| |||
- Rektöre karşı düşüncenizi açıklarsanız, özgürce bilim üretebileceğiniz alanlara, kongrelere sizi göndermiyor, laboratuvarınızı kısıtlıyor, asistanınıza oda vermiyor, anabilim dalındaki doçent, profesörlere kadro vermiyor. - Bilimsel bir çeteleşme mi nedir bilemiyorum. Gerek akademik yükseltmelerdeki kişisel ilişkilerin kullanılması, gerekse intihallerin saptandığı zaman bile göz yumulması bilimin ilerlemesi yönünde bir engel teşkil ediyor. Akdeniz Üniversitesi'ndeki olaylar sonrasında, durumu milliyetçi Türklerle milliyetçi Kürtlerin çatışması olarak resmettiniz ve bu haliyle diğer üniversitelere de sıçrayabileceğini söylediniz. Bu resmin arka planını konuşalım. Bu manzarayı doğuran sebepler, siyasilerin birbirlerine karşı hiç yakışmayacak söylemleriyle yarattıkları kavga ortamı, YÖK ile rektörler, rektörlerle hükümet arasındaki kavgalar var. Tabii devamlı şehit cenazelerinin gelmesi, Kürt sorununun çıkmaz bir duruma gelmiş olması, demokratik açılımlar konusunda adımların atılamaması, üniversitenin özerk ve demokratik yapıya kavuşması için hiçbir çabanın olmayışı ve yaşadığımız ekonomik kriz de bu çatışmayı besliyor. Ne olduğu bilinmeyen derin devlet, üniversiteleri karıştırmak üzere el atmış olabilir. Rektörlere ne görev düşüyor? Yıllardan beri, aşırı İslami, milliyetçi, sol ya da Kürtçü belli sayıda öğrenciyi atarsak üniversite rahatlar diye düşündüler. Bu kafa yapısından sıyrılıp, bu öğrencilerin yine rektörlük inisiyatifinde fakat özgürce fikirlerini ifade edebileceği alanları açmaları lazım. İstanbul Üniversitesi'nde birkaç yıl önce Kürtçe müzik çaldı diye çocukları emniyete teslim eden dekanları gördük. Birçok üniversitede öğrencileri izleyen kameralar var. Hatta bir rektör 'Öğrencilerin konuşmalarını bile duyabilirim, zum yapan kameralar koyduk.' demişti. Bu kadar güvenlik önlemlerinin alındığı bir yerde yine olayların çıktığını düşünürseniz daha fazla güvenlik önlemi alınması yerine üniversitenin öğrencileriyle bütünleşmesi ve etrafı duvarlarla çevrili, toplumdan kopuk bir hapishane görüntüsünden çıkması lazım. YÖK, Üniversitelerarası Kurul ve hükümet kendilerine göre yasa tasarısı çıkardı. Herkes kendi gücünü ve hakimiyetini koruma peşinde. Bu tartışmalar öğrencilere nasıl yansıyor? Bu çatışma yüzünden üniversiteler özgürlükçü ve malî açıdan yeterli bir yapıya kavuşmuyor. Bu da öğrenciler arasında huzursuzluk meydana getiriyor. Öğrenciler yemekhane özelleştirildi diye eylem yapıyor. Diğer öğrenciler onlara karşı eylem düzenliyor. Ortam provokasyona açık duruma geliyor. Üniversiteleri nasıl geliştirebileceklerinin tartışmasını yapacak yerde birbirleriyle güç kavgası yapan hükümet, YÖK ve rektörlerin öğrencilerin çatışmasından şikâyete hakları yok yani. Yok, çünkü o zemini kendileri hazırlıyorlar. Üniversite rektörleri kendi üzerlerine görev olmadığı halde, devleti korumaya soyunuyorlar. Bunu da belli bir izm üzerinden yapıyorlar. Kemalizm? Evet. Ve bu izm üzerinde tartışma yapabilecek öğretim üyelerini dışlıyorlar. Çünkü rektörlük kademesindeki kişiler, her şeye hâkimler. Rektöre karşı düşüncenizi açıklarsanız, özgürce bilim üretebileceğiniz alanlara, kongrelere bile sizi göndermiyor, laboratuvarınızı kısıtlıyor, asistanınıza oda vermiyor, anabilim dalındaki doçent, profesörlere kadro vermiyor. Yani devleti yaşatacağım derken bilimi öldürüyor. Tabii istemeden gerginlikler oluşuyor ve bilimin gelişmesine engel oluyor üniversitede bu siyasi ortamın yaratılması.. Rektörler fikirlerini özgürce açıklayabilirler ama kendi adlarına. Üniversitede siyaset yapamazlar. 15 bin bilim insanının olduğu bir yerde 50 kişilik bir senatonun dahi açıklama yapması o üniversitenin bütününü bağlamaz. Bu tip bildirilerin yayınlanması, belli bir ideolojinin hâkim olması üniversiteleri karşılıklı çatışma ortamına itiyor. Üniversite sadece o izme bağlı insanların yetiştirileceği bir baskı unsuru haline geliyor. Üniversite öğretim elemanı, öğrencisi ile akademik özgürlüklerin alanı olmalıdır. Bilimsel düşünce o zaman gelişim gösterir.. Bilim yapma olanakları tıkandığı için mi bu kadar çok intihal vakası oluyor? Biliyorsunuz en son fizikçilerin dünya çapındaki bir intihali ortaya çıktı. Bunu ortaya çıkaranlar da yabancı bilim adamları. Bu da bizi çok üzdü. Daha önce İhsan Doğramacı'nın, Ömer Dinçer'in, Kemal Alemdaroğlu'nun, Necla Arat'ın intihalleri ortaya çıkmıştı. Siz öğretim üyelerinin kişisel husumeti veya kişisel ilişkileriyle akademik yükseltmeler yaparsanız böyle olaylar da ortaya çıkar tabii. İntihaller saklanıyor, 'ne olacak, araştırmacı oradan biraz alıntı yapmış' diyenler var. Maalesef. Biz doçentlik ve doktora sınavlarının açık ve şeffaf olarak yapılması hatta video kamera konulması, jürideki öğretim üyelerinin de denetlenmesi taraftarıyız. Her öğretim üyesinin de jürilere girmemesi lazım. Örneğin kendisini bilimsel yönden geliştirmemiştir. Uluslararası yayını yoktur. Yabancı dile hâkim değildir. Ondan çok daha iyi, yurtdışında doktorasını yapmış, yabancı dile hâkim ve uluslararası yayınları olan bir adayı jüride bırakabiliyorlar. Çünkü o jüri üyesinin, o adayın anabilim dalı başkanına karşı bir husumet ya da siyasal görüş farkı vardır. O çatışmadan o aday da zarar görüyor. İntihalleri saptananların ceza aldıklarına da şahit olmadık... Çünkü intihali saptayacak jüride de kişisel ilişkiler rol oynuyor. Kemal Alemdaroğlu'na YÖK'te soruşturma açılmadı ve ceza almadı. Meslek örgütü bu konuyu etik açıdan inceledi ve cezalandırdı. İhsan Doğramacı'nın kitabının intihal olduğunu kendi yayınevi söylediği halde onunla ilgili bilirkişilerin olumlu rapor vermesi nedeniyle intihal sayılmadı. Cerrahpaşa'da görevli Prof. Dr. Hasan Yazıcı çok gitti üstüne. Ve tazminat davaları açıldı ona. Hasan Yazıcı etik konusuna çok önem veren, özgün bilim yapan çok kıymetli bir bilim insanıdır. Ve tazminat davasını da yüzde 25 ödenmek kaydıyla kaybetti. Dolayısıyla yüzde 75 intihal olarak görüyor şimdi kendisi. Tazminat davasını yüzde 100 kazanmış olsaydı yüzde 100 intihal diyecekti. Çete görüntüsü veriyor manzara. Kesinlikle oldukça olumsuz bir durum.. Bilimsel bir çeteleşme mi nedir bilemiyorum. Tabii çeteyi hukuki anlamda örgütlü bir çalışma olarak kullanmayalım ama ahbap çavuş ilişkisi, adam kayırma var maalesef. Gerek akademik yükseltmelerdeki kişisel ilişkilerin kullanılması, gerekse intihallerin saptandığı zaman bile göz yumulması bilimin ilerlemesi yönünde bir engel teşkil ediyor. Kim ortaya çıkarabilir bu bilim çetesini? Valla çok zor. Bilim insanlarının kendi sorumluluklarını çok iyi bilmesi, özgün araştırmaların öne çıkarılması ve intihal yapmış olan kişilerin de kim olursa olsun üzerine gidilmesi gerekir. Son dört yılda 22 bilim insanı intihalden dolayı ceza görmüş. Açılan soruşturma sayısı 70. Bu, iyi bir gelişme. Ama yeterli değil galiba? Değil. İntihallerin önüne geçebilmek için çok sıkı önlemler alınması gerekiyor. Eğer siz baştan iyi yetiştirirseniz bilim insanını sonuçta o da intihallere karşı mücadele verir konuma gelir. Bize göre profesör ve doçent olmayı güçleştirmek gerekir. Herkesin profesör olmaması gerekir. İngiltere'de bugün Prof. sayısı çok azdır. Doktora çok önemlidir. Doktorayı çok önemli bir pozisyona getirip, insanların öğretim üyesi kadrosuyla ders vermelerini sağlamak lazım. Kaç tane Prof. ve doçent var? 115 üniversitemizde 34 bin Prof., 24 bin de doçent var. Son dört yılda Prof. ve doçent sayısındaki artış yüzde 12 olurken, araştırma görevlisi sayısı yüzde 7,3 arttı. Bunun tam tersi olması lazım. Daha çok asistan, daha az Prof. formülünüze herkes karşı çıkar gibime geliyor. Tabii ki herkes buna karşı çıkar. Çünkü Prof. olunca maaş artıyor. Kendisi Prof. olmuş konuşuyor, diyecekler ama bu böyle değil. Ben Prof. olmadan önce de bunu söylüyordum. Prof. olmak, bir insanın alanında en yüksek bilgiye sahip olduğunu göstermiyor, sadece o kadroyu hak ettiğini gösteriyor diyorsunuz? Kesinlikle. Uluslararası yayını olmayan rektörler var bizde. Yok artık! Araştırın. Özal zamanında hiçbir ölçü konmadan, yabancı dil şartı bile aranmadan, bir gecede Prof. oldu birçok doçent. O dönemin profesörleri dekan da oldu, rektör de oldu. Kemal Gürüz'ü de, Kemal Alemdaroğlu'nu da araştırın. Kaç tane yurtdışı yayın yapmışlar? Dolayısıyla bilimde liyakati öne çıkarmamız gerekir. Üniversiteler burada kaybediyor. Liyakatten çok ahbap çavuş ilişkileriyle oluyor yükseltmeler. Yükseltmelerde bilimsel kriterlerin getirilmesi şu son dört-beş yıl içerisindedir. Bundan önce böyle değil miydi? Değildi. Hatta bir ara üniversitede kimlerin profesörlük, doçentlik jürilerine girebileceğinin saptanması için herkesten yayınları istendi. Bunlara belirli bir puantaj verildi. Bu güzel bir uygulama idi. İstanbul Üniversitesi'nde bile o dönemde bin 900 öğretim üyesi vardı. Bunların ancak 300-400'ü jürilere girebilecek nitelikteydi. Ama sonra o kriterler de tekrar kaldırıldı. Bunlar tabii ki nitelikli bilim insanı yetiştirmenin önünde büyük engellerdir. Buna rağmen son dört yılda 12 bin 246 tane yayından 17 bin 385 yayına yükselmişiz. Dolayısıyla 146 ülke arasında 22'nci sıradan 19'uncu sıraya yükselmişiz. Ama bu yayınlara atıf yapılma bakımından 33'üncü sıradayız. Bizim ne kadar araştırma görevlisine ihtiyacımız var? Yeni açılan 32 üniversitede öğretim elemanı 128'i profesör olmak üzere 4 bin 42. Gerçek ihtiyaç 19 bin 125. Arada 15 bin açık var. Bu açık en az 10 yılda tamamlanır. O nedenle yüksek lisans ve doktoranın önünü açmak lazım. Profesörlük kadrolarının adaylar için bilim dallarına verilmesi rektörlerin isteğine bağlıdır genelde. Rektörün hoşuna giderseniz size kadro veriyor. Profesörlük yükseltmelerdeki jürileri de üniversite yönetimi belirliyor. Jüride beş-sıfır aleyhinde rapor verilen birini rektör eğer tutuyorsa, kendi kafa yapısındaysa, bunu yönetime getirmiyor. Çünkü getirse beş jüri üyesinin olumsuz değerlendirmede bulunduğu o kişi Prof. olamayacak. Ne yapıyor? O raporu yok sayıyor. Bu sefer değişik insanlardan yeni bir jüri oluşturuyor. Hatta o Prof. olamaz denilen kişiye soruyor. 'Bak bunlar sana olumsuz verdi. Kimleri yapalım yeni jüri üyesi?' diye. Ahmet'i Mehmet'i alalım diye konuşuyorlar önceden. Dolayısıyla o Ahmet, Mehmet de o kişiye olumlu bir rapor veriyor. Ve bir ay sonra beş-sıfır olumlu bir rapor geliyor. Vay be! İşte bu, bilimde önemli bir sorundur. Biz bunu gördük, yaşadık. Halen de devam ediyor bu durum. Profesör kadroları üniversiteye bırakıldığından doçentler rektöre kul-köle olmak durumundadır. Bu kulluk-kölelikten çıkmak için o jüri üyelerinin 'Ben bu adam hakkında olumsuz verdim. Neden bu işleme konulmadı?' diye kendi haklarını aramaları, gerekirse mahkemeye gitmeleri lazım. Ama bunu da kimse yapmıyor maalesef. Demek ki bilim çetesini çökertmenin yollarından biri de rektörlerin yetkilerinin kısıtlanmasından geçiyor. Evet rektöre bağlılığa dayalı yükseltme sisteminden kurtulmak için rektörlerin yetkilerinin daraltılması, atamaların belirli kurullar tarafından yapılması, eski jüriyi yok sayıp yeni bir jüri tesis edilmesinin kesinlikle önlenmesi lazım. Profesörlükte sınav yoktur. Eserleriniz incelenir. Akademik yükseltmelerde eserlere olumsuz not veren jüri üyesi bilimsel ölçütlere dayalı mı olumsuz veriyor, bu da çok önemli. Bilimsel yeterliğinin, şeffaf bir şekilde incelenmesi, akademik yükseltme kriterlerinin yeniden gözden geçirilmesi, doçent ve profesörlüklerin yeni ölçütlerle zorlaştırılması yani sistemin (genelde YÖK sistemi de dahil) tamamen değişimi önemli bence. O zaman belki bu yozlaşmanın, olumsuzlukların önüne geçebiliriz. | |||
Nuriye Akman |