“Alman İslamı” konusunun Alman kamuoyunda iki şekilde gündeme getirildiği görülüyor. Bir yandan kategorik ve teorik olarak İslam’ın ve Müslümanların Avrupa’nın bir parçası olup olmadığı tartışılıyor. Diğer yandan pratik düzlemde 2006 yılında kurulan İslam Konferansı gibi kurumlarla devletin Müslüman gruplarla ilişkisi ve İslam dini yeniden dizayn edilmek istenirken, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) gibi köklü ve geleneksel kurumların varlığı sorgulanıyor.
İçişleri bakanlığına bağlı olarak çalışan İslam Konferansı geçtiğimiz Temmuz ayında yeni bir yapılanmaya gideceğini açıkladı. Duyurulan eylem planında, şimdiye kadar sadece örgütlü Müslüman grupların çağrıldığı konferans toplantılarına, artık organize olmamış grupların ve bazı tanınmış Müslüman bireylerin de davet edileceği açıklandı. Ancak esas önemli olan, şu ana kadar sadece Almanya’da yaşayan Müslümanlarla Alman devleti arasında bir iletişim ve diyalog mekanizması olduğunu iddia eden bu kurumun yeni bir görev tanımına gitmesi oldu: “İslam’ı yeniden tanımlamak”. Organizasyondan sorumlu İçişleri Bakanlık Müsteşarı Markus Kerber yaptığı açıklamada, Almanya’da yaşayan Müslümanlardan Almanya’ya ait bir İslam tanımlamalarını talep etti.
Politik bir söylem: “İslam Almanya’ya aittir”
Böylelikle “İslam Almanya’ya ait değildir” cümlesi kadar “İslam Almanya’ya aittir” ifadesinin de tamamen siyasi bir anlam taşıdığı açıkça anlaşılmış oldu. Bunun naif bir yaklaşımla “İslam Almanya’da kabul” görüyor şeklinde yorumlanamayacağı açıktır. Nitekim “Alman İslamı”na yönelik tartışmalarının teologlar veya sosyologlar yerine siyasiler tarafından başlatıldığı ve yönetildiği görülüyor. Bunun yanı sıra “Almanya’ya ait olacak İslam”ın ne tür bir “İslam” olması gerektiğine ilişkin konuların da bu iki soruyla paralel olarak tartışılmaya başlandığı düşünülürse, olayın siyasi bir proje olarak yürütüldüğü daha iyi anlaşılacaktır.
Pratikte yaşanan ve açık kaynaklara dayalı köklü bir geleneğe dayanan İslam inancının yeniden tanımlanması fikri, konsüllerde bugünkü şeklini alan Hristiyanlığın geçirdiği dönüşümü akla getiriyor. Tartışmalar daha yakından takip edildiğinde, “Alman İslamı” projesiyle, esasında ne olduğu aşağı yukarı belli bir İslam modelinin yukarıdan dayatılarak Müslümanlar tarafından kabulü hedeflenmektedir. Nitekim eski İçişleri Bakanı Otto Schily bunu henüz 2002 yılında açıkladığı entegrasyon planında ilan etmiş ve Müslümanların asimile olması gerektiğini açıkça ifade ederek “Avrupa İslamını kabule hazırlansınlar” demişti.
DİTİB tasfiye mi ediliyor?
İslam tartışmalarında Alman devleti ve elitlerinin, var olduğu şekliyle İslam’ın bu ülkeye ait olmadığını ve bu nedenle buraya ait olacak yeni bir İslam kurgusu peşinde oldukları anlaşılıyor. Bu noktada geleneksel grupları ve özellikle Almanya’daki en büyük Müslüman topluluk olan Türkleri kontrol altına alacak ve yönlendirecek yeni organizasyonların kurulmaya başlandığı görülüyor. Geleneksel kurumları kontrol etmek ve orta ya da uzun vadede tasfiye etmek için ise bu kurumlar siyasi bir bağlama oturtularak Türk devletiyle ilişkileri şüpheli hale getiriliyor. Uzun süredir anayasal düzenle uyumsuz bulunduğu için istihbari gözlem altında tutulan Almanya’nın en etkin Müslüman gruplarından Milli Görüş (IGMG) bazı eyaletlerce gözetimden çıkarılsa da Federal İç istihbarat Dairesi tarafından gözlem altında tutulmaya devam ediyor. Son olarak, DİTİB’in de Anayasayı Koruma Dairesi tarafından istihbari izlemeye alınıp alınmayacağına yönelik bir karar vermek üzere araştırma yapıldığı açıklandı. AfD gibi ayrılıkçı ve ırkçı grupları anayasal takibe almak için bile yeterince delil olmadığını savunan Alman siyasetçilerin, DİTİB gibi hiç bir kriminal olaya karışmamış bir kurumu istihbari kıskaç altına almaya çalışmaları manidardır. Bu nedenle, orta veya uzun vadede bu kurumların tasfiyesininim amaçlandığı söylenebilir.
DİTİB tartışmalarının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gezisinden sonra yeniden alevlendirilmesi de tesadüfi değil. Zira DİTİB’in özellikle Türkiye’yle olan ilişkileri bağlamında sorunlaştırıldığı biliniyor. Yasak tartışmalarında, DİTİB’in “İslamcı” ya da radikal bir kurum olduğuna yönelik en ufak bir argüman yokken bu yapının milliyetçi olduğu yönünde “suçlamaların” ön plana çıktığı görülüyor. Bu durum da Almanya’nın kültürel asimilasyonu hedefleyen entegrasyon siyasetine uygun olarak, Almanya’da yaşayan Türklerin milli ve manevi gelenekleriyle ve kimlikleriyle bağlarının kopartılmasının amaçlandığına yönelik şüpheleri kuvvetlendiriyor. Bu anlamda “Alman İslamı”, Almanya’nın kültürel eritme odaklı entegrasyon siyasetinin bir uzantısıdır.
Almanya’da yaşayan Türklerin Türkiye ile olan derin bağlarının ve elbette buradan aldıkları güçlü desteğin “Alman İslamı” mühendislerini rahatsız ettiği açıktır. Zira ancak bu bağ ve destek kesilerek Almanya’daki Türklerin kontrolü sağlanabilecektir. DİTİB ve Milli Görüş gibi kurumların, 2008 yılında önlerine konulan “Alman İslamı” anlaşmasına razı olmadıkları ve Türkiye’den alınan destek sayesinde boyun eğmedikleri için hedefe konuldukları biliniyor. Bunu yanı sıra, Müslümanların radikalleşmesinden korkulduğu ve bu yüzden ılımlı, uyumlu bir İslam modeli istendiği şeklinde argümanlar da kullanılıyor. Ancak Türk gençlerinin El Kaide gibi radikal gruplara yönelmemesinde, sağlam bir geleneksel dini kimliğe sahip olmalarının ve DİTİB gibi kurumların bu husustaki olumlu katkılarının göz ardı edildiği de ortada. DAEŞ gibi gelenekten kopuk nevzuhur modern terör örgütleri ve “reformist İslam” gibi reaksiyoner projeler iki ayrı uçta olsalar da, geleneksel dini kimlikten kopuşun birer sonucu olarak okunmalıdırlar.
Aydınlanma tezgahından geçmeyen tek din: İslam
Almanya’da yaşayan Müslümanlara yapılan çağrılarda sürekli olarak “anayasaya bağlılık” vurgusu yapılması, esasında bir yandan Alman toplumu içinde Müslümanlara potansiyel “anayasa düşmanı” gibi bakılması sonucunu doğuruyor, diğer yandan ise Müslümanların bu ülkeye bağlılıklarını sürekli şekilde sorgulayarak onları ötekileştiriyor. İslam sürekli olarak tehdit algısı üzerinden bir güvenlik sorunu şeklinde gündeme getiriliyor ve tartışılıyor. İslam’a yönelik hakim siyaset ve medya dilindeki hakim söylem bütünüyle negatif. Böylelikle geçmişteki “Yahudi Sorunu”nu hatırlatır bir şekilde öncelikle bir “Müslüman Sorunu” meydana getiriliyor ve sonra da bu sorunun çözümüne yönelik projeler devreye sokuluyor.
Aydınlanma tezgahından geçmeyen tek din olan İslam’ın, hakim kültürel ve ideolojik yapıdan bağımsız dönüştürücü bir gücü olması hasebiyle, var olan şekliyle Batı’da kabul edilmek istenmediği açık. Bunu içindir ki Almanya’da yaşayan Müslümanlardan İslam’ı yeniden tanımlamaları talep ediliyor. Bunu talep eden siyasi ve sosyal yapı her ne kadar Hristiyan-Yahudi geleneğine dayansa da, dindar olmaktan ziyade, Hristiyanlığı kültürel olarak yaşayan seküler bir karakter taşıyor. Dolayısıyla Müslümanlara “biz Hristiyanlığı Aydınlanma dönemi ile reforme ettik; İslam da bu reform sürecinden geçsin” deniliyor.
Bunun yanı sıra, 2030 yılı projeksiyonlarına göre, Almanya’da her yedi kişiden biri Müslüman olacak. 2010 yılında sadece her 17 kişiden birinin Müslüman olduğu göz önüne alınırsa, Müslümanların giderek yaşlanan Almanya’da demografik bir sorun ve toplumun dönüşmesine yönelik bir risk faktörü olarak görüldükleri de anlaşılır. Almanya’nın gelecek vizyonunda, kendinden emin ve kendine güvenen bir Müslüman algısının yer almadığı ve bunu sağlayacak her türlü mekanizmanın devre dışı bırakılmaya çalışılacağı ise gayet açıktır.
Kültürel kimliği besleyen damarlar kesiliyor
Din aynı zamanda bir gelenek ve kültür olarak taşınıyor ve yaşanıyor. Dolayısıyla Almanya’daki en büyük Müslüman nüfusu oluşturan Türklerin dinle ilişkisini gelenek ve kültür üzerinden kuran DİTİB ve Milli Görüş gibi kurumların tasfiye edilmesi, Almanya’da yaşayan Müslümanlar açısından ciddi bir sorun teşkil edecektir. Bu sadece bu insanların Türkiye ile olan bağını kesmek demek değildir; aynı zamanda bir kimlik şekillendirme projesi olarak da okunmalı ve kültürel, dini kimliğe yapılan ciddi bir müdahale olarak değerlendirilmelidir.
Bu noktada, Alevi gruplara yönelik, aslında tamamen bir tahribat projesi olan “Alisiz Aleviliğin” yine Almanya’da bir doktrin olarak geliştirildiğini ve desteklendiği de unutulmamalıdır. Aleviliğin Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde ayrı bir din olarak tanınması ve ayrı Alevilik din derslerinin konulması da, buradaki Müslüman Türk topluluğunu bölme ve dönüştürme projesinin başka bir ayağıdır.
“Pagan İslamı”na hayır
Seküler Batı, Müslümanların ve İslam’ın da reforme edilerek aydınlanma tezgahından geçmelerini istiyor. Batının seküler ve pagan bilinçaltının, günümüzde reforme edilmemiş tek din vasfını taşıyan İslam’ı “Alman İslamı” gibi projelerle bir çeşit kültürel zenginlik ve “çeşni” seviyesine indirgemek istediği görülüyor. Batının en önemli dini referansı ve “Tanrı’nın dünyadaki temsilcisi” olarak görülen Papa’nın, daha bir kaç yıl evvel kürtaja karşıyken artık eşcinsel evliliklere cevaz veren bir anlayışa gelmesi, Avrupa’da siyasetin din üzerindeki gücünü gösteriyor.
Aslında oluşturulmak istenen şey bir “pagan İslamı”dır. Müslümanlar hangi gerekçeyle olursa olsun bu oyuna gelmemeli, siyasi olarak farklı duruşlar sergileseler bile öz kimliklerine karşı yapılan bu müdahaleyi topyekûn reddetmelidirler. “Alman İslamı” projesi ve geleneksel grupların tasfiyesi, bazı muhalif grupları desteğini kazanmak için Cumhurbaşkanı Erdoğan ve DİTİB karşıtlığı üzerinden yürütülse de, asıl amaç bunun çok daha ötesindedir ve hedefinde belli bir siyasi görüşe bağlı olanlar değil, Almanya’daki bütün İslam toplumu vardır.
“Alman İslamı”nın yeni aktörleri: Dindarlar
Alman devlet eliti “Alman İslamı” projesinin Türk ya da Arap Müslümanlar nezdinde hiçbir geçerliliği ve karşılığı olmayan aktörler tarafından yürütülemeyeceğini anladığı için, bu projeyi muhafazakar Müslümanlar ve içeride etkili olabileceği düşünülen kişilerle yürütmeyi planlıyor. Bu nedenle, Alman üniversitelerinde açılan İslam fakülteleri, İslam dersi konseptleri ve İslam Konferansı’nın faaliyetleri bu arka plan dahilinde değerlendirilmelidir.
Almanya’nın “Müslümanların kurumsallaşması” taleplerinin arkasında, Müslümanları kontrol etme dürtüsünün var olduğu açıktır. “Alman İslamı” temelde siyasi bir projedir ve bu konuyla ilgili yapılacak her değerlendirme de bu düzlemde ele alınmalıdır. İslam’ın bulunduğu coğrafyaya göre farklı ve çeşitli pratik yansımaları hep olmuştur ve olacaktır. Ancak İslam dinin temel vasıflarına ve referanslarına müdahaleyle oluşturulması planlanan “Alman İslamı” başarısızlığa mahkum bir projedir. İslam inancı ve ibadethaneleri Almanya’da, isimlerinin önlerine Alman, liberal, modern vb. sıfatlar almadan var olacak ve varlıklarını doğal akışında sürdürecektir. Kültürün dönüştürücü ve güçlü etkisiyle, zaman içinde Almanya’da yaşayan Müslümanlar da başka coğrafyalarda olduğu gibi, kendilerine has bir kültür geliştireceklerdir. Ancak Müslümanların kimliğini suni bir biçimde dönüştürmeyi hedefleyen ve yukardan dayatılan her türlü siyasi proje en baştan reddedilmelidir.
Bu noktada hem Almanya’da yaşayan Müslümanlar hem de Türkiye dikkatli olmalı ve “Alman İslamı” projesi kapsamında geleneksel kurumların tasfiyesine yönelik planlar daha somut adımlara dönüştüğünde ne yapılması gerektiğine dair senaryolar üzerinde çalışılmalıdır.
[Şarkiyatçılık, Avrupa ve Müslüman toplumlarda azınlıklar, İslamofobi ve Almanya’nın dış siyaseti konularında çalışan Zeliha Eliaçık SETA Avrupa Araştırmaları Direktörlüğü’nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır]