İslam dini insanı mü'min ve kâfir diye ayırdıktan sonra, birde; zahirde mü'min hakikatte kâfir olan münafık tiplemesiyle sıfatlandırır. Münafığın içi ve dışı ayrı benlerden oluştuğu için iki ayrı kişilik oluşturur. Münafığın iki alanı vardır, mü'minlerin olduğu yer ve olmadığı yer. Yani münafık için Allah-u Teâla'nın olduğu yer diye bir tanım söz konusu değildir. Bizim ele alacağımız, kişideki benlik fazlalıkları ise tamamen mü'minlerle alakalı olacaktır. Denilebilir ki; mü'minde birden fazla kişilik olabilir mi? Kemal manada bir mü'minde olmayacak bir şey olsa da, istikamet yolunda yeni bir yolcu için bu mümkündür. Yada ilmi ve ameli eksikliklerini tamamlamış mü'minler için bu mümkündür. Geçici bir hastalık olarak yaklaşılması gereken bu hal, meseleye vakıf olmayan kişiler tarafından nifak olarak algılanması yada ima edilmesi hasta mü'mini daha da kötü durumlara itecektir. Hatta şeytan, tekamül süresindeki mü'mini "Sen münafıksın" yaklaşımıyla ümitsizlik çukurunda boğmaya çalışacaktır (Hafzallah).
Sahabelerin sokak ortasında ağlayarak birbirleri ile dertleştiğini biliyoruz ve birbirlerine "ben münafık oldum" serzenişlerini dile getirdiklerinde, haydi Resulullah (s.a.v) 'e gidelim diyeceklerdir. Resulullah (s.a. v)'e "Ey Allah'ın Resulü biz senin yanındayken farklı duygular taşıyoruz senin yanından uzaklaştığımızda aynı duyguları aynı hazları alamıyoruz" manasında ifadeler sununca, Resulullah (s.a.v); bunun olağan bir hal olduğunu, eğer her zaman huzur-u nebideki halde olsalardı gökten meleklerin inip sahabelerin ellerinden tutarak arzda dolaşacaklarını beyan edecektir. Yani Hz. Resul(s.a.v), bu halin bir münafıklık hali olmadığını, bunu bir kemal süreci içerisinde taşıyabilirlik derecesine göre ilahi bir lütuf olduğunu izah ediyor. Şimdi meselemizin asıl yönüne geçersek; mü'mindeki benlik farklılıkları, nifak değilse(Haşa!) bu farklılıklar nasıl izah edilecektir? Ve nasıl benlik birliğinde tekamül neticelenecektir?
El-Zahir(c.c) ve El-Bâtın (c.c.) olan Yüce Rabbimiz eşyada, vukuda, tabiatta v.s her şeyde zahir ve bâtın olarak tecelli ettiği gibi her şeyinde zahiri ve bâtıni cereyanı olabilir. Çözülmesi gereken sorunlarda usul gereği mutlak zahir ve bâtın penceresinden tahkik edilerek kanaate varılmalıdır. Ancak şu hatırlatmayı da yapalım: Ahkâmi meselelerde "Hüküm zahire göredir" hadis-i şerifi aynı zamanda bir kaidedir. Vukuu bulan bir iyilik veya kötülük zahiren değerlendirilecektir. Bâtınını Allah-u Teâla bilir. Bâtınında var olduğunu ifade ederek zahiri yok saymak yada suistimal etmek İslam şeriatına aykırıdır. Yani namaz kılmayan birisine neden namaz kılmadın sorusu yöneltildiğinde "ben bâtında kılıyorum" diyemeyecektir. Çünkü El-Bâtın (c.c) zahir ve bâtın ameliyeleri kayda bağlamıştır. Şeraitin zahir farz, vacib, sünnet gibi hükümleri bâtını gerekçe göstererek tarikat, hakikat perdeleri ile örtülemez. Haddi zatında şeraiti yok sayan tarikat, hakikat gibi vasıflandırmalar Şeriat'a göre hükümsüz birer isimlendirmeden öte değildir. Ancak Şeriat'a uygun ve muhalif olmayan zühd ve takva tekamülü belli bir sistemle işleyen yapıları da sırf adı sufi diye dışlamak yine Şeriat'ın kabullenmeyeceği bir durumdur. Şeyh Emir Abdulkadir, Şeyh Şamil, Şeyh Said gibi zühd, takva ve cihad önderleri bizlere güzel birer örnektirler. Sufi hareketi uyuşukluluk ve miskinlik sayan gerek tasavvuf taraftarları, gerek tasavvuf karşıtları, bu örnekleri güzelce tahkik etmeliler diye düşünüyorum. Ve şu mübarek ayeti kerime uyulacak mutlak yolun ne olduğunu bizlere bildirir. Daha üstünde konuşacak söz yoktur. İşittik ve iman ettik demek mü'minlere yaraşan bir ruh yüceliğidir. "Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma." (Casiye 18)
Başta da belirttiğimiz gibi kişideki benlik farklılıkları illaki nifak değildir. Belki tedaviye muhtaç bir hastalık yada hastalıkta olmayıp, tekamül sürecindeki eğitime muhtaçlık hallidir. Bu minvalde, mü'min benlik farklılıklarına Zahir ve Bâtın zaviyesinden bakarsak mesele daha net deşifre olabilecek ve varsa sıkıntılara daha kesin müdahaleler yapılacaktır.
Her şeyin zahiri ve bâtını olabileceğinden bahsettik. Buna binaen zahirin de zahiri ve bâtını, bâtının da zahiri ve bâtını var olabilmesi gayri mantıki değildir. Benlik çokluklarındaki nedenlere ve meşruluk sebeblerine bu metottan bakarsak; ele almamız gereken dört başlık olacaktır. 1. Zahirin zahiri, 2. Zahirin bâtını, 3. Bâtının zahiri, 4. Bâtının bâtını.
1- ZAHİR'İN ZAHİRİ; Benlik sunumunda yada kişinin bir şahsiyet, kimlik olarak tanımlamasındaki en dış aksediş budur. Bu hal kişinin evinin eşiğinden dışarı adım atmasıyla başlar. Mü'min, kâfir, münafık tüm halk tarafından bilinip tanındığı hal benlikteki zahirin zahiri halidir. Kişi ben dediğinde her insanın anlayacağı yada çoğu insanın anlayacağı, zihinlerinde oluşacağı sıfatlar ben diyen kişinin zahirinin zahirindeki yansımasıdır. Yani siz "ben" dediğinizde insanların nezdindeki resmolan manzara sizin sunduğunuz karelerin toplamındaki oluşumdur. İnsanlarla bir aradayken mü'minle münafığın ayırt edilemeyişinin nedeni de budur. Her birey "ben" ifadesine farz, vacib, sünnet, mekruh gibi ameliyelere dikkat eden kişilik vasıflarını yükleyerek ben diyecektir. Mü'minin zahirin zahirinde asıl dikkat edeceği husus kâfir ve mü'min bağlamında "ben" dediğinde mü'mine has vasıfları kendine yükleyerek kişilik sunumunu yapabilmesidir. Buda akaid, farz, vacib, haram, helal gibi durumları esastan başlayıp öncellemeye yönelik bir hayat tarzı ile mümkündür. Bir alt perde de ise; mü'min münafıktan "ben" sunumunu ayırt edici bir sunuma girmelidir ki oda şudur; hadis-i şerif ile sabit olan yalan, emanete hıyanet, ahde vefasızlık ve tartıştığı zaman kırıcı olma halleridir.
Zahirin zahirinde dil ile benlik sunumundaki "ben" ile yaşayan "ben" arasındaki paralelliği yaşamak ileride açıklayacağımız hallere oranla kolaydır. Hatta kolay kılınmıştır. Cemaatle namaz, farzlara uygun kılık ve kıyafetle birlikte sünnete uygunlukta gözetildiğinde, belli bir mü' min toplulukla mutat görüşmeler vasıtasıyla zahirin zahirindeki ben daha kolay muhafaza edilecektir.
2- ZAHİR'İN BÂTINI; Zahirin bâtını hali aslında zahir olmasına rağmen zahirin zahirine göre bâtında kaldığı için zahirin bâtını halidir. Zahirin bâtını hali kişinin evinin eşiğinden içeri girmesi ile başlar. Mü'minle münafığı ayırt edici halde buradadır. Münafık evinden içeri girdiğinde tamamen ayrı bir kişilik oluverecektir. Ama kemale erememiş mü'min her ne kadarda dışarıdaki "ben" durumu gibi ev içi "ben" sunumunu örtüştürmese de dışarıdaki gibi akaid, farz, ve vacib gibi olmazsa olmazları içeride de gözetiyorsa nifaktan kendini evveliyetle ayırmış olur. Buradan sonraki tekamül tamamen kemale ermekle alakalıdır. Ve kesinlikle nifakla alakalı değildir. Zahirin bâtınındaki "ben" sunumunuz dışarıya göre sizin asıl "ben"ninizdir. Ev ahalinizin sizi "ben" dediğinizde algıladığı şekil sizin dışarıya göre daha gerçek "ben"ninizdir. İlim amel sürecindeki tekamül eksikliklerinin tamamlanması gerekecek olan yerde burasıdır. Yani siz dışarıda "ben" dediğinizde diğer zihinlerdeki resimle, içerde "ben" dediğinizde ev halkının oluştuğu resim arasında renk, ton, obje eksikliği gibi farklar oluyorsa "ben" sunumunda sıkıntı var demektir. Ama dediğimiz gibi bu nifak değildir. Sadece kemalatla alakalıdır. Misal verelim: Kişi dışarıda ben dediğinde kişilerin zihninde namazı farz, vacib, sünnet ve müstehaplarıyla ikame eden bir mü'min akla geliyor da ev içinde "ben" dediğinizde sadece farz ve vacibleri kılan sünnet ve müstehaplara dikkat etmeyen bir resim oluşturuyorsanız aradaki fark kemalat sürecinde kapatılması gereken bir farktır. Hz. Aişe annemize Resulullah(s.a.v)'in ahlakını soran sahabeye Hz. Aişe'nin verdiği cevapta bunun izahıdır. Hz. Aişe annemiz "O Allah'ın Resulüdür. Dışarıda nasılsa içeride de aynıdır. O(s.a.v) 'in ahlakı Kur'an'dır."
"Komşusu açken tok yatan mü'min değildir." Hadis-i şerifindeki manada konumuzla ilintilidir. Dışarıda, toplumda kemal iman sahibi gibi gözüken mü'minin evine girdiğinde komşusunun halinden habersizce yatıp uyuyorsa bunun kemal bir iman olmayacağını Resulullah (s.a. v) beyan etmiştir. Dış ve iç kişilik farklılıkları akaid, farz ve vaciblerin dışında zuhur ediyorsa tamamlanması gereken farklılıklardır. Ve kişinin "ben" tekamülüne girip istiğfar, kararlılık, şahsiyetli kişi olma gibi verilerle bu farkı kapatıcı yollar araması tavsiye edilir. Buna güzel bir örnek olabileceği için şu hadis-i şerifi takdim ediyoruz:
Huzeyfe(r.a) anlatıyor: "Benim dilimde, aile efradıma karşı bir ölçüsüzlük vardı. Fakat bu başkalarına olmazdı. Bu halimi Aleyhisselatü vesselam'a söyledim. Resulullah: "İstiğfar bakımından ne haldesin? Bu kusurunun bağışlanması için günde yetmiş kere istiğfar et!" buyurdular. (Kütüb-i sitte 17. cilt, 7142. hadis)
3- BÂTIN'IN ZAHİRİ; Bu hal her yerde vukuu bulabilir. Gerek sokakta gerekse evde olabilir. Kişinin yalnız kaldığı her yer bâtın'ın zahiridir. Bâtındır ama zahirdir çünkü; insanların bizi göremediği yerde Allah-u Teâla'dan başka bizi melekler ve cinler gibi varlıklarda görecektir. İnsanlara göre bâtın olan meleklere ve cinlere göre hala zahirdir. Mü' mindeki "ben"lik farklılıkları da varsa eğer burada ortaya çıkacaktır. Akaid, farz, vacib, sünnet, haram, helal, mekruh, müstehap gibi tüm mükellefiyetleri sokakta ve evde gözeten kişi yalnız kaldığında akaid, farz, vacib gibi konuları gözettiği halde sünnet, mekruh, müstehapları gözetmiyorsa aradaki "ben" sunum farkları kapatılması gereken eksikliklerdir. Yani; kişi "ben" dediğinde sokaktaki insanlar, evdeki halk, melekler ve cinler nezdinde aynı resim oluşuyorsa "ben" tanımlaması kemale ermek üzeredir. Bu halde mü'min Allah-u Teâla'nın hicab ettiği gibi melekler ve cinlerden de haya eder. Kimse yokken dahi bu varlıkları gözeterek Rabbine kulluktan hazz alır. Ve bu övgü halidir. Vera'nın başladığı mü'min için kurtuluş kapılarının iyice aralandığı haldir. Ebu Hureyre(r.a)'ın rivayetiyle Resulullah(s.a.v) övdüğü bu hal hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
Hz. Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(s.a.v) buyurdular ki: "Ey Ebu Hureyre, vera sahibi ol (harama götürme şüphesi olan şeylerden de kaçın) ki insanların Allah'a en iyi kulluk edeni olasın! Kanaatkarlığı esas al ki insanların Allah'a en iyi şükredeni olasın. Nefsin için sevdiğini insanlar içinde sevki (kâmil) mü'min olasın. Sana komşu olanlara iyi komşuluk et ki (kâmil bir) Müslüman olasın. Gülmeyi az yap, zira çok gülmek kalbi öldürür." (Kütüb-i sitte 17. cilt, 7295. hadis)
4 - BÂTIN'IN BÂTIN'I; Bu hal kemale ermişliğin son durağıdır. Sokaktaki, evdeki bireyleri gözetmediği gibi kişinin melek ve cinleri de gözetmeksizin sadece Allah-u Teâla' yı bilip gözeterek kulluk vazifelerini yerine getirmekle birlikte, sadece Allah'a zahir tüm diğer yaratılmışlara bâtın olan kalbin içerisinde cereyan eden olaylar ve düşünceleri Allah'ın razı olacağı sınırlar dahilinde tutabilmektir. Çünkü kalblerdekini sadece Allah-u Teâla bilecektir. "Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. O, kalplerin içinde ne varsa onu da hakkıyla bilendir." (Fatır 38)
Yine kişinin kalbi ile kendisi arasına da ancak Allah-u Teâla girebilecektir. "Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız." (Enfal 24)
Rabbine bu derecede iman etmiş kişi Allah'tan başka hiçbir şeyi gözetmeksizin kulluğunu icra edecektir. Ayakları şişinceye kadar namaz kılan Rsulullah(s.a.v)'e Aişe annemiz "neden bu kadar yoruyorsunuz kendinizi. Sizin gelmiş geçmiş tüm günahlarınız bağışlanmışken ve cennet sizin için yaratılmışken." Resulullah(s.a.v)'in cevabı ilginçtir!
"Şükreden bir kul olmayayım mı ya Aişe?"
Zahirin zahirindeki "ben"le bâtın'ın bâtın'ındaki "ben"in Tevhid için teklenmesi hali kemâliyettir. Gerçek şahsiyetlilikte budur. Kemale ermişlik olduğun gibi yada göründüğün gibi olmuşluk böyle bir şeydir. "Ben" denildiğinde kişiyi Allah-u Teâla nasıl biliyorsa melekler, cinler, şeytan, ev halkı, sokaktaki kâfir, mü'min münafığında aynı "ben"'i bilebilmesidir. Allah kulum diyorsa kişi "ben" dediğinde, sokaktaki kâfir de bu Allah'ın kullarından bir kuldur diyorsa, yada sokaktaki bu Allah''ın bir kuludur dediği gibi Allah-u Teâla'nın nezdinde de kul isek işte o zaman çok "ben"likten sıyrılıp Tevhid'in "ben"lik deryasında yakamoz ettiğini müşahede ederiz. Bediüzzaman'ın işaret ettiği makama doğru tekamül nihayete koşulacaktır. Derki Bediüzzaman; "Marifetullah, muhabbetullah'a götürür. Muhabbetullah'ta, lezzet-i Ruhaniyeye taşır." Yani Allah'ı bilmek, Allah'ı sevmeye götürür. Kişi Allah'ı sevince de Ruh kulluktan lezzet alır hale dönüşür ki bu durumda kişi kulluktan zevk aldığından mütevellit hiçbir şeyi gözetmeksizin, hiçbir kınayıcıdan korkmaksızın, hiçbir övücüden övgü beklemeksizin sadece Rabbi için kulluk yapacaktır. Hatta öyle ki kulluk o kişide bir melekeye dönüşecek namaz vakti namaza acıkacak, haramdan midesi bulanacak, helalden hoşnut olacak, kerihlerde yüzü ekşiyecektir.
Bu minvalde bilelim ki gerek akaidi gerek ameli sorgumuz kalblerimizdeki "ben"imizden başlayacaktır. Ve orada iki "ben" olmayacaktır. Zira "Allah insanın kalbinde iki kalb yaratmamıştır." "Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız." (Ahzab 4)
Son olarak tekrar bilelim ki akaiden her durumda aynı ama amelen eksiklik gösteren mü'minler nifak ehli değildirler. Sadece eksik yada hastadırlar. Olmuşluk tekamülüne girip bir an evvel yolun yolcuları arasına karışmalıdırlar. Başta Hz. Resul (s.a.v) olmak üzere önder şahsiyetleri kılavuz edinerek ümitsizlik çukurundan çıkıp ümit deryasında kulaç atmalıdırlar. Resulullah (s.a.v) 'e vesveseden şikayet eden sahabelere şu şekilde cevap verecektir:
Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v)'in Ashabından bir kısmı ona sordular: "Bazılarımızın aklından bir kısım vesveseler geçiyor, normalde bunu söylemenin günah olacağına kaniyiz." Hz. Peygamber(s.a.v): "Gerçekten böyle bir korku duyuyor musunuz?" diye sordu. Oradakiler evet! Deyince: "İşte bu (korku) imandan gelir (vesvese zarar etmez) dedi." (Müslim, İman 209 (132), Ebu Davud, Edep 118, 5110)
Yine başka bir hadis-i şerifte bâtın'ın bâtın'ını zedelemeye gelen şeytana ve nefse karşı alınacak tavır ve tutum şöyle buyrulur:
Ebu Zumeyl rahimeullah anlatıyor: "İbnu Abbas(r.a)'a (bir gün): "İçimde duyduğum bu (fena) şeyler de ne?" diye sormuştum. Bana:
"Ne hissediyorsun ki? Dedi. Ben:
"Vallahi (onlar çok fena!) dilime alamam!" dedim.
"Bu (çeşit vesveseler)den hiç kimse kurtulamaz. Nitekim Allah Teâla hazretleri (Resulüne) şu ayeti inzal buyurmuştur. (Mealen): "Eğer sana indirdiğimiz (kitapta anlatılan bu kıssalar) hakkında bir şüphen varsa, senden evvel indirilmiş olanları okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden hak (olan kitap) gelmiştir, sakın şüphe edenlerden olma!" (Yunus 94)
İbnu ABbas bana dedi ki: "Eğer içinde her hangi bir vesvese bulursan şöyle de: "O (Allah) hem evveldir, hem ahirdir, hem zahirdir, hem bâtındır. O her şeyi bilendir. (Hadid 3) (Ebu Davud, Edep 118, 5110)
Evet! Kâfirlere, zalimlere, müşriklere, münafıklara, şeytana vedahi nefse rağmen kemal bir mü'min olma sanatı zor olsa da, Allah-u Teâla bunu bize kolay kılacaktır. Çünkü Allah bize zoru kolay kılacağını vaad etmiştir. Şimdi mü'minlere dememiz odur ki; duaya muhtaç bir mü'minde ben olarak bir birimize dua edelim. İç benlerimizde Tevhid'i yakalayabilmemiz ve iç Firavunlarımızı, Karunlarımızı, Belamlarımızı alt edebilmemiz için. İşimiz çok ömrümüz kısa kâfirler ve zalimler tepemize binmişken bir an evvel benlerimizle, bizlerimizle olan sorunları çözüp küffara ve zallama had bildirelim. Evdeki gibi sokakta da başınızı açın diyenlere Allah her yerin Rabbidir, alemlerinde, kalblerinde, evlerinde, sokaklarında, okullarında diyebilelim.
Haydi! Zahirden bâtına tevekkülde bir adım daha! Allah'tan gayrı bir kınayıcının ve övgücünün kınamasından ve övgüsünden korkmayan yada mutlu olmayan Sıddıkların(r.a) yoluna, yada zahir ve bâtında şeytanların dahi çekindiği Ömer (r.a)'lerin yolun. Yada meleklerin dahi haya ettiği Osman (r.a)' ların yoluna, yada insan, melek, cinlerin dahi hikmet öğrenmek için meclisinde diz çöktüğü Ali (r.a)'lerin yoluna koşarcasına bir sayy ile devinelim. Zahir ve bâtında Allah'ı zikredelim, analım gündemde tutalım ve Allah'ın ahkamına yapışalım. Çünkü "Kalbler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur" (Rad 28)
Ve uzak değildir. Zahirde de bâtında ilahi müjdeye mahzar olmak. Yeter ki Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle aynı istikamette olalım. İşte o zaman altı yönden gelen bir nida ile sadece kulaklarımızın değil tüm hücrelerimizin duyduğu bir nida ile adam olanların arasında bir de "ben" in adam sayılmışlığının sevinci ile iştiyak haline bürünebilelim.
"Ey mutmain olmuş nefis! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl, Ve cennetime gir." (Fecr 27/28/29/30)
Huzeyfe(r.a)'ın Hz. Ömer (r.a)'e müjdesi kulaklarda ne güzelde küpedir. "Münafıklar nifaktan korkmaz."
vuslat