Sultan Alpaslan, bilindiği üzere, miladî- 1071’de, Malazgirt’te Bizans impatarotu Romenos Diogenes’i mağlub ve esir eder. Mağlub imparatoru huzuruna getirtir ve sorar:
-‘Ben sana esir düşseydim, bana nasıl davranırdın?’
*‘Önce, gözlerine mil çektirirdim..’
-Pekiy, benim sana nasıl davranacağımı beklersin?
*Herhalde öldürtürsün..
-Hayır, ben seni öldürtmeyeceğim.. Allah’ın bana lûtfettiği bu zafere bir şükran nişanesi olmak üzere, seni azâd ediyorum.
*
Ve, mağlub hükümdarın emrine, yüzlerce muhafız vererek, onu taa İzmit kapılarına kadar gönderir. Evet, düşmanı asıl mağlub etmek, işte bu yüce gönüllü davranıştadır.
Ama, Romenos Diogenes, İzmit’ten öteye, (yani, Alpaslan’ın muhafızları geri döndükten sonra) İstanbul’a doğru giderken, kendi tebaının hışmına uğrar, o ayrı bir konu..
Ancaak, tarihî rivayetlerden birisi de budur ki, Alpaslan, (bugün Türkmenistan’da bulunan) Merv’e doğru dönerken.. Bugün kuzeydoğu İran’da, ‘Aqqal’ah’ / (Akkale) olarak anılan mekana geldiğinde.. O kalenin kumandanı Yûsuf Bey’in bir aykırı hareketi kendisine bildirilir. Yûsuf Bey, bağışlanma talebinde bulunur, ama, herhalde, Sultan, onu dinlemeden bağışlamak yolunu seçmez. Ve, onun huzûruna getirilmesini emreder. Ancak, Yûsuf Bey, zencire vurulu olarak getirilir..
Yûsuf Bey, kendisinin öldürüleceği korkusu içindedir, o halde Sultan’dan önce davranmalıdır: -‘Ben sizi âdil bir Sultan olarak bilirdim ve en büyük düşmanınızı bile karşınıza bu şekilde elleri ayakları bağlı olarak getirtmezsiniz..’ diye tahrik eder, Sultan’ı..
Alpaslan da o tabloyu kendisine yakıştıramamış olmalı ki, hemen ellerini-ayaklarını çözdürtür, Yûsuf Bey’in..
O da hemen o anda, (diz kapağına kadar, çorab yerine sarılan) dolaklarının arasında sakladığı bir zehirli hançeri çektiği gibi Alpaslan’a fırlatır.
Alpaslan ağır şekilde yaralanır.
İki gün kadar sonra da vefat eder.
Vefat etmeden önce der ki, Alpaslan: ‘Dün bir tepeden, onbinlerce askerimin resm-i geçitini, onların yeri-göğü titretircesine yürüyüşlerini seyrederken, ‘Benim gücümle rekabet edecek var mıdır?’ diye gurura kapılmıştım.
Bugün ise, dünkü o gücünden dolayı guruura kapılan Alpaslanını görünüz ki, bir hançer darbesiyle bu dünyadan gidiyor..’
*
Gençlik dönemimizin iddiasız, sessiz-sadâsız ve ismi bile bilinmeyen, fazla öne çıkmamış bir üst rütbeli kumandanı olan ve amma, eline fırsat geçince, darbeler yapan, fırtınalar estiren ve tahminleri alt-üst eden bir canavara dönüşen Kenan Evren isimli darbeci general, 98 yaşında ölmüş..
Ölü yatağında -ya da, son demlerinde- çekilmiş fotoğrafına baktım.. Nasıl da sessiz ve çaresiz yatıyordu..
Tıpkı, Adolf Hitler’in 2 yaşındayken çekilmiş, mâsum bakışlı fotoğrafındaki gibi idi.
Ama, o 2 yaşındaki çocuk, sonraları bir diğer Stalin, bir M.K. , bir fir’avun kesilmişti.. Şimdi 98 yaşında hayata vedâ eden bu general’in ölüsü de bir zamanlar, tufanlar, kasırgalar estiriyordu; küçük dağları kendisinin yarattığını sanan bir canlı idi..
*
Şimdi, hattâ bazı müslümanlarca bile sıkça hatırlatılan bir ölçü var, ‘Ölülerin aleyhinde konuşmayın..’ diye..
Bu ifade herhalde, -ölüleri değil-, ‘Ölülerinizi hayırla anınız.’ mânâsında olmalı veya anlaşılmalı..
Çünkü, Kitabullah bize geçmişteki nice kötü insanların kötülüklerini ibret olsun diye, ders alalım diye aktarıyor. Şeddad’lar, Nemrud’lar, fir’avunlar, Ebi Leheb’ler, vs..
O halde, bütün ölenlerin değil de, ölenlerimizin, yani aynı inancı, aynı değerleri paylaştıklarımızın bir takım yanlışlarının, zaaflarının kendilerini savunamaz hâle geldikten sonra konuşulmasının, bir adâletsizliğe ve de toplumda fenalıkların sıkça tekrar edilmesinin yeni bir takım yanlışlara ve fesadlara zemin hazırlayabileceği tehlikesi açısından olsa gerek, konuşulmaması tavsiye edilmiş olmalıdır. Üstelik, ölülerimizin hesabının artık onlarla Allah arasında kaldığını düşünmek, bir dipsiz kuyuya taş atmak gibi sonu gelmez yanlışlara giriftar olmaktan ve gelişigüzel yargılamalara kalkışmaktan da yeğdir. Ve, güzel bir ölçü..
*
Ölümler karşısında sevinmeye gelince..
Bu, çok sığ bir tepki olmalı..
Çünkü, kendi hayatını ve inanç ve değerlerinin hayatiyetini başkasının ölümünden bekleyen bir anlayış, hiç de tercihe şayan olmasa gerek..
Kaldı ki, tarih boyunca ne büyük kötü adamlar vardı ki, öldüler-gittiler ve gerilerinde, kendilerinin ölümünden sevinen nicelerini bıraktılar. Ama, o kötü bilinen, kötü kabul edilen kötülükler bitmedi.. O halde, kişilerin ferd ferd ölmesi değil, asıl önemli olan, yanlış zihniyetlerin yok olması veye edilmesidir. Nitekim, asırlardır, nice kötü insanlar öldüler, ama onların zihniyetleri hâlâ da yaşamakta..
Bu bakımdan, yazıda sözü edilmekte olan ölü general veya general ölüsü üzerinde fazla konuşmaya gerek yok.. Velev ki, bu satırların sahibi, onun güçleri tarafından yakalanamayınca, 1982’lerde, vatandaşlıktan bile atılmış ve bu durum 10 yıl kadar sürmüş olsa bile.. Ki, o zaman, ona hitaben, ‘General! Beni vatandaşlıktan atmışsınız. Yersiz bir zahmete katlanmışsınız.. Çünkü seninle belki aynı coğrafyada idik, ama aynı milletten değildik, aynı inanc dairesinde değildik..’ çerçevesinde bir yazı yazdığımı hatırlıyorum..
Onun hakkında, intikam duygusuyla değil, adâlet duygusunun yerine gelmesi ve lâyık olduğu yerde olabilmesi için, yargılanması yolunda dilekçe verenlerden birisi de bu satırların sahibi idi.. Ama, bugün onu, işlediği cinayetlerle, kurduğu entrikalarla, tapındığı ve daha bir tapınılır hale getirmek için bir siyasî lideri, daha bir putlaştırdığı eylemleriyle ve millete bir deli gömleği gibi giydirdiği ve silah zoruyla kabul ettirdiği anayasasıyla, tarihin çöpsepetine atıyor ve de adl-i ilâhîye havale ediyorum.
Şimdilerde bakıyorum, ona çoğu kimse saldırıyor.. Ama, onların birçoğu dünlerde, 35 sene öncelerde, ona alkış tutuyordu ve tamamen haksız da sayılmazlardı.. Çünkü yanıltılmışlardı, ve onu âdetâ bir ‘kurtarıcı’ olarak karşılamışlardı. Medya aracılığıyla, kamuoyu kullanılmış, büyük halk kesimlerine, ‘Ordu nerede yahu?.. Niye seyirci kalıyor bu duruma?..’ dedirttirilmişti.
*
Bir anekdot: Miladî-1987 idi, galiba.. Hacc mevsimi, Mina’da, bir çadırda, bir ikindi vakti, merhûm Gönenli Mehmed Efendi ile karşılaşmıştık; rahmetli dostum (Ensar Vakfı Başkanı) Ahmed Şişman ve de Ali Rıza Demircan hocayla birlikte.. Önceden şahsî bir tanışıklığımız yoktu. Ama, ‘Hocam, ben de sizin rahle-i tedrisinizden geçmiş birisiyim..’ deyince, aramızda bir ünsiyet peyda olmuştu.. İki saat kadar süren uzuuun bir sohbetimiz olmuştu; çeşitli konularda..
Sonra biraz serzeniş konusuna da gelmişti sohbetin sırası.. ‘Hocam, yalnız hanımlara yaptığınız hitaben verdiğiniz bazı vaazların kaseti ulaştı bana.. Orada, Kenan Evren’den övgü ile sözediyor ve ‘Peygamber Efendimizin himaye kanadları, Kenan Paşa’nın üzerindedir..’ diyordunuz.. Bu yanlış değil miydi?’ diye, onu rencide etmeyen bir uslûbla eleştirimi dile getirdiğimde, itirazımı kabullenmiş gibi bir edâ ile, ‘Evet, evlâdım da.. Ama biliyor musun, İstanbul’da bile, akşam, yatsı ve sabah namazlarına kimse gelemez olmuştu câmilere.. Akşam olur olmaz herkes evine kapanıyor, gece namaz için bile dışarı çıkamıyordu, anarşi ve terör korkusundan ve hangi kör kurşunun nereden geleceğinin belli olmadığı o ortamda.. Kenan Paşa geldi de, millet yeniden yatsı ve sabah nazamları için de evlerinden çıkar hale geldi idi..’ demişti.. Dedikleri yanlış değildi, aynen de öyleydi.. Ama, halkı işte öylesine sıkboğaz etmişler ve oyunu öylesine kurmuşlardı.. Çünkü o askerî darbenin halk tarafından kabul edilebilmesi için ve ordunun hükûmet darbesine karşı çıkılması ihtimalini bertaraf etmek için, bu gerekliydi..
Yani, hemen hergün, ülke çapındaki sağ-sol sokak savaşlarında ortalama 25-30 kişinin öldürüldüğü, ekonominin iyice durduğu ve halk kitlelerinin iyice bunaltıldığı o günlerde, askerlerin sahneye inandırıcı ve de bir ‘beklenen kurtarıcı’ rolünde çıkması için, durumun iyice olgunlaşması, anarşi ve terörün kontrollü şekilde daha bir arttırılması gerekiyordu.
*
Nitekim, o dönemde Konya’da 2. Ordu Komutanı olan Bedreddin Demirel isimli bir orgeneral, daha sonra hâtıratında -özet olarak- şunları yazacaktı: ‘Ordu müdahalesinin, 1979 yılı Temmuz ayının 11’nci gecesi yapılması planlanmıştı. Ama, ordunun halkla karşı karşıya gelmemesi için, durumun iyice olgunlaşması gerekiyordu, müdahale onun için ertelendi ve ancak 12 Eylûl 1980 gecesi uygulamaya konulabildi..’
Evet, aynen öyle.. Anarşinin iyice azgınlaşıp ‘olgunlaşması’ ve askerî darbe ‘armut piş, ağzıma düş..’ denilecek bir ortamın oluşması için, müdahale 15 aya daha ertelenmiş ve o arada da binlerce insan daha, sağcı ve solcu diye birbirini öldürmüştü. Hattâ öyle ki, sabahleyin ‘solcu’ birisinin öldürülmesinde kullanılan tabancayla, öğleden sonra ‘sağcı’ biriinin öldürüldüğü tesbit edilmişti.. Generaller ise, bu durumun daha da artmasını planlıyorlardı. Çünkü sahneye ‘kurtarıcı’ olarak çıkmaları gerekiyordu.. Müdahalenin haklı sayılabilmesi için bu gerekliydi.. Esasen, Kenan Evren de hâtıratında, açıkça yazmıştı, ‘askerin solcu güçlerle karşı karşıya getirilmemesi için, devreye Ülkücüler’in sokulması taktiğine başvurulduğu’nu..
Haa… O günkü iktidarın (Demirel’in ve ortaklarının) ve başka Ecevit olmak üzere diğer siyasîlerin bu neticenin elde edilmesinde hiç mi bir kusuru yoktu? O şartlarda, bir ‘erken seçim’ kararıyla millete gidilebilir, oyun belki bozulabilirdi. Ama, o zaman da, hemen bütün siyasî kararların alınmasında etkili olan ve ancak şimdi, son senelerde etkisi istişare çerçevesine indirgenmiş olan ‘MGK’ (Millî Güvenlik Kurulu) ve diğer Derin Devlet güçlerince, ‘öyle bir anarşi ortamında seçim ve ülke güvenliğinin sağlanamıyacağı’ gibi gerekçelerle bu yönde bir karar alınması önlenmişti, belki de..
Ve, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi’nin hemen arkasından, anarşi büyük çapta duruvermişti. Halbuki, daha önce de Sıkıyönetim vardı, Demirel, ‘asker’in istediği her kanunu hemen çıkarttırıyordu. Asker o zaman niye durduramamıştı, anarşiyi? Nitekim, Demirel, Evren’e çok sonraları, ‘Sen Genelkurmay Başkanı mıydın, yoksa, Antalya’da tapu müdürü müydün?’ diye soruyordu; darbenin hemen arkasından anarşinin durması üzerine..
Bir ‘ölü general’in arkasından daha çok şeyler söylenebilir; ama, bu anlatılanlar bile yeter herhalde.. O, cinayetleriyle, entrikalarıyla, asıl hesabın verileceği yere gitti. Allah’u Tealâ’nın kulları hakkındaki her türlü tasarrufunun, ‘adlî ilahî’ gereği, rahmet olacağını hatırlayarak..
*
dirilişpostası