11 Şubat 2015 tarihi, İran’da, (Baba-Oğul Rıza Khan ve Şah M. Rıza tarafından temsil olunan)Pehlevî Hanedanı’nın 57 yıllık, Şah M. Rızâ Pehlevî’nin ise 44 yıllık iktidarının ve İran tarihinde asırlarca geçmişi olan Şehinşahlık sisteminin, müslüman bir halkın uzun mücadeleleri ve hele de 1977-79 arasında yüzbinden fazla kurban vererek ve ‘Allah’u Ekber!’nidâlarıyla Şubat 1979 başında gerçekleştirdiği İslam İnqılabı zaferinin 36. yıldönümü..
Bu yıldönümü münasebetiyle niceleri gibi, bu görkemli İnqılab Hareketinin ilk demlerinden itibaren onunla yakından ilgilenmiş ve gönül bağı kurup, kalemiyle, nefesiyle, karınca kararınca manevî destek vermiş olanlardan birisi olan bu satırların sahibi de, geride kalan 36 yıl sonunda, bu hareketin geçmişi ve bugün geldiği nokta açısından bir değerlendirme yapmakta, bu geçmişi ve kendisini de bir süzgeçten geçirmektedir elbette..
Bu vesileyle bir noktayı hatırlatmalıyım..
İslam İnkılabı’nın zafere ulaşmak üzere olduğu günlerde, arkadaşlarımızla birlikte çıkardığımız haftalık dergilerde cansiperane bir şekilde bu inqılab hareketine destek verirken, özellikle de İstanbul’da saygın kabul edilen ‘hoca’lardan bazıları bizim, şiîleri destekliğimizi söylüyorlar ve gençleri bize karşı bir tavır takınmaya çağırıyorlardı. Biz ise, mes’elemizinmezheb mes’elesi olmadığını, yayınlarımızla, Şah gibi bir tâgût’a, zâlim bir yöneticiye karşı,‘Allah’u Ekber..’ diye qıyâm eden müslüman halkın yanında yer aldığımızı ifade ediyorduk. Ne var ki, bu beyanlar yeterli olmuyordu.
Nihayet, bir gün, bir yazının sonuna düştüğüm notta, asla herhangi bir mezhebi öne çıkarmak gibi bir düşüncemizin olmadığını, bu hareketin söylemlerindeki ümmetçi şiarları terkedip bazılarının iddia ettiği ve endişe ettiği gibi, ileride mezhebî bir taassuba yönelmesi olursa, bizim de tavrımızın değişeceğini belirtmek zorunda kalmıştım. O taahhüd, o kayguları belirtenleri genelde yatıştırmıştı.
O taahhüd, bir takım fikrî veya ticarî kaygulardan dolayı değil, bazılarının zihinlerinin yersiz endişelerle meşgul olmamasını temin için yapılmıştı.
Bu gün de aynı noktadayım.
Bugün de, bir takım fıqhî /mezhebî uygulama farklılıklarından öteye gitmeyen ayrılıkları esas almayıp, kim hangi mezhebden olursa olsun, kendisini müslüman olarak niteleyenleri kendim gibi müslüman olarak niteliyorum. Elbette her müslüman, ideal olana yönelmek dikkatinde olmalıdır, ama, ben öyle değilim ki, başkaları için ölçüler koyayım...
*
İslam İnkılabı’nın bugün geldiği nokta üzerinde birçok şey söylenebilir elbette.
Ama, İran’ın mevcud kültürel, sosyo-politik ve ekonomik şartları ve son 500 yıllık tarihî arka planı açısından bakıldığında, bu kadar sürekli bir başarı sağlanmış olması da önemlidir.
Ne var ki, dünyanın bütün şerr güçlerinin işbirliği ile desteklediği Saddam Huseyn’in 22 Eylûl 1980 günü İran’a saldırarak başlattığı ve 8 yıl süren ve iki taraftan 1 milyondan fazla insanın hayatına mal olan korkunç savaş boyunca, İmam Rûhullah Khomeynî liderliğindeki bu inkılabın dünyaya verdiği mesaj ve müslümanlar arası dayanışmanın ne kadar canlı olduğu hatırlanmalıdır.
*
Bugün gelinen nokta ise..
Yazık ki, düne nisbetle, farklı bir noktadadır. Daha İranize olmuş, daha mezhebî bir siyasetizleyen ve dünyadaki diğer müslüman toplumlarıyla gönül bağlarını güçlendirmeyi, başlangıçta dünya müslümanlarına açıklanan hedefleri den pek de önemsemiyormuş gibi bir hava sanki giderek ağırlaşıyor..
Bu da şiîlik ve sünnîliğin kendilerini, ulu İslam ağacının aynı kök ve gövde üzerinde yükselen iki ana dal olarak görmeyip, gerçek İslam’ın kendilerininki olduğunu iddia etmelerinden kaynaklanmakta..
Halbuki, İslam’ın şiîlik veya sünnîlik yorumları arasındaki farklılık, Kur’an’ın bir-iki âyetininfarklı tefsir olunmalarından ibarettir ve gerisi siyasî mücadeleler etrafında meydana gelen ayrışma ve duygu kopmaları etrafında tarihin getirdiği tortular ve düşmanlıklardır.
Bu bir-iki konu üzerindeki fark, tarafların diğerlerini bütünüyle sapıklıkta görmesini getirmiyecek derecede iken.. Bu yanlış değerlendirmeden uzaklaşılamaması, elem vericidir.
Herkesin İslam üzerine ipotek koyarak sadece kendisini doğru görmesinin ve İslam’ı sadece kendilerinin temsil ettikleri iddiasının acı bir meyvesidir bugün gelinen nokta..
İslam İnqılabı Hareketi’nin, birçok büyük badireleri ilk 10 yılında atlattığı, ama, daha sonraki çeyrek yüzyılında, başlangıçta dünyaya verdiği mesajları veremediği ve dar bir mezhebî anlayış ve siyasete yöneldiği söylendiğinde, birileri buna itiraz etse bile, bu neticeyi değiştiremez herhalde..
*
Hele de, başka Tunus, Mısır, Libya, Cezayir, Yemen, Suriye, Bahreyn, Irak gibi bir çok Arab ülkesinde son birkaç yıl boyunca meydana gelen ve ‘Arab Baharı’ diye isimlendirilse de gerçekte halk patlamaları olarak isimlendirilmesi daha doğru olan sosyal gelişmeler karşısında, İran yönetiminin takındığı tavır, bugün yaşanan acıları daha bir katmerleştirmiştir.
Halbuki, Tunus’daki 24 yıllık Zeynelâbidin bin Ali rejiminin çöküşü ve İslam İnqılabı’nın zaferinin 32. yıldönümü eşiğinde Mısır’da 30 yıllık Husnî Mubarek iktidarının devrilmesi nasıl da sevinçle karşılanmıştı. Lakin, bu halk patlamaları, Suriye’de 50 küsur yıldır tahakkümünü en kanlı şekilde sürdüren Baas rejimine ve 45 yıllık (Baba-Oğul Hâfız ve Beşşâr) Esed Hanedanı’na da sıçrayınca.. İran rejimi ve Suriye rejiminin, kendilerine Irak Baas rejimine ve Saddam Yönetimi’ne karşı savaşlarında verdiği desteği delil göstererek hemen tavrını değiştirdi.
Halbuki, Libya’da 42 yıl boyunca hükmeden Muammer Gaddafî’nin korkunç şekilde öldürülmesi de aynı sevinçle karşılanmış (ve, 8 yıllık İran- Irak Savaşı boyunca kendilerine olanca desteği vermiş olan Gaddafî’nin yardımları da unutulmuş) idi.
Ama, Mısır’da, İkhwan-ul’Muslimîyn (Müslüman Kardeşler) Hareketi’nin başarısı veMuhammed Mursî’nin cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle karşısında tuhaf bir tavır geliştiren İran yönetimi, dünya müslümanlarını tereddüdlere sevkeden siyasetler üretmekten kurtulamadı, maalesef ve sağlıklı bir imtihan veremedi.
Hele, emperyalist-şeytanî güçlerin Mursî yönetimini, henüz 11. ayında, pahalılığı ve karışıklığı önleyemediği gibi gerekçelerle bir General A. Fettah es’ Sisî liderliğindeki bir askerî darbe ile devirtmesine bile çok açık bir tavır geliştiremedi.
Hele de, Suriye’de patlak varan iç-savaşta İran yönetiminin takib ettiği siyasetin yanlışlığı daha bir facia oldu.
Saddam’ın başında bulunduğu Irak Baas rejimini ve ‘arab kavmiyetçiliği ve iştirakiyyun / sosyalizm’ temelleri üzerinde, ve arab kemalizmi denilebilecek katı laik bir çizgideki Baas ideolojisini kafirlik olarak niteleyip suçlayan İslam İnkılabçılarının Suriye’deki Baas rejimini vargüçleriyle desteklemeleri anlaşılır gibi değildi..
Bu durumu izah etmeye kalkışırken, en yetkili resmî ağızlardan nicelerinin Suriye’yi İran’ın 35. eyaleti gibi kabul ettiklerini açıklamaları ve Suriye’deki kutsal sayılan şiî mekanlarını korumak adı altında gönderdiği -aralarında seçkin komutanlarının da bulunduğu- çok sayıda savaşçılarının hayatına mal olan iç-savaş’a Baas rejimini ayakta tutmak için destek vermesini anlamak dünya müslümanlarının çoğu kesimlerince kolay olmadı, olmamakta.. Lübnan’dakiHizbullah Hareketi’nin Suriye Baas rejimini ayakta tutmak için vazifelendirilişi de bir ayrı anlaşılmaz tutum idi. Ki, Lübnan Hizbull... lideri Hasan Nasrullah, her yaptıklarının İslam İnkılabı Rehberi’nin, Veli’yy-i Faqih’in emriyle olduğunu defalarca belirtmiş ve ‘Biz olmasaydık, Esed rejimi iki günde çökerdi..’ demiştir.
Suriye’de, bugüne kadar 300 binden kadar insan öldürülmüş, 5 milyon kadar insan Türkiye, Lübnan ve Ürdün’e sığınmış, milyonlarca insan da içerde evlerini-barklarını terkedip daha güvenlikli kabul ettikleri yerlere gitmeye mecbur bırakılmış ve Şam dışındaki hemen bütün şehirler, yerleşim birimleri yerle bir edilmiş ve böylesine bir zulmü Şah bile yapmamış iken, İran yönetiminin bu duruma hiç aldırmayıp, Suriye’deki kanlı Baas rejimine desteğini vargüçüyle sürdürmesi esefle karşılanıyorsa, bunda kimlerin sorumlu olduğu da düşünülmelidir.
Ki, bu destekle, İslam İnkılabı’nın dünyaya verdiği mesajın yolu daha bir kesildi..
Elbette, her bir devlet gibi, İran’ın da kendisine göre bir siyaset izlemesine bir şey denilemez. Ve bu açıdan bakıldığında, onların da kendi siyasetlerine yığınla gerekçeler bulmaları ve sunmaları mümkündür ve öyle de yapılmaktadır, esasen.
Ama, İslamî temeller üzerinde yükselen bir yönetim diye tanımlanıyorsa, o zaman, hangi coğrafyadan olursa olsun, müslümanım diyenlerin nice beklenti ve eleştirilerini dile getirmeleri de tabiî karşılanmalıdır.
Resmî statüsü olan İran’lı stratejistlerin beyanlarında, İran’ın ‘Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden tarihte ilk kez olarak Akdeniz’e uzandığı’ gibi tatmin edici sonuçların gururla dile getirilmesi ise, daha bir acı..
Ve dahası..
Yemen’de (5 İmam Mezhebi olarak bilinen) Zeydiyye- Zeydîlik’ten 12 İmam Mezhebi olanCaferî şiîliğe geçen güçlü Husî kabilesi liderlerinin, Yemen’de uzuuuun süredir devam eden iç-savaş sonunda İran’ın alenî desteğiyle, (ki, bu desteği, İnkılab Rehber’in hali hazırda dışişleri başdanışmanı olan ve geçmişte, 16 yıl Dışişleri Bakanlığı yapan Ali Ekber Velayetî açıkça ve defalarca dile getirmiştir) ülkenin yönetimine fiilen elkoymaları ve kendilerine karşı çıkan hemen herkesi, terörist ve tekfirci olarak nitelemeleri ve bütün bunların İslamî vahdet adına yapıldığının açıklanması.. İslam İnqılabı’nın 36. yıldönümü gününde, Yemen’de tv. ve radyolardan ilk kez olarak ‘şiî ezanının yayınlandığı’nın İran medyasınca gururla açıklanması bir ayrı buruk haberdir.
Çünkü, ‘ezanın şiîsi-sünnîsi’ yokken, ezan okunurken söylenen ekler, şiî müctehidlerinin hemen tamamı tarafından ezanın içinden sayılmazken, şimdi yeni güç mevzii kazanımıyla, bu noktalara gelinmiş olması, hoş olmayan ve hattâ tehlikeli bir gelişme..
Dahası, bu gelişmeler olurken, kuzeyde, Körfez üzerinden İran’la komşu olan Suûd rejiminin şimdi de güneyinden İran tarafından kuşatılmakta olduğu korkusu.. Emperyalistlerin, ölüm tâcirlerinin daha fazla silah satmak için ellerine geçen fırsatı değerlendirmekte bir altın fırsat oluşturduğu açık.. Bu durum, Vehhabîliği temel alan Suûd rejimiyle şiâ yorumunu esas alan İran arasında bir sürtüşmede, Suûd rejiminin kendisini sünnîliğin savunma gücü olarak göstermesine de fırsat vermiş olacaktır.
Suûd rejiminin Amerika’yla nasıl içli-dışlı bir ittifak içinde olduğu bilinmektedir. Ama, Amerikan emperyalizminin, İran rejimi için de yeni bir siyaset geliştirmekte olduğu görülmekte veObama, İran’a yumuşak, ılımlı yaklaşımın liderliğini yapmakta.. Sanki, emperyalizm, ileride çatıştırmayı düşündüğü bütün tarafları denk güç konumlarına ulaştırmaya özel bir dikkat gösteriyor gibi..
Fıqhî uygulamaları esas alarak, ‘abdestin şöyle alınması, namazın böyle kılınması’ gibi konulardaki farklılıklardan öteye, itiqadî konulardaki bir-iki tefsir farklılığı dışında aynı inancı paylaşan müslüman halklarının ve yöneticilerinin günlük iktidar ve hükmetme arzularını tatmin için izledikleri siyasetin neler getirebileceği tahmin edilmelidir.
*
Papa Françesko’nun (ya da, Francis’in) Rusya ile Ukrayna arasındaki kavgayı, ‘iki tarafının da hristiyanlardan oluştuğu bir savaşı utanç verici’ olarak nitelemesinden olsun ibret alınmalı değil midir.
*
Siyaset ana-ata tanımaz; Tayyîb’i de ..
7 Haziran 2015 günü yapılacak olan genel seçimler yaklaştıkça.. Halkın kendisini temsil edecek kişileri seçmek fırsatını daha başka niyetler için değerlendirmek isteyenler de devrede..
S. Demirel’in geçmişte anlattığı bir misal, bu hususu en iyi şekilde anlatmaya ve halen de değişen bir şey olmadığını göstermeye yeter..
Van’ın ünlü siyasetçilerinden birisi, Demirel’e, telefon eder:
‘-Süleyman Bey! Yaşım 90’a dayandı.. Ben bu kez m.vekili olmayayım, oğlum avukattır, 45 yaşlardındadır, listeye onu yaz..’
Demirel, ‘Bilirsin ki, Van’da sen ne dersen o olur.’ der..
Ama, gecenin geç saatlerinde, aynı kişi bir daha tlf. eder ve ‘Süleyman Bey, ben gerçi öyle söyledim, ama, onlar daha çocuktur, sen yine de beni yaz..’ der.
O da, ‘Olur Kinyas Ağa, bilirsin ki Van’da sen ne dersen o olur..’ diyerek onun dediği şekilde düzeltir, listeyi..
Bunu anlatan Demirel, daha sonra, ‘siyasetin kapısında ‘GİRİLİR’ levhası vardır, ama‘ÇIKILIR’ levhası yoktur, oradan ancak ölümle çıkılır..’ ve ‘siyasetin ana-ata, evlad tanımaz..’derdi.
Osmanlı tarihimizde, yığınla şehzadelerin babaları veya kardeşleri tarafından nasıl öldürüldüklerini hatırlayabiliriz.
Gerekçe de, elbette ki, ‘nizâm-ı âlem ideali’dir..
*
Şimdi, seçimlere katılabilmek için kamuda vazifeli olanların en son 10 Şubat günü istifa etmeleri gerekiyordu.. Bu yüzden, yığınla seçkin bürokratlar, istifa ederek adaylıklarını açıkladılar..
Ki, onların birçoğunun bulundukları mevkılere gelmesi, AK Parti iktidarının ve bizzat Tayyîb Erdoğan’ın özel gayretleriyle olmuştu.
Şimdi ise, onlardan niceleri, seçimlere girmek üzere, Tayyîb Erdoğan’ın haberi olmaksızın istifa etmiş bulunuyorlar. Pek çoğunun iddiası, birikimlerini Meclis’de de millete hizmet için sergilemek..
Olabilir veya olmayabilir de..
Çünkü, Meclis’in, kişilerin şahsî birikimlerini sergilemek yeri olmadığı, Meclis aritmetiği gereğince, m.vekillerinin partilerinin kararları uğruna inanmadıkları konulara bile, oy vermek durumunda kaldıkları bilinmeyen yeni bir durum değildir.
*
Ama, bu seçim sath-ı mailinde, en şaşırtıcı istifa MİT Müsteşarı Hakan Fidan’dan geldi.
Hakan Fidan, son yıllarda, sadece Türkiye kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da, Erdoğan’dan sonra ve belki Davudoğlu’yla birlikte en çok tanınan ve tartışılan isimlerden birisi.. Özellikle MİT’in, ilk kez, onun döneminde, dış etkilerin dışında hareket eden bir kurum haline gelmesi dolayısiyle.. Hele de İsrail rejimi ve Amerikan emperyalizminin, kendi tezgahlarından geçmemiş bir istihbaratçının MİT’in başına getirilmesinden son derece rahatsız oldukları diplomatik münasebetlere bile yansımıştı.
MİT Müsteşarlığı gibi çok önemli bir kurumun yıllardır başında bulunan ve Çözüm Süreci’ndeki gizli-açık aktif rolü ve de F. Gülen liderliğindeki mâlum grubun üst kademelerine karşı girişilen mücadelenin ve çok önemli devlet hizmetlerinin perde gerisindeki bir ismi olarak bilinen Fidan’ın m.vekili olmak için istifa etmesinin, Tayyîb Erdoğan’ın en güvendiği isimlerden birisi olması hasebiyle, onun bilgi ve rızası dışında olamıyacağı sanılmıştı. Bu satırların sahibi de, doğru olanın öyle olması gerektiğini düşünerek, öyle sanıyordu.
Ama, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ‘Benim sır küpümdü, yorulmuş.. İstifasının doğru olmadığını Başbakan’na da söyledim..’ dediği halde, böyle bir istifanın gerçekleşmiş olması, gerçekten de şaşırtıcı..
Ve dahası, Tayyîb Bey’in bu hatırlatmasına rağmen, Davudoğlu’nun, Fidan’ın m.vekili olması için vazifesinden ayrılmasına yeşil ışık yakması, Erdoğan- Davudoğlu ikilisi arasında bir sürtüşmenin işareti olarak görenleri tamamen yalanlamıyacak bir gelişme olsa gerek..Davudoğlu, onu siyasette etkili bir yere getirmek istemiş olsa bile, bu konuyu Erdoğan’a rağmen yapabilmiş olması, çok önemli neticeleri olan bir tavırdır.
Bu durum, hem Fidan’ın, hem de Davudoğlu’nun, Tayyîb’in çekim alanından kurtulma çabası olarak da nitelenebilir Tayyîb’in karizmasının çizilmesi pahasına sayılsa da..
Evet, siyaset, ana-ata tanımaz.. Tabiatiyle, Tayyîb’i de..
Güçlü liderliği ve kadrosu üzerinde çok güçlü bir tasarruf kabiliyeti olduğu kabul edilenErdoğan bile by-pass edilebilir; şekilde görüldüğü üzere.. Fidan da, Davudoğlu da, elbette resmî ilişki ve şahsî iradeleri açısından normal bir tavır takınmışlardır; ama, siyasette vefa sadakat ve samimiyeti önemseyen anlayışlar açısından iyi bir puan almamışlardır.
*
Fidan’ın, istifasına gerekçe olarak ‘yoruldum’ gibi bir bahaneye sığınması, gelecekte, daha büyük hizmetler için değil, Meclis’i dinlenme yeri olarak gördüğü gibi bir mânâyı daha çok çağrıştırıyor.
Bu vesileyle bir anekdot..
Bir eski m.vekili vardı.
Bir gün konuşurken, ‘m.vekilliği kolay iş değildir, herkes yapamaz.. Hele sen hiç yapamazsın..’ der ve tezini şöyle izah ederdi: ‘Ben ne anlarım kanundan.. Ben sadece Erbakan Hoca’ya bakardım, o elini kaldırırsa ben de kaldırırdım. Senin gibiler olsa, yığınla sorular sormadan öyle davranamazsınız..’
Siyaset gerçekten de zor iştir.
Böyle bir kanun yapma fonksiyonunu herkes kabul edemez.
Riyaset şehvetinin, diğerlerinden onlarca kez daha güçlü olduğu yazılmıştır, eski kitablarda..
Bu konuda, Hz. Ömer’den gelen bir söz son derece düşündürücüdür:
‘Öylelerini başınıza getiriniz ki, aranızdayken başınızda gibi olsun, başınızdayken de aranızda gibi..’
haksöz