bayramı mübarek olsun…
yeniakit