Ülkem insanları, üzerlerinden yüzyıla yakın zamandır zâten eksilmeyen resmî ideoloji ikonunun gölgesi altında, 19 Mayısdolayısiyle, daha yoğunluklu bir gölge abanmasının, bir gulyabanî çullanmasının altında bir hafta daha geçirdi.
Medenî bir topluma yakışmayacak sahneler yine tekrarlandı-durdu..
Dahası, geçmişin seçkin şahsiyetleri olarak bilinen bazı kimselerin mezarlarını, türbelerini ziyaret etmenin, oralardan meded ummak mânâsında, komik ve hattâ iğrendirici bir ilkellik olduğunu devamlı vurgulayan ve müslüman bir halkın bütün "kutsal"larına savaş açan bir laik rejimin ve hele de onun laik eğitiminin tezgahından geçen kadrolar, bu ilkelliği o kadar kanıksamış gözüküyorlar ki, sanki o "ikon", o "laik kutsal" olmaksızın hareket edemiyeceklermiş gibi bir yeni ilkellik daha sergiliyorlar.
Kocaman kocaman yüzlerce-binlerce insanın, üstelik de kendilerini yüksek tahsilli ve aydın kimseler olarak görmelerine rağmen, hiç ilgisi olmayan vesilelerle bile, bir resmî ideoloji ikonu"nun türbesini, hemen her vesileyle ve tekrar tekrar ziyaret edip, o mezardan ilham aldıklarını göstermekte olduklarını ve çok komik bir duruma düştüklerini akledemiyorlar gibi..
Gönül isterdi ki, 10 yılı aşkın zamandır iktidarda bulunanlar, bütün iğrençliğiyle bir âdet haline gelmiş ve daha da elem vericisi, kanıksanmış, tabiî bir durummuş gibi algılanan bu traji-komik manzaraya da bir el atsınlar; bu gölgeyi bertaraf etsinlerdi, müslüman halkımızın başından.. Ama, onlar da bu işi, artık, çok tabiî bir durum imiş gibi kabullenmiş gözüküyorlar. Üstelik, geçmişte olmayan ve sadece 2000-2007 döneminde, T.C. rejiminin en tepe noktasında bulunan kişinin ihdas ettiği ve o laik türbeye gidince, oradaki deftere yazdıklarını, etrafındaki resmî zevâta yüksek sesle okumak gibi bir diğer komik davranışı da laikliğin bir yeni bid"atı şeklinde gelenekleştirmiş bulunuyorlar.
Geçmişte de o deftere bir şeyler yazılıyordu, her gidişte.. Ama, o zaman yüksek sesle okunmuyordu. Herhalde o mezarda yatanın, sonra o defteri açıp okuduğu kabul ediliyordu. 20 sene öncelerde, Başbakan Tansu Çiller yaptığı ziyaretlerden birisinde, o mezarda yatana hitaben, "Görüşmek ümidiyle.." diye tamamlamıştı yazdıklarını.. O da o sözlerini etrafındakilere okusaydı, herhalde bir gelenek daha oluşurdu.
Afrika"da, bazı kabile çok ilkel kabilelerde, kabile liderinin kendisinin değil, heykelenin gölgesine basmanın bile, o lidere hakaret sayıldığı, sosyoloji kitablarında yazılırdı. Sanırım, bu ilkellik artık oralarda bile kalmamıştır.
Çağdaş dünyada, medenî toplumlarda, bir topluma sevilmesi gerektiği kanaatinin kanun zoruyla dayatıldığı başka örnekler artık o kadar az ki.. T.C."dekine benzer komikliği sergileyen tek ülke sanırım, Kuzey Kore kaldı.
Ama, hele de müslüman toplumlarda, rejimlerin tepesinde bulunan liderlerin veya o rejimlerin kurucusu olup artık hayatta olmayan eski liderlerin fotoğraflarının, en ilgisiz alanlarda bile, toplumun gözüne, beynine ve kalbine zorla sokmakistercesine devamlı öne çıkarılması, henüz de devam ediyor. İsteyenler, Azerbaycan, İran, Pakistan gibi diyarlardaki elem verici uygulamalara bir göz atabilirler. Arab diyarlarındaki komik uygulamalara ise, değinmeye gerek bile yok.. (Mısır, Tunus ve Libya"da, devrilen eski liderlerin bu gibi kalıntıları temizlendikten sonra, yerlerine yenilerinin konulması gibi bir yanlışlık henüz sergilenmedi, bu şekilde devam eder, inşaallah.. En azından, Şah"ın, Saddam"ın ve Hâfız Esed"in heykellerinin devrilişini veya fotoğraflarının yakılışını gösteren sahnelerden ibret alırlar.)
Merhûm Mehmed Âkif, Safahat"ında, Mısır"daki fir"avn piramidlerini ve oradaki mumyalanmış cesedleri ve onların kendilerini görenlere verdiği dehşet verici sahneleri uzun uzun anlattıktan sonra, şu şekilde tamamlıyordu, bir şiirini:
Evet, bütün beşerin hakkıdır beqa" emeli,
Lâkin, bunu ne taştan, ne de leşten beklemeli..
*
Nietzsche, birilerini nice etkilemiştir, dersiniz?
Miladî-19. yüzyıl materyalizminin Vahy-i ilahî"ye dayalı dinlere karşı savaş açan ve "Hayatta gerçek mürşid/ yolgösterici, tecrübî ilimlerdir.." diyen August Comte"un takibçilerinden ve en saldırgan temsilcilerinden birisi olan Friedrich Nietzsche"nin belki de, frengili bir bedenin tefekkür- düşünce âlemine yansıyan tahribatının da etkisiyle, aklın karşı yakasına geçmek ve balatayı sıyırmak üzere olduğu, (yani, son 11 yılını delirmiş olarak tımaarhanede geçirdiği dönemin başlangıcında) açıkladığı bir manifestosu vardır.
"Hristiyanlığa Karşı Kanun" adıyla yayınladığı o manifestoda, Nietzsche, bir "Felâh / kurtuluş günü" ilân eder ve o günü, yeni tarihinin "0" / sıfır noktası olarak gösterir ve o sıfır noktasından itibaren yeni bir dünya kurmaya kalkışır. Tarih artık o günden başlamaktadır, onun için.. O günü, "1 yılının ilk günü" olarak ilan eder; artık eski olan, çöpe atılan miladî takvimin 8 Eylûl 1988 günü..
Onun bu manifestosunda, tek kişinin bütün bir toplumu şekillendirmek için sâdır ettiği kanununda ilgi çekici noktalar vardır. Onun, türkçeye "Deccal" adıyla tercüme edilen "Antichrist" isimli eserinde, meselâ şu cümleleri okuruz:
"Felah gününde, 1 yılının ilk gününde verilmiştir (- eski yanlış takvime göre, 30 eylül 1888)" diye başlayan ve hristiyanlığa karşı korkunç saldırı ve suçlamalarını sıraladığı tuhaf "kanun"unda, Nietzsche, "asıl büyük günahın hristiyanlığın kendisi olduğunu;
bu dinin, "din adamları"nın asıl bulunmaları gereken yerin tımarhane olduğunu;
herhangi bir "tanrı"ya tapınma âyinine katılmanın, kamu ahlâkına tecavüz sayılacağını;
protestanlara, katoliklere davranıldığından daha katı;
liberal protestanlara da dinibütünlerden daha katı davranılması gerektiğini;
kilisenin, hristiyanlığın yılan yumurtalarını kuluçkaya yatırdığı lanetlenesi yerler olarak yerle bir edilmesi gerektiğini ve o yıkıntıların, yeryüzünün en r e z a l e t l i yerleri olarak geleceğin korkulu ibret vesileleri olsunlar diye korunmaları ve buralarda zehirli yılanların yetiştirilmesi ve;
din adamlarının, rahiblerin açlığa mahkûm edilmeleri ve çöllere sürülmeleri gerektiğini;
"kutsal" tarihin, "lanetli tarih" adıyla anılmasını;
ve, "tanrı", "mesih", "kurtarıcı", "aziz" kelimelerinin, ve ancak, cânîlere takılan küfür sözleri olarak kullanılması gerektiğini" söyler (çünkü bütün bu makam, sıfat ve lakablara kendisinden başka kimsenin tâlib olmaması gerektiğini düşünür) ve gerisini de kanununun yedince maddesinde şöyle ifade eder:
madde 7- gerisi kendiliğinden gelir.
*
Bu kanunî şemsiye altında tutuldukça..
19 Mayıs günü, 75 yıl önce vefat etmiş bir isme aid, ve tv. ekranlarından sık sık tekrarlanan, 19 Mayıs 1919"un doğum günü olduğunu şeklindeki sözü yeniden duyunca Nietzsche"yi hatırladım.
Ömrünün sonunda kelimenin tam mânâsıyla deliren Nietzsche ile bu siyasetçi arasında okurken, sahi, nasıl bir fikrî ilgi ve etkilenme sözkonusudur? Ya da katı laik düşünce sistematiği bakımından, arada bir takım benzerlikler yok mu?
O da, cumhûr / halkın büyük ekseriyeti adına kurduğu ve gerçekte yeni bir saltanattan farkı olmayan, hattâ, yakın arkadaşı Fethî (Okyar) Bey"e yazdığı mektubunda açıkça dile getirdiği -kendi ifadesiyle- "bir diktatürlük manzarası" gösteren rejimine resmî başlangıç tarihi olarak bir ilk günbelirlemek ihtiyacını duyar ve 19 Mayıs 1919"u belirler, 1927"deki ünlü "Nutk"unda.. Hattâ, sadece şahsî tarihini değil, başına geçtiği halkın tarihini de o noktadan başlatmak ister.
O da, yeni tarih dönemini "sıfır" noktasından başlatır ve geçmişi korkunç ve iğrenç bir dönem olarak gösterir. Ve, takibçileri ise, onu kanunla korumak zorunda kalırlar ve ölümü üzerinden 75 yıl geçmekteyken bile, kanunla korunur.
Gerçi, son zamanlarda bir takım tartışmalara konu edilmekte o, ve eskisi kadar hassasiyet yokmuş gibi bir hava oluşmakta, ama, hele de Anadolu"nun küçük kasabalarına, ilçelerine bir gidiniz, bir "uzatmalı çavuş"un bile, en küçük bir eleştirinizde, filana hakaret ettiğiniz gerekçesiyle size nasıl kök söktürdüğünü görürsünüz..
Hatırlayalım, Prof. Atilla Yayla, onun hakkındaki bir konuşmasında, M. Kemal için, "bu adam" dedi diye yılları bulan hapis cezası istemiyle yıllarca yargılanmıştı. Bugünlerde, vefatının 30. yılı dolayısiyle anma proğramları düzenlenen rahmetli Necîb Fâzıl, bir yargılamasında, savcı için savunmasında "bu adam" deyimini kullandığında, savcı, "Bana adam diye hakaret ediyor" itirazında bulununca "Sözümü geri alıyorum.." demişti. Ama, Prof. Yayla da böyle bir açıklama yapsaydı, bir daha hakaret etti diye tekrar dava açılırdı..
"Âkil İnsanlar" grubundan Prof. Baskın Oran da 23 Mayıs günü, Muğla-Bodrum"da halktan bazılarıyla konuşurken, onun sözlerinden, "Kemalizm bitti.. Atatürk yarı faşistti.." gibi mânâlara gelen sözler söylediği idida edilince, ortalık karışmış; bir kemalist kişi, "Atatürk"e faşist diyenin ağzını yırtarız.." diye tepki göstermiş, hiç de "faşistçe" olmayan bir nezaketle..
HT gazetesinde 22 Mayıs günü yer alan bir habere göre, bir kişi ise, bir internet sitesinde, M. Kemal"in libidonal bir sapmaiçinde olup olmadığına dair bir soru sormuş, Rıza Nur"un hatırâtından aktardığı bazı iddialara göre.. Bunun üzerinde, bir vatandaş onu, M. Kemal"e hakaret ettiği gerekçesiyle savcılığa şikayet etmiş..
Bakırköy Savcılığı ise, bunda bir şey yok demiş ve takibsizlik kararı vermiş.. ama, bu karara yapılan itiraz üzerine, Anadolu Adliyesi 7. Ağır Ceza Mahkemesi, verilen takibsizlik kararını hukuka aykırı bulmuş.. Mahkeme heyetinin 2013/588 sayılı kararında, AİHS ve AİHM kararlarında ifade özgürlüğü ve hakaret arasındaki farka işaret eden örnekler de verilerek, özetle şöyle denilmiş:
"Demokratik toplumlarda ifade özgürlüğü toplumun ilerlemesi, bireyin gelişmesi için kaçınılmazdır. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik ilkeleri barındıran demokratik toplumda ifade özgürlüğü ölçülü sınırlandırmalara tabidir. Kamuyu bilgilendirmede güncel menfaatin bulunmadığı, iyi niyet taşımaksızın, kötü niyetle, sırf hakaret, şerefe saldırı içeren beyanların ifade özgürlüğünden yararlanamayacağı açıktır. Ülkemiz ve Kara Avrupası Hukuk kültüründe hakaretin suç teşkil ettiği, soruşturmaya konu yazılar ve resimlere konu kişi Atatürk'tür. Haber verme hakkından yararlanabilmek için haberin gerçek olması, bilinmesinde kamu yararı bulunması ve haberde küçültücü değer yargılarının bulunmaması gerekir. 'Atatürk eşcinsel miydi?' yazan internet sitesindeki bilgilerle kitapta yazılanlar ile örtüşüp örtüşmediğinin tesbiti gerektiği, ayrıca şüpheli savunmasında bu şikâyetin benzeri 5 soruşturmasının olduğunu beyan ettiğinden itirazın kabulüne karar verilmiştir."
*
Bir diğer örnek..
Samsun'da 19 Mayıs kutlamaları cümlesinden olmak üzere, yeni bir uygulama daha uydurulmuş ve yeni rejimin kurucusunun kendi beyanına uygun olarak "doğum günü" de kutlanmış ve bunun için meydana bir de doğum günü pastası getirilmiş..
Bir haber ajansının geçtiği şu habere bir bakalım: Sahil Güvenlik Komutanlığı'na aid gemilerin siren çalmaları ile birlikte, .... ve silah arkadaşları temsilî olarak Samsun'a ayak bastı. .... ve silah arkadaşları vatandaşların alkışları ve konfetiler eşliğinde bir süre yürüdü.
Ardından, Tütün İskelesi'nden deniz subayı tarafından karaya indirilen bayrak izcilere teslim edildi. (...) Meydandaki törenler; konser, halk oyunları gösterisi ve sporcuların geçit töreni ile devam etti. Samsun'a çıkışı sembolize eden figürlerle yapılmış olan "doğum günü" pastası protokol üyeleri tarafından kesildi. Törene katılan vatandaşlar, doğum günü pastasından kapabilmek için kürsünün önüne yığılınca, pasta kaçırılmış..
İnsanın aklına, Câhiliyye döneminde kıtlık zamanında, hurma, süt ve yağ vs. karışımından yaptıkları putlarını yemek zorunda kalan bir kabileyi yeren karşı kabilenin şairinin mısraları geliyor:
"Kıtlık zamanında tanrılarını yediler
ve tanrının itâbından korkmadılar."
*
M. Kemal, 57 yaşında öldü. Ondan sonraki Şef olan İsmet İnönü"nün ise, sadece siyasî hayattaki ömrü 57 yılı aşkındır ve onun da yığınla eleştirenleri vardır. Ama, kimse onun hakkında hakaret ifadesi kullanmıyor veya kullandığı gerekçesiyle mahkemelerde süründürülmüyor. Çünkü, hakkında bir koruma kanunu yok..
Bu koruma kanunu ile, tarihimin son yüzyılında önemli bir figür olan M. Kemal"in, bu gibi komik koruma kanunlarıyla korunmaya çalışılmasıyla daha bir anlaşılmaz hale geldiği ve isteyen herkesin ona sığınarak, onun şemsiyesi altında her karanlık işi yapabildiği ve onu daha bir anlaşılmaz hale getirdiği bir türlü görülemiyor.
Bu yüzkızartıcı, utandırıcı ilkellikten kurtulmak mümkün olmayacak mı dersiniz?
haksöz