Bunu da öngörmüş olamazlar: İskoçya’da korona korkusu ile hastahaneye gitmediği için ölenlerin sayısı koronadan ölenlerin sayısını geçmiş. Kaynak: telegraph.co.uk: “Non - coronavirus patients ‘dying to avoid hopitals’. 8.4.2020 By Simon Johnson”.. Oran 282/643.
ABD’den gelen haber hiç de iç açıcı değil: Siyahlar ile diğer ırklar arasında vaka ve ölüm sayılarına ilişkin orantısızlık, özellikle New Orleans, Chicago ve Detroit gibi siyahların yoğun olarak yaşadığı şehirlerde göze çarpıyor. New Orleans şehrinin yer aldığı Louisiana eyaletinde hayatını kaybedenlerin %70’inden fazlasını siyahlar oluşturuyor. Ancak siyahlar nüfusun sadece %32’sine tekabül ediyor. Eyaletteki ölümlerin %40’a yakını Afrika kökenli Amerikalıların nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu New Orleans şehrinde yaşandı. Ortabatı bölgesindeki Chicago, Detroit ve Milwaukee gibi şehirlerde de benzer bir durum söz konusu. ABD’nin nüfus açısından en büyük 3. şehri Chicago’da siyahlar nüfusun yüzde 30’unu oluşturmalarına rağmen, koronavirüs nedeniyle hayatını kaybedenlerin %72’si siyah. Fransız “bilim adamları” da, yeni aşıları Afrika’da denemekten söz ediyorlar, utanmadan.
Özellikle ABD’de durum vahim. Halk silahlanıyor. Evsizler ve büyük oranda ölümlerin yaşandığı zenci mahallelerinde ölüler evlerden toplanıyor. Bu arada tıbbi destek alamayan kesimin diğer bölgelerde hastalığı bulaştırarak intikam almaya yöneldiği haberleri geliyor. Ve bunun bir adım sonrası, bu olayların yağma, sosyal çatışma ve silahlı eylemlere dönüşmesinden endişe ediliyor.
Başka sorunlar da var. Mesela, hastalık korkusunun, yalnızlık, paniğin, çaresizliğin sebeb olduğu intihar olayları.. Bir başka sorun, hasta olmak korkusu, mali yetersizlik sebebi, karantinaya alınma korkusu sebebi ile hastahaneye gitmeyenler evlerinde ölümü bekliyorlar. Bir başka grub ise, hastalık hastası. Sigortası var, en ufak bir nezle, başağrısı ile hastahanelere koşuyorlar, bunlar da hastahanelerdeki yoğunluğa sebeb oluyorlar.
Maske konusunda bile ülkeler tam bir mutabakat sağlayamadılar. Maske bulmak bir dert. Peki maskeler koruyor mu, ya da kullananı mı, başkalarını mı? Peki maske kullananlar bulaştırıcı ise, mikroplu maskelerini ne yapıyorlar. Bunları çöpe atarlarsa, sokak hayvanlarına bu virüsü bulaştırabilirler mi? Çöpte organik atıklar mikropların daha uzun süre yaşamalarına sebeb olabilir mi? Tıbbi atık hükmündeki maskeleri nasıl imha etmek gerekecek?
Tabii maske kullananların bu maskeleri nano gümüş ya da kekik suyu ya da ardıç reçinesi gibi birtakım virüs öldürücülerle desteklemesi gerekiyor. Kolonya konusunda da tartışma devam ediyor. Kolonyayı kullandığınızda mikrobu öldürüyor ama alkol uçucu olduğunda hemen etkisini kaybediyor ve bu arada insan derisinin tabii koruyucu yağ tabakasını yok ederek, bir sonraki mikrop girişine karşı kapıyı açık bırakıyor. Yine aynı şekilde nano gümüş, kekik suyu, sirke daha koruyucu olabilir ama, bu konuda dünyada hassasiyet çok yüksek değil.
Salgın başladığından bugüne, yayılma ve salgının şiddeti artmaya devam ediyor. Daha önce, başta Çin olmak üzere sürecin stabil hale geldiği açıklamaları inandırıcı bulunmadı. Şimdi Çin mikrobun yeniden yayılmaya başladığını açıklamak durumunda kaldı. İyileşen vakalarda bazı kalıcı sorunlar tesbit edildiği bilgileri geliyor.
Mikrobun kaynağı ve 5G tartışmasını da içine alan RF’in virüsün yayılma hızı ve etkisini dolaylı olarak etkilediğine ilişkin tartışmalar bütün şiddeti ile devam ediyor. Mikrobun geni ile oynanarak yeniden yapılandırıldığına ilişkin tartışmalar da aynı şekilde devam ediyor.
Çin’den sağlıklı haberler gelmiyor. Ama ABD, İngiltere ve AB ülkeleri salgın karşısında çaresiz kaldılar. Rusya’da salgın sadece insan sağlığını değil, ekonomiyi de büyük ölçüde olumsuz etkiledi. Ekonomi genel anlamda bütün dünyayı olumsuz etkilese de, özellikle OPEC ülkelerinin çoğunda olduğu gibi, gıda açısından kendi kendine yeterli olmayan ülkelerde durum çok daha vahim. Bu anlamda Rusya’nın da bu durumdan en fazla etkilenen ülkelerin başında yer aldığı haberleri geliyor.
Türkiye göreceli olarak, dünyada, her anlamda kendi kendine yeterli ülkelerin başında gelen bir ülke. Ancak Türkiye imkanlarını ne kadar etkin ve doğru kullanıyor, o başka bir konu. Bitkisel droglar açısında, drog çeşitliliği yönünden dünyanın 1 numarasıyız ama Anglosakson kafası ile eğitilen kadrolar, bürokrasi ve onların şekillendirdiği mevzuat açısından Türkiye zenginlik içinde yoksulluğa mahkûm edilmiş bir ülke gibi sanki. Kendi, inanç, tarih ve geleneğini referans almayan bir bilim, media, sanat, siyaset ve bürokrasiye sahip! Oysa gaybe iman, kader, rızık, ecel, tevekkül gibi manevi donanımlarımızla biz hem kendimiz hem insanlık için daha fazla ve güzel şeyler yapabiliriz. Ama maalesef mevzuat ve kafa müsaid değil. Bizim kanallarda bile yoga veya meditasyonla stres atmaya çalışıyoruz.
Dert bir değil ki, hangisine yanayım. Yapacak çok iş var ama bazılarımız oyalanıyor, zaman kaybediyor, elleri ayakları boş değil, tuttuğu iş değil birtakım kalabalıklar adam ezberlerini tekrarlayıp duruyorlar. Bu ezberlerle bu sorunuz çözemeyiz. Peşinden koştuğumuz batılıların bilimi ve teknolojisi çözüm olsaydı, önce kendi dertlerini çözerlerdi. Ama, kafamızı taşlara vura vura da olsa öğreneceğiz. Ama akılla çözmediğimiz işleri hayata bırakırsak, acı tecrübelerle, daha uzun bir zamanda, daha çok acı çekerek ve daha ağır bir bedel ödeyerek yine çözeriz.
Selâm ve dua ile.