Berlin'in kaldırımları İstanbul'un yollarından bile daha geniş neredeyse. Kaldırımlar üçe ayrılmış. Bisikletliler, yayalar ve diğeri. Diğerini izah eden çıkmadı. Hayvanlar için büyük ihtimal. Bisikletliler hem yayaların hem de sürücülerin korkulu rüyası. Kanunlar galiba daha çok bisikletlilerden yana. Bisiklet sürücülerinin ne kadar fazla olduğunu anlamanız için alış veriş merkezlerinin önüne park etmiş onlarca bisikletin varlığından bahsetmem gerekiyor. Genç kadınlar gördük şık tayyörleriyle bisiklet süren. Anneler gördük çocuğunu arkasına oturtmuş okuluna götüren. Yaşlı insanlar gördük alış verişini yapmış evine dönen. 1980'lerin sonunda petrol krizini atlatmak için halkını bisiktlet kullanmaya çalışan başbakanlarına ertesi gün otomobillerini evinin önünde bırakarak cevap vermiş Alman halkı. Şimdilerde bisiklet kullanmak doğaya saygılı olduğunu ifade etmenin en önemi göstergesi. Bisiklet kullanmak politik kimliğin bir parçası adeta.
Berlin'in bisikletleri kafiledeki her yazarın dikkatini çekti. Hatta bazıları bunun asla İstanbul'da olamayacağını bir şikayet ve bir aşağılama olarak dile getirdi. Vasıl olduğumuz yerden kendimize bakarken çoğu defa yanlış genellemelerin tuzağında, kendimizi aşağılama yarışına giriyoruz. Berlin'in bisikletleri meselesi de öyle. Almanya genel olarak düz bir ülke. Tarihi boyunca başına gelenler; saldırılara açık dümdüz coğrafyası yüzünden. Bu düzlük içinde en pürüzsüz düzlüğü sahip olan şehri ise Berlin. Oysa İstanbul adı üstünde yedi tepe üzerinde kurulu. İstanbul'da şehrin bir ucundan öteki ucuna bisiklet ile gitmeye kalmak olmadık kazalara sebebiyet verir.
Ne diyordum" Bisikletliler hem sürücülerin hem de yayaların korkulu rüyası. Berlin'e vasıl olduğumuz gün otelin önünde bir bisikletin yayaya çarptığına tanık olduk. Çarpan bisiklet durmadı bile. Biz bütün kalbimizle yayaya bakarken, yaya bisikletlinin arkasından bağırıp küfretmek yerine ellerini kaldırarak adeta özür dileyerek uzaklaştı.
Bizi karşılayan görevliler durumu izah etti. Yaya bisiklet yolu üzerinde olduğu için bisikletli haklıymış. Haklı!!! Haklı olmak çok önemli. Haklılığın ne anlama geldiğini şöyle izah edeyim: Yaya yolu üzerinde dururken üstüme doğru gelen bir bisikletliden çekinip kenara çekildim. Hayır dedi Ayşegül. Biz haklıyız. Burası yaya yolu. Az kalsın çarpacaktı dedim. Polis çağırırdım dedi Ayşegül. İyi de benim canım yandıktan sonra polisin bana vereceği haklılığı ne yapayım.
Kuralların oturması ile haklı olduğuna iman etmek arasında doğru orantı olduğunu tam o anda fark ettim. Bir Alman canı pahasına kurallara uygun davrandığını ispat etmek derdinde.
Almanlar hayata haklı olmak ve vazifesi olmak üzerinden bakıyor. Hayat düz bir çizgi. Bu düz çizgi için yapılacak kurallar ve yapılmayacak kurallar var. Alman bunlara uyar. Hannah Arandth'in o çarpıcı imajı ile "insanlık durumu" tek tek her Alman'ın dahil olmasını gerektirecek bir şey değil. Ne demek istediğimi örnekler üzerinden anlatmaya çalışayım. Bizim Berlin'de bulunduğumuz günlerde "metro tecavüzü" hâlâ belleklerdeki tazeliğini koruyordu. Birkaç kişinin ortasında bir kıza tecavüz edilmişti. Yani birkaç Alman'ın gözü önünde oluyor hadise ve onlar bir ekran görüntüsü olarak dahil oluyorlar gözlerinin önündeki vahşete. Sapığı engellemek gibi bir çaba ve gayret içinde bulunmadan. Bu durumu Amerikalı sosyolog Erving Goffman'ın "sivil dikkatsizlik" kavramı kusursuz bir biçimde açıklıyor. Gofman "sivil dikkatsizliği" hiç kimse ile göz göze gelmeden yaşamak olarak kavramlaştırıyor.
Alman hastabakıcıların, hemşirelerinin hastalara gösterdiği olağanüstü itina üzerinden anlatmaya çalışayım vazife ve insanlık durumu arasındaki farkı. Alman hemşireler yüzlerinde o mütebessim maske ile hastalarının her türlü ihtiyacını, bakımını karşılıyor. Beslenme ve temizlenme ihtiyacının bütün teferruatlarını düşünün. Sonra hemşirenin mesai saati bitiyor, yüzündeki o mütebessim maskeyi üniforması ile birlikte çıkarıyor ve karşısına çıkacak herhangi bir muhtaca karşı, "vazifesi olmadığı için" algı alanına bile girmesine izin vermeden "sivil dikkatsizlik" konforuyla techizatlanmış olarak yoluna devam ediyor.
Doğu ile Batı arasındaki en temel fark buradan şekilleniyor galiba. Doğuluda görev bilincinden ziyade vicdan devrede. Almanlar da bunu fark etmiş. Yaşlı Almanlar Türk mahallelerine taşınıyormuş. Başıma bir iş gelirse Türkler ve Araplar bana yardım eder düşüncesiyle.
Oysa dünyanın hem vazife bilincine sahip hem de insanlığını bir maske olarak değil kalp olarak taşıyan insanlara ihtiyacı var. Yoğun bir melezleşme ortamından geçtiğimiz malum. Bu melezleşmeden iki tip çıkacak ortaya. Vazifesini yapmayan, vicdanını asla devreye sokmayanlar. Bu dünyanın karşılaşabileceği en kötü resim. Ya da hem vazifesini yapan hem insanlığını nefes aldığı her mekana ve zamana dahil edenler.
İkincisi mümin olmanın en temel şartı değil mi zaten!
Üç ayların ikliminde mümin kalplerimiz insanlığı yeniden mayalayacak kadar aşk ile ibadet edip şevk ile hizmet eden bir ritim ile atar inşallah.