Katar Emirliği’nin, ‘Kâbe, uluslararası bir statüye kavuşturulmalıdır’ görüşünü dile getirdiği söylendi, yalanlandı. Suûdî rejimi yine de küplere binmiş.. Bundan maksad, herhalde Müslüman ‘uluslararasılık’tır. Bu düşünce İslamî çevrelerde 40-50 yıldır dile getiriliyor.
Hacc ibadetinin yerine getirilmesi için bulunulması mutlaka gerekli olan Kâbe / Mescid-ul’Haraam, Arafat, Muzdelife, Mina gibi bölgeler ‘Harem-i Emn-i İlahî’ (İlahî Güvenlik Haremi-bölgesi) olarak isimlendirilir. Hacc’a giden Müslüman da esasen bu ‘harem’e, belirli mesafede bulunan işaretlenmiş ‘miqat’ denilen noktalarda ihram’a bürünerek girer ve (Allahumme Lebbeyk! /Emret Allah’ım!) ibaresiyle başlayan ‘telbiye’ yapılır.
İhram’a bürünmekle Müslüman, dünyaya ait bütün varlıklarından, sıfatlarından, makam ve unvanlarından soyunduğunu da anlatmış olur. Ve Müslüman kişi orada artık ‘dokunulmazlık’ sahibidir; ‘Harem-i emn-i ilahî’de artık, doğrudan Beytullah konuğu’dur ve tabiatiyle de, o ‘Beyt’in ‘Sahib’inin..
***
Ama orada, güvenliği ve düzeni kim sağlayacak? Mes’elemiz işte bu noktadan itibaren daha bir çetrefilleşiyor.
Çünkü, oraya giden Müslüman, Suûdî rejiminin ya da bir başkasının misafiri, konuğu olarak değil, o Beyt’in Sahibinin dâvetine icâbet etmek için gidiyor; birçok rejimlerden vizeler alarak da olsa.. Ancak, o vizelerin hükmü ve etkisi de, ‘miqat’ denilen noktaya kadardır.
O ‘miqat’ denilen noktalardan itibaren artık namazlar bile seferî kılınmaz. Çünkü orası Müslümanın vatanının merkezidir ve orada hâkimiyet, Beyt’in, ‘Ev’in ‘Sahib’inin elindedir. Elbette bütün âlemler Allah’ındır ama orası maddî mânâda daha bir özel statüsü olan bir merkezdir.
***
Peki, oradaki düzenin sağlanması için hangi beşerî güç kendisini meşrû’ /kanunî olarak vazifelendirilmiş sayacak ve gösterecektir.
Bu husus, Resul-i Ekrem(S) döneminde mes’ele değildi. Onun meşruiyet’in temeli, Nubuvvet’inden geliyordu. Hulefâ-y-ı Râşidîyn döneminden ve hele de Hz. Ali’nin katledilmesinden ve Müslüman toplumunun yönetimini servet veya kılıç (zer ve zor) gücüyle ele geçiren güçlerin ve sulta’ya, saltanata dayalı bir sistem kurmalarından sonra..
Hacc mekanlarında ‘de jure’ (hukuka dayalılık) değil, ‘de facto’ (fiilî duruma göre düzenleme anlayışı) hâkim oldu. ‘De facto’ / fiilî duruma göre kanun oluşturmaanlayışında, ortaya çıkan bir takım güç odakları kendilerini Allah’ın vekili olarak gösterdiler- gösteriyorlar.
***
Hatırlayalım, Hz. Ali’nin şehadetinden sonra iktidar Muaviye’nin eline geçti.. Onun uzuuun saltanatından sonra Yezid onun yerini alınca.. Abdullah bin Zubeyr Mekke’ye geçti ve orada hâkimiyetini oluşturdu ve kendisine bey’at etmeyenleri Kabe avlusunda yaktığı ateşe atacağı tehdidinde bile bulundu.
Sonrası Emevîler, Abbasîler, Osmanlı.. Ve ondan sonra ortaya çıkan yığınla güç odaklarından birisi olarak Suûdî Hanedanı bu mekanlar üzerinde tahakkümünü oluşturdu.
***
Aslında ise, o mekanları kim ele geçirirse o değil, kim meşrû’ hak sahibi ise o yönetmelidir.
Bugünkü durumda o mekânlar, meselâ, halkının ekseriyeti Müslüman ülkelerin âlim ve mütedeyyin isimlerinden oluşacak bir ‘Dünya Müslümanları Ortak Şûrâsı’ tarafından olabilir- olmalıdır ve o mekânlarda hiçbir devlet söz sahibi olmamalıdır. Bu görüş, yaklaşık yarım asırdır tartışılıyor, İslamî mahfillerde..
***
Katar Emirliği’nin öyle bir talebinin olduğu iddia ediliyor; o Emirlik ise yalanlıyor. Suûdî Dışbakanı Âdil el’Cubeyr ise "Katar'ın, Mekke'yi uluslararasılaştırma talebi saldırgandır ve bize savaş ilanıdır, onlara karşılık verme hakkımız bulunuyor’ ifadesini kullanmış, 30 Temmuz günü..
Suûdî rejimine bildiririm ki, bu görüşü savunanlardan birisi olarak beni de, sizin takakkümcü ve gaasıb sisteminizle -ferden-, savaşta kabul edebilirsiniz.
Çünkü, orası Beytullah’dır; Beyt-us’Suûd değil!
***
Haremeyn-i Şerifeyn'de (Mekke ve Medine)‘Dünya Müslümanları Ortak Şûrâsı’yönetimi olmalıdır. Ve bir gün, olacak da inşaallah...
stargazete