Bir mü’min kişi daha

Merve Kavakçı

Oturdum klavyemin başına bugünkü yazımı yazmaya hazırlanırken bir mesaj düştü telefonuma. Osman Özgül amcanın da Hakk’a yürüdüğünün haberini veren mesaj. İçim cız etti. Gözüm yaşlandı. Onun da hiç dilinden düşürmediği Kur’an kelamı döküldü dilimden. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun ... Her şey bir an anlamsızlaştı, sınıf, ders, öğrenciler, ev, iş, güç her şey... Ölüm insanı bir anda sarıveriyor. Ve de sarsıveriyor.

Ne mutlu ona ki Osman amca ömrünü İslam’a adamış bir Hak dostuydu. Tatlı dilli, iyimser, yardım ehliydi. Her şey bir tarafa Hafız hoca idi. Önce rahmetli dedemi, sonra anneannemi on sene önce Uluborlu’nun eteklerinde Kapı Dağı’nı seyreder bırakmıştık. Sanki onları, Uluborlu’da yaşayan Hanife yenge ve Osman amcamıza emanet etmiştik. Aradığımda gayri ihtiyari sorardım: Osman amca, anneannem nasıl, kabrini kastederek. Osman amca “iyi, iyi, yeşillendi kabir, çiçekler diktim üstüne” derdi gülümseyerek.

Şimdi o da yok. Duası da. Dua kapılarımızın biri daha kapandı. Ulurborlu öksüz kaldı. Kabri pür nur, mekanı Cennet olsun. Entum lena selef ve inna inşaallahü bikum lahikun.

İki kutuplu dünyayı özlemek mi...

Ne tuhaf bir düşünce aslında...ne tuhaf bir özlemimsi bir duygu belki de. Eski dünyayı hatırlamak ve belki de daha iyi olduğunu düşünebilmek. Daha doğrusu iyi olduğunu değil de belki de daha “kolay” bir dünya olduğuna kanaat getirmek. Hali hazırda bir Amerika Birleşik Devletleriniz var, bir de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğiniz. İkisi arasında gidip gelen bir yığın da küçük parçacıklar var. Bir kutuba bakıyorsunuz, bazı şeyler mantıklı, göze hoş, nefse ala! Zaten sevseniz de sevmeseniz de yavaş yavaş içinize işlemeye başlamış bile. Biri diğerini çoktan bitirmeye ahdetmiş. Diğeri deseniz Sibirya soğuğunda. Komünizmin ağır bedeniyle altındakileri ezmekte.

1980’ler özelleşmenin ilk nüvelerini gördüğümüz, ilk meyvelerini toplandığımız senelere tekabül ediyor bu ülkede. Özelleşme, küreselleşme, kapitalistleşme ve daha bir dizi “-sme” üzerinden değişen bir Türkiye var o dönemde. NATO üyesi tek Müslüman ülke. Müslümanız ama laikiz elhamdülillah (!) diye kibirle Ortadoğu’da salınan bir ülke. NATO’ya sırtını dayamak bu çift kutuplulukta safını seçmek de demek oluyor zaten. ABD kadar Avrupa Birliği’ne de mahkûm bir Türkiye.

İç sorunlarımız çok büyüktü o yıllarda hiç şüphesiz. Belimizi doğrultamaz halde idik. Siyasetimiz her zamankinden kirli, ekonomimiz içler acısı halde idi. İnsan hakları kayıtlarımız ise el değmeyecek halde berbat idi. Teknoloji sınırlı, öyle olunca bilgi de şimdikine nazaran çok sınırlı. Ateş düştüğü yeri yakar, başka yerde ne bilen ne de duyan olurdu. Olsa bile eldeki alet edavatla ne yapılabilirdi...

Daha basit, daha az yorucu, daha az problemli, daha az hareketli bir dünya geçmişte bıraktığımız. Bugünse...bambaşka bir “alem” içinde yaşadığımız. Işık hızı ile iletişim kuruyor, göz açıp kapayana kadar dünyaya meramımızı anlatıyoruz. Konseptlerin hükmettiği bir dünyada yaşıyoruz şimdi. Konseptler, kavramlar, kuramlar ve bir dizi böyle havada uçuşan soyutluklar. İçine düştüğümüz siber çağın gerekleri hepsi. Eskiden yönetim vardı, şimdi algı yönetimi var. Yönetme işine bile algılanan bir sanallık tevdi edildi. Gerçeklikten sanallığa, işin esasından nasıl algılanacağına giden tünel hayatın merkezine oturdu.

Onun içindir ki eskiden kaç arkadaşın var diye sorsa biri şu kadar diye isim isim sayar söylenirdi, şimdiyse arkadaş dediğiniz sanal dünyada hiç tanımadığın isimsiz takipçilere dönüştü. Arkadaş tanıdığınız, elini yüzünü bildiğiniz, gözünüzle gördüğünüz aynı ortamı, tecrübeleri belki de fikirleri paylaştığınız iken şimdi, isimsiz belki de yüzsüz binlercesine, cepteki twitter hesabında mesken tutan ikonlara dönüştü.

Müslümana ne oldu ya!? O da değişti mi? Ya onun İslam algısı, o da değişti mi? Kafa kesen, kadın köleleştiren, çocuk katleden adamları haritanın neresinde konumlandıracağız.,,

yeniakit