Sekiz dokuz yaşındaydım herhalde. Annem, mahallemize yeni taşınan bir aile hakkında konuşurken “Trabzonlu” deyince adeta büyülendim.
Ne müthiş bir kelimeydi bu Trabzon.
Öyle hoşuma gitti ki, kendi kendime tekrar edip durdum bir süre.
“Trabzon, Trabzon, Trabzon…”
Dilim, kulağım bayram etti.
***
Gel zaman git zaman, tutacağım futbol takımını seçme günü gelip çattı.
Başka çocuklar bu işi daha küçük yaşlarda yapabiliyorlar, ben 12 yaşına kadar bekledim.
Sene 1980.
“Fenerbahçe mi Galatasaray mı Beşiktaş mı?” diye soruldu, “Trabzonspor” dedim.
İşin içinde o ‘büyü’ de olabilir ama kendimce gayet mantıklı bir sebebim de vardı:
“Öbür takımların antrenörleri ve en önemli oyuncuları yabancı. Yabancının attığı golden bana ne? Trabzonspor’u tutacağım.”
Trabzonspor’un yabancı oyuncusu yoktu o vakit.
Teknik direktörü de yerliydi.
Birkaç sene sonra Alman Jürgen Sundermann Trabzonspor’a teknik direktör olunca bunalıma girdim, battı balık yan gider diyerek -Kafkasya’nın da sembolü olan kartalın hatırına- Beşiktaş’a geçtim.
Bir gün Beşiktaş’la Trabzonspor maç yaptı ve Trabzonspor kazandı.
Baktım ki içimde bir sevinç… Demek ki içten içe hâlâ Trabzonsporlu idim.
Ama mantıklı bir sebebim yoktu artık.
Nihayet Kayserispor birinci lige (şimdi süper lig) çıktı da, Kayserili olduğum için Kayserispor’u tutmaya başladım.
Görüldüğü gibi, futbola kayıtsız kalmadım ama futbolun futbol kısmıyla ilgilenmedim hiç.
Düpedüz kimlik siyaseti ve hemşericilik yaptım.
Bazen genişletilmiş kimlik siyaseti ve genişletilmiş hemşericilik…
***
Milli maçlarda “Türkiye Türkiye” dedim, sonuca baktım, gerisine karışmadım; falanca topçunun performansı, filanca pozisyonun kritiği vız gelip tırıs gitti.
Türkiye’nin oynamadığı uluslararası maçlara, Türkiye’nin yer almadığı uluslararası şampiyonalara da ilgi gösterdim ama orada da futbolun kendisine bakmadım.
Taraflardan biri İslam ülkesiyse onu tuttum.
İslam ülkesi olmayan doğuluları ve güneylileri de batılılara ve kuzeylilere karşı tuttum.
Afrikalılar yahut Latin Amerikalılar ile Avrupalılar karşı karşıya gelince Afrikalıları yahut Latin Amerikalıları tuttum.
Afrikalılarla Latin Amerikalılar karşı karşıya gelince Afrikalıları tuttum.
İki Afrika ülkesi veya iki Latin Amerika ülkesi karşı karşıya gelince siyaseten kendime daha yakın gördüğüm tarafı tuttum.
İki Avrupa ülkesi arasındaki maçlarda da öyle yaptım.
***
Böyle gelmiş, böyle gidiyorum.
Rusya’daki dünya şampiyonasında yine aynı hikâye.
Önce Fas dedim, Tunus dedim, Senegal dedim, Mısır dedim, Suudi Arabistan dedim, Nijerya dedim, İran dedim…
Bunlar patır patır dökülünce “Haydi Uruguay!”, “Haydi Brezilya!”…
Çeyrek finalde Brezilya da elenip geriye sadece Avrupa takımları (Rusya dahil) kalınca, bari İsveç kazansın istedim.
Niye İsveç?
Çünkü İsveç Dışişleri Bakanı Margot Wallström geçenlerde “İsrail, Gazze’ye uyguladığı ambargoyu kaldırmalı” dedi.
Gelin görün ki İsveç de elendi.
Kala kala Fransa, Belçika, İngiltere ve Hırvatistan kaldı.
Ne yapacağım şimdi?
***
Hırvatistan’ın kalecisinin soyadı Subašić.
Türkçe okunuşu: Subaşiç.
Subaşıgil veya Subaşıoğlu anlamında.
Kendisi değilse de ismi bizden.
Oradan yürüyeyim bari…
Bastır Hırvatistan!
karargazete