“Ben” ve “biz” değil!?

Abdurrahman Dilipak

Sahi, “ben” demeyecek, “biz” mi diyeceğiz. O “biz” dediğiniz şey “ben”lerden oluşan “büyük bir ben” değil mi! Benzeşiklerin “kolektif akl”ı, “kolektif çıkar”ları, “kolektif beklenti”leri daha güçlü bir “ben” oluşturmuyor mu? Bu daha tehlikeli değil mi?

“Ben” ya da “Biz” değil, “HAK” demek daha doğru bir tercih değil mi! Nefs’ini HAK’a boyun eğdirmek; doğru olan bu değil mi. Nefs terbiyesi böyle bir şey değil mi?

Kur’an-ı Kerim’de “Ataların dini” bile kınanır. Kabile kült’ü zaman içinde bir put’a dönüşebiliyor. Aslında daha üst bir kimlik, aidiyet duygusu, bir korunma refleksi, güçlü ve saygın görünme arzusu insanlarda dini, mezhebi, ırki aidiyetlerin, ya da ideolojik beraberliklerin öne çıkmasına sebeb olabiliyor. “Ben” tekil bir kişi iken, “biz” benzeşiklerden oluşan “id, ego, süper ego”nun ötesine geçip, “Hiper ego”ya dönüşebiliyor. “Hiper Ego” hem genişlemeci, hem de tabii seleksiyonla dışlayıcı bir karakter gösterir. Kendi norm ve standartlarının altında kalanları dışlarken, herkesi kendine benzeştirmek, dönüştürmek ve onları yutmak ister.

İlk ırkçı Şeytandır. Kendini insan ırkından üstün görmüştür. İlk haram, ilk günah, ilk lanet IRKÇILIĞA’dır. Haramlar kronolojisinde 2. Günah FAHŞA ve 3’üncüsü KATL’dir.

Tarihin en büyük Irkçılığından bir diğeri, Dünyada yaşayan 4 ırktan birini yok eden, birini köleleştiren, ötekini sömüren, Beyaz adamın 1500’lerden başlayarak 19. YY sonuna kadar devam eden Irkçılığıdır. Kilise önderleri, beyaz ırk dışındaki insanları “insanlaşma aşamasını tamamlamamış maymunlar” olarak görüyordu.

Beyaz adam sömürü mirasını paylaşamadığı için kendi aralarında yüzyıl savaştılar. 1648’de Derebeyler Papa ile mütareke yaptılar, paylaşım, iş bölümü için Westefelya anlaşmasını imzaladılar. Modern Ulus devletlerin doğuşu, halkların uluslaşma süreci ve uluslararası düzen böyle kuruldu. Yani, MAGNA CARTA nasıl kıralla derebeylerin yetki paylaşımı ve vergi paylaşımı pazarlığı ise, bir insan hakları belgesi gibi sunmaya çalıştıkları Westefalya anlaşması da, Derebeyleri ile Papalık arasında sömürge mirasını paylaşma, mütareke ve işbirliği anlaşmasıdır. Laiklik de bu anlamda bu anlaşma çerçevesinde meşruiyetini İncil’den alan bir kilise kurumu ve kavramı olarak hayat buldu. Bu anlaşma sonrası Anglikanlar insanların doğduğu toprağın ulusal kimliğinin ana belirleyici unsuru olduğunu söylerken, Almanlar ve Yahudiler, Kan bağı dediler. Almanlar erkek kanını esas alırken, Yahudiler kadın kanı dediler. Vatikan ve daha sonra derebeylikler kendi kiliselerini kurdu ve kilise seçimi, onların ulusal kimlikleri oldu. Fransız grubu ve diğer halklar için dil ve kültür birliği dediler. Daha sonra buna tarihi de eklediler. Ancak bu süreçte halkların dil, tarih ve kültürleri yeniden tanımlandı.

Modern ulus devletlerin inşasında ırk ve ırkçılık, “ulusal çıkar, fayda ve güvenlik, kimlik” ile perdelenmiştir. Yurttaşlık bilinci için “Biz” kavramı kullanılmıştır. Biz, hem onları diğerlerinden ayıran, hem de kendi aralarında birlik ve yardımlaşmayı içeren bir kavramdır. 

İslam bu konuda “biz”i 3 başlık altında ele alır. İman edenler kardeştir, onların işleri istişare ve şûra iledir. O kişilerin dilleri, etnik kimlikleri, derilerinin rengi ya da cinsiyetleri mutlak bir değer ifade etmez. Hepsi aynı dine tabi olup Allah’ın ipine tutundukları için Tevhid etrafında kesret içinde Vahdete ulaşmışlardır. Bu vahdet onları, hak temelinde olmak üzere birden fazla kimliğe sahip olmasını engellemez. Bu KİŞİ aynı zamanda, ötekilerle ERDEM temelli İTTİFAK’lar kurabilir. Buna “HILFUL FUDUL” diyoruz. Erdem içermese bile, değer üreten ve başkalarının temel haklarına yönelik açık ve yakın bir tehlike oluşturmuyorsa, onlar da, nimet ve külfet dengesine dayalı bir İTİLAF ile bu BİZ’e katılabilir. Bu grubtakiler, merkezdeki topluluklar için MÜELLEFETÜL GULUB olacaktır. Bu ilişkiler ana zincir üzerinde uzayan ve onlara bağlı birçok halkaları olan bir Olimpik Helezonlara benzetilebilir. Bu etkileşim havuzunda, alameti farikalar korunmak şartı ile HİKMET temelli, İRFAN ve ERDEM temelli yakınlaşmalar her zaman mümkündür.

Kendi kimliğini, yurttaş bilincini inşa etmek için modern devletler, geçmiş ve gelecek tasavvurunu manipüle etmekten çekinmezler. TEK TİPÇİdirler.. ULUS DEVLET’in dayandığı ULUSAL kimlik ötekilere karşı asimilasyoncu bir politika izler. Batıda yaşanan İSLAMOFOBİK ataklar bunun bir dışavurumudur. Batı örneğinde de gördüğümüz gibi, asimilasyona direnen göçmenler, diğer dini ve etnik topluluklara karşı düşmanca davranışlar olmaya devam etmektedirler.. Bu anlamda ULUSAL KİMLİK ve bu kimliği besleyen DEVLET’lerin yöneticileri EGOSANTRİK / BEN MERKEZCİ ve NARSİST bir kişilik zafiyeti gösteriler.

Batılılar kendi Milli kimliklerini inşa sürecinde, hem kendi din, dil, tarih, kültür ve gelecek tasavvurlarını yeniden kurgulamışlar, hem de etkileri altına aldıkları halklar ve ülkelerin din, dil, tarih kültürlerini yeniden kurgulamışlar ve o ülkelerin ve kendi ülkelerinin eğitim, media, kültür-sanat kurumlarını bu anlamda yeniden yapılandırmışlardır. 

Tarihin derinliklerinde başarılı atalar bulunmuş ve birçok kahramanlıklar onlara atfedilmiştir. Tarihin derinliklerinden gelen bir millet anlayışı, farklı tarihi olaylar yoluyla ırk dayanışması üzerinde durmaktadırlar. Milli kimliklerin kendini inşa sürecinde olduğu gibi, sonraki dönemlerde de ırk ve ırkçılık söz konusu milli kimliğin yeniden inşasında etkili olmaya devam etmektedir. Irkçılık ile milli kimlik inşası arasında bir ilişki olup olmadığının ortaya konması faydalı olacaktır. Bu çalışmada milli kimlik inşasında milliyetçilik, ırk ve ırkçılığın etkisi ortaya konmaya çalışılmıştır.

Haksızlık kimden gelirse gelsin kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalime karşı olmalıyız. Onlar kim olursa olsun. Ama olmuyor işte. İşin içine siyaset girince, hak-hukuk unutuluyor sanki. “milyonla çalan mesned-i izzette ser-efraz, birkaç kuruşu mürtekibin cây-ı kürektir” ye kürküm ye! Ye koltuğum ye! Doymuyorlar da. Bunun sağı-solu yok. Bunlar yerken, kim hangi yoldan o makama gelmişse, din, mezhep, ideolojisi, önce değerleri yemeye başlıyor. Ve bu yemesine zemin hazırlayacak bir bahaneyi de üretiyor. O dayandığı değerlere ihanet ediyorlar böylelikle. Birbirimize üstünlük taslıyoruz ve yaptıklarımızı hak görüyor ve bunun başkaları tarafından kabul edilmesini, eleştirilmemesini istiyoruz. Zaten iş o noktada kopuyor. Oysa biz birbirimizden üstünüz ve Hak bizden daha üstündür.

Komünizm de ırkçı, Kapitalizm de, Siyonizm zaten kutsal ırkçı, övünürken, anlatırken mangalda kül bırakmıyoruz. Zaten arkasına saklanacak bir kutsal tarih, bir kutsal gelecek, bir de kutsal hayalimiz var. Bu “Seküler kutsallar”la çerçevelenmiş bir Şeytan üçgeni içine hapsolunca insan, lider, örgüt, dava, devlet derken Hak ve hakikatla bağını koparıyor. İşte orası cenneti arayanların cehennemle burun buruna geldiği andır ve birçok şey için artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir, son çıkış geçilmiştir. Bu sonu hüsran olan yolculuğun tarihi belli ve hep tekerrür ediyor. Bu yolun yolcularının gözleri var görmüyorlar, kulakları var duymuyorlar, kalpleri var hissetmiyorlar ve kaçtıklarını sandıkları akıbete doğru koşmaya devam ediyorlar. Selâm ve dua ile.