Bir güzel insanı – güzel Müslümanı yazacağım. Bir dervişi. “Hâzâ – İşte bu” denecek bir gönül adamını. “Sizi seviyoruz” diye mesaj yazmıştım hastalığını duyunca. Bayram günleri hastaneden izinle çıktığında cevap yazmıştı “Biz de sizi seviyoruz” diye.
Yaşı öyle çok ileri değildi, ama bu iş tabii ki yaşa bakmıyordu, yazılanın vakti geldiğinde bir sebep devreye giriyor ve yolculuk başlıyordu. Aslında “Ebediyet Yolculuğu”nun henüz dünyaya gelindiğinde başladığının bilincindeydi.
Mahviyetine (Yani kendini yok farz edişine), mahfiyetine (yani hem hizmet edip hem kendini gizlemesine - görünmez kılışına), adeta bir karakter haline gelmişçesine tabii olarak nefsi bir hamle yapmayışına, dervişliği, tasavvufu böyle ete – kemiğe büründürüşüne, asla, asla statü aramayışına, hep sade bir Müslüman olarak kalışına, Müslüman kişiliğin içini böyle dolduruşuna hep gıpta etmişimdir.
İki gözü görmeyen bir gönül insanını (Tesbihçi Hüseyin Efendi’yi) kendi babası imişçesine sevip, el üstünde tutmasına, itina etmesine, onun duası ile yürek sevinci yaşamasına imrenmişimdir.
Cömertliğine, infak – ikram her ne denirse güzel bir Müslümanın ana karakter özelliklerini kişilik özelliği haline getirmesine, bunu en ince zarafetle gerçekleştirmesine ve hiçbir “Ben” eseri göstermemesine imrenmişimdir.
Zarafetine, nezahetine…
Hani ağzına kadar su dolu, bir damla dahi konsa taşacak bir bardağın üzerindeki gül yaprağı gibi olmak var ya…
Külfetsiz olma. Asla fazla gelmeme… Kimseyi incitmeme… En çok hizmet edip, kapının eşiğinde kalma… Yapıp unutma, Unutmayan bir Varlığın bulunduğunu yürek tınısı haline getirip, o yürek tınısının bile farkında olmama, tam teslim olma…
Nefsi bir hamlenin içinde görünmeme.
Güzel bir mü’min profili çiziyorum. İmrendiğim, gıpta ettiğim, sevdiğim.
Ne nedir, “inna lillah ve inna ileyhi raciûn. Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.”
Zaman zaman yazdım bunu: “Genelde Ahiret’e uğurlarken kişilerin ardından söylediğimiz bu sözü hayat ilkesi haline getirmektir asıl olan. Hayatta iken söylemek yani.”
Bursa’da “Çeyizci Ahmet Efendi” diye bilinen Ahmet Kacabaş’tan bahsediyorum.
Yukarıda çizmeye çalıştığım kişilik profilini hani yaşını başını almış bir pir-i fani için çizdiğim izlenimi doğmuşsa, öyle değil. 30 küsur yıldır tanıyorum Ahmet Bey’i… Hep böyle sekînet (kalbî dinginlik) içinde gördüm, hep böyle doymuş, kalbi koordinatları oturmuş, mütebessim, mütevazi, telaşsız.
Bunu şunun için söylüyorum: “İnsan ancak yaşını başını alır, dünya ile işini bitirir, elini eteğini çekerse iyi insan, güzel mü’min olma zamanı başlar” gibi bir yaklaşımın yanlış olduğunu, o güzelliği her yaşta kuşanmanın mümkün (ve tabii gerekli) olduğunu ve bunun çok güzel örnekleri bulunduğunu anlatmak için…
Yaşadığı ağır hastalık sırasında da teslim olmuş bir mümin tavrı sergilemiştir, eminim. Diliyle söylemese de her haliyle Yunus gibi “Hoştur bana senden gelen, Ya hilat-ü yahut kefen, Ya taze gül, yahut diken.. Kahrında hoş lutfun da hoş”, ya da Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri gibi “Alan sensin, veren sensin, kılan sen. Ne verdinse odur dahi nemiz var” dediğine inanırım.
MÜCADELE YILLARINDAN
Yeniden Milli Mücadele yıllarından bir dost: Yusuf Çalışkan. Dün yazı bittiğinde onun vefat haberini aldım. 20’li yaşlarımız. Yazı işleri kadromuzdan, aynı evi paylaştığımız, birlikte çorba içtiğimiz can dostlardan. Yetim-i akran olduk.
Her iki dosta Rabbimden sonsuz rahmet diliyorum. Ailelere, dostlarına sabr-ı cemil niyaz ediyorum. Konyalıların söylediği gibi bitsin bu yazı: Rabbim bizleri cennette cem eylesin. Amin.