Birkaç günlük uzuuun bir geziden geride kalan.. -2

Selâhaddin Çakırgil

(Önceki yazıda anlatılanlara kaldığımız yerden devam edelim..)

Munich'ten Regensburg'a vardığımızda, gecenin 11.30'na yaklaşmıştık..

Burası, Tuna (Danub, Donabe) nehrinin iki yakası üzerinde kurulmuş, eski bölümüyle tipik bir Ortaçağ şehri görüntüsü veren bir şehir..

Regensburg.. (Yağmurkale..) mânâsına geliyor.. Tuna üzerinde  birkaç köprü var.. Bunlardan birisi, 300 yıllık bir geçmişi olan bir taşköprü, hâlen de kullanımda.. Ve Avrupa Birliği tarafından kültürel miras olarak korumaya alınmış..

*

Burası, önemli bir üniversite şehri ve de sanayi merkezi.. Aynı zamanda, bu şehrin atmosferine oldukça güçlü bir dindarlığın hâkim olduğu da hissediliyor..

Bavyera'lı kardinal Josef Ratzinger'in, Katolik Kilisesi'nin dünya çapındaki ruhanî liderliğine ve 16. Benedicktus unvanıyla Papa seçilmesinden birkaç ay sonra geldiği bu şehrin üniversitesinde,  Resul-i Ekrem (S)'e, hiçbir ilmî ciddiyeti olmayan iddia ve ağır iftiralar dolu bir konuşma yapmakla da, müslümanların hâfızâsında, bu şehre kötü bir şöhret kazandırmıştı..

*

Bütün şehirlerde olduğu gibi, burada da, katedraller geceleri ışıklandırılıyor.. Bu bakımdan görülecek yerlerin geceleyin bulunması da daha bir kolay oluyor.. Ortaçağ şehri görünümünden söz ettiğimize göre, kiliselerde ve diğer büyük yapılarda genel olarak, sık sütunlar üzerine kurulu, sivri kuleleri bulunan, içeriye loş ve karanlık bir havanın hâkim olduğu,  gotik mimarî uslûbunun hâkim olduğu tahmin edilebilir.


*Regensburg'daki büyük katedralden iki görüntü..

*

Gecenin soğuğunda ve sağda solda tek-tük gözüken insanların birbirleriyle konuşmalarından, selamlaşmalarından bile buranın havasının farkı anlaşılıyor..

Çünkü, Almanya'nın orta ve kuzey bölgelerinde insanlar birbirlerinden ayrılırken genel olarak, kısaca 'Tschüss' (Çüss); ya da italyanca Ciao (çavv..) demeyi tercih ederken ve hattâ bu tek heceleri bile 'Çüü, çaa..' diye kısaltarak telaffuz ederlerken, bu eyalette bu gibi söylemlere hiç itibar edilmiyor.. Hattâ son aylarda Bavyera eyaleti Eğitim Bakanlığı'nın aldığı bir kararla okullarda çocukların bu şekilde selamlaşmalarının bile yanlış olduğu, Bavyera'lı asâletine uygun düşmediği; bunun yerine, Bavyera halkının günlük hayatında, (Tanrı'ya emanet.. Tanrı'nın selamı üzerinize olsun..) mânâsında devamlı kullandığı, 'Grüss Gott' demelerinin bir eğitim proğramı halinde öğretilmeye başlanmış..

Bu uygulamadan Bavyera'lıların da memnun olduğu söyleniyor..

Bu durum, bir bakıma, bizim toplumumuzda, eskiden kullanılan 'Sabah-ı şerifiniz hayrola.. Hayırlı sabahlar,  Vakt-i şerifiniz hayrola.. Allah'a emanet, Fî emanillah, Allahaısmarladık..  Selametle..' gibi selamlaşma cümleleri yerine son 70 senedir konulmaya çalışılan 'günaydın, hoşça kal, kendine iyi bak,  ' gibi içi boş ve  hattâ, ingilizce olarak söylenen 'By by..' gibi dejenere söylemlere bir tepki olarak, bir asâlet şeklinde gözönünde canlandırılabilir..

Gecenin karanlığında, Regensburg'un dar caddelerinde dolaşırken, bir duvar resmiyle karşılaşıyoruz..

Bu, kiliseye aid bir duvarına çizilmiş kocaman bir resim dikkatimizi çekiyor..

Konusu, Hz. Davud'un, Câlud (Goliat)'a karşı verdiği çetin mücadele ve o güçlü Goliat'a elindeki sapan taşı ile karşı koyması ve attığı bir taş ile onun gözünü kör edişi..

Yani, maddî ve fizikî güç bakımından zayıf olanların, mücadele azmiyle, en güçlü olanları bile nasıl dize getirdiğini anlatan bir sembolik ifade..

'The Holy Bible' veya 'Kitab-ı Mukaddes'in 'Ahd-i Atiq' diye anılan ilk bölümünü oluşturan Tevrat'da etraflıca anlatılır, Hz. Davud'un bu 'qıssa'sı..  Ahd-i Atîq'in, Birinci Samuel, Bâb-17 ve devamıyla, İkinci Samuel bölümünde, mücadelesi uzuun uzun anlatılan Dâvûd'un, sonunda tepeden tırnağa zırhlı ve silahlı Goliath'ı, elinde hiç bir silahı olmadığı halde, bir sapan taşı ile gözünden vurup kör etmesi ve sonra da öldürmesi, Allah'a güvenerek verilen bir mücadelede elde edilen bir başarı örneği olarak Kur'an'da da hatırlatılır.. (Baqara-249)


*Dâvud'un Câlût (Goliath)'la  mücadelesini yansıtan duvar resmi altında..

*

Bu bakımdan, o tablonun burada, böylesine kapitalist, materyalist ve de gücetapar anlayışların hâkim olduğu  bir dünyada,  kocaman bir duvarda resmedilmiş olması  ilginç..

Bu vesileyle, Hz. Davud aleyhisselam hakkındaki bilgilerimizi kısaca, tazeliyelim..

Tâlut, Câlût (Saul, Goliath) ve de Dâvûd 'qıssa'ları..

Dâvud aleyhisselam'ın gençlik yılları, İsrailoğulları, Câlût (Goliath)  adlı bir diktatörün  baskısı  altındaydılar. Ona karşı koyacak  kimse de yoktu.

Câlût, İsrailoğullarını perişan ederek yurtlarından sürdü. Bunun üzerine, İsrailoğulları,  peygamberlerine giderek, kendilerine bir kumandan tayin etmesini istediler. Peygamberleri de halktan biri olan Tâlût (Saul)'u başlarına tayin etti.

Bu hadise, Kur'an-ı Kerim'de Baqara Sûresi'nin 247-251 âyetleri arasında anlatılmaktadır..

İsrailoğulları halktan birinin kendilerinin başına kumandan olarak seçilmesine itiraz ettiler.

Tâlût'un ordu hazırlamak için adam toplamakta sıkıntı çektiği, haberlerden anlaşılıyor. Bu durumu ortadan kaldırmak ve orduya katılıma teşvik için taahhüdlerde bulunur. Kendisiyle savaşa katılacak ve Câlût'u öldürecek kişiye malının yarısını vereceğini; ayrıca, kızını da onunla evlendireceğini bildirir.

Bu gelişmeler yaşanırken Dâvud  henüz hayvanlarıyla meşgul olan bir gençtir.

Dâvûd da, Câlût'a karşı hazırlanan Tâlût'un kumandasındaki orduya katılır. Ancak, İsrailoğulları, düşman ordusuyla karşılaşmak noktasına gelindiğinde, "... Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler..." (Baqara; 249) derler. Böyle düşünenlerin ayrılmasından sonra, çok az sayıda kalan birlik, düşmanla savaşa tutuştu.  'Nice küçük topluluklar, Allah'ın izniyle, büyük topluluklara üstün gelmiştir.' (Baqara,249'dan..) 

Görünürde kendilerinden çok daha üstün olan bir orduyla savaşa girmişlerdi ama, Câlût'un ordusu perişan oldu ve Dâvûd da Câlût'u öldürdü (Baqara; 251).

Bunun üzerine, taahhüdünü yerine getiren Tâlût, kızını Dâvûd'a verdi. Tâlût ölünce de onun yerine geçerek, hükümdar oldu. Bir süre sonra da peygamber olarak vazifelendirildi. (Nisâ; 163).

Dâvûd Aleyhisselam, böylece hem peygamber, hem de hükümdar idi.

Dâvûd aleyhisselam'ın çok güzel sesi vardı. O, güzel sesiyle ilahiler söyler ve dinleyenleri vecde getirirdi.

Bâqî'nin, 'Avâzeyi bu âleme Dâvûdvâr (Dâvûd gibi)  sal, / Bâqî kalan bu kubbede, bir hoş sadâ imiş..'  şeklindeki meşhur beytini hatırlayalım..

Kezâ, dört kitabdan birisi olan ve bir dualar mecmuası olan Zebur'daki 'mezamir'in Hz.Dâvûd'un sesiyle okunduğu gözönüne alınırsa, nasıl daha bir etkili olduğu hissedilebilir..

 Kur'an-ı Kerim'de bu konuya şöyle değinilir:

"Doğrusu biz akşam sabah onunla (Dâvûd ile) beraber tesbih eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Hepsi O'na yönelmiştir." (Sâd; 18-19) Bir sonraki âyette de; "Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik" denilmektedir. Diğer bir âyette ise, 'Andolsun, Dâvûd'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin, dedik.  ' (Sebe'; 10) denilir.

Âyette  geçen, 'dağlar ve kuşların onunla beraber tesbih etmesi ve onları bu yönde buyruk altına alması'nın, Dâvûd aleyhisselam'ın sesinin güzelliğinin etkisinden hoşluğundan olduğu yorumu yapılmaktadır, müfessirlerce.. 

Kur'an-ı Kerim"de; "... Dâvûd'u, o kuvvet sahibi zatı hatırla. O, hep Allah'a yönelirdi" (Sâd; 17) âyetiyle Dâvûd aleyhisselam'ın ibadet konusundaki hassasiyetine da işaret edilmektedir.

Kızıldeniz'den Fırat'a kadar geniş bir alanda, hükümdarlık ve peygamberliği şahsında toplayan ender peygamberlerden olan Dâvûd aleyhisselam, nail olduğu bir diğer ilahî lûtuf da,  Hz. Süleyman'ın ona evlad olarak verilmesidir.

Rivayetlere göre Dâvud aleyhisselam kırk yıl hükümdarlık eder, ve vefat ettiğinde, yerini, ilahi takdir ile, hükümdar ve peygamber olarak, oğlu Hz. Süleyman (as) alır.

***

Eski şehrin merkezinde dolaşırken, bir taraftan da, bir şeyler atıştıracak bir yer bulabilir miyiz diye, gözlerimiz  üzerinde 'döner', ya da İstanbul, Anatoli, Bosporus (Boğaziçi) gibi yazıların bulunduğu tabelaları arıyor..

Bu arayış, damak zevkinden değil, acaba İslamî hassasiyeti olan birisine rastlamak arzusundan kaynaklanıyor..

Öyle bir yer bulunduğunda da, içkili olup olmadığına bakıyoruz, tabiatiyle.. Eğer içki varsa, o zaman anlaşılıyor ki, buralarda kullanılan malzemelerde şer'î dikkate riayet olunmamıştır.. O zaman, yanımızdaki biskuilerle idare edeceğiz demektir..

Tabiatiyle bu gibi yerler bulmak da son derece zor..

Regensburg'da da öyle bir yer bulmak mümkün olmadı. Üstelik de gece yarısındayız.

Ama, Tuna'ya paralel bir cadde üzerinde, üzerinde Antalya yazısı bulunan bir büfe görüyoruz.. Antalya, Almanya'da çok bilinen bir yer.. Çünkü, heryıl, milyonlarca alman'ın turist olarak defalarca gittiği, nicelerinin orada mesken tuttuğu bir coğrafya..

*

İçeri giriyoruz..

Isparta'dan gelmiş, 40'larında bir arkadaş.. Duvarlarda İstanbul ve Anadolu'yu yansıtan büyük resimler.. Ama, her taraf içki dolu.. Esasen, almanlar içkisiz yemek yemeyi tasavvur edemediklerinden, çoğu restoranlarda, veya imbiss denilen büfelerde, -işleticisi müslüman bile olsa- içki genel olarak bulunuyor..

Biraz sohbet ettikten sonra, 'burada şöyle bir çorba içmek için, bizimkilerden birileri yok mu?' diyoruz, cevabı, olumsuz.. Esasen, ortalıkta kimselerin olmadığı o saatte öyle bir açık yer olması da fazla bir beklenti.. 'Buralarda bir mescid yok mu?' diye soruyoruz..

'Şurada; 500 metre kadar ilerde, sokağın başında var, ama, tabiatiyle bu saatte kapalıdır..'  diyor.. Biz de artık gittiğimiz yerde, cem'edeceğiz, akşam ve yatsı namazlarımızı.. Termosumuza sıcak su alıp, yola eyvallah diyoruz..

*

Artık, Regensburg'dan yola çıkmamız gerekir.. Saat 01.00'e yaklaşıyor..

Halbuki, o saatte bizi, asıl gideceğimiz yerde bekliyordu arkadaşlar.. Şimdi ise, en azından 200 km. daha mesafemiz var..

Regensburg'dan ayrılıyoruz..

Yolda, Passau şehrinden de geçeceğiz ve arkadaşlara, daha çok bir Ortaçağ italyan şehrini hatırlatan bu şehri de gezdirmeyi düşünmüştüm, ama, oradan ne zaman geçtiğimizi, biraz şekerlemeyle, farketmemişim bile..

Kendime geldiğimde, Avusturya'ya geçtiğimizi ve Linz'e  yaklaştığımızı hissettim..

Orada durmamız mümkün değildi.. Artık tahammül gücümüz zayıflıyordu.. Bir an önce gideceğimiz yere varıp, biraz uyku depolamayı hayal etmeye başlamıştık..

*

Linz'i transit geçip, 40 km. kuzeydeki 18-20 bin nüfuslu Freistadt'a doğru gidiyoruz.. Oraya vardıktan sonra da, dağların tepesine doğru tırmanacağımız 10 km.'den fazla bir yolumuz daha var.. Ancaak, benzinimiz bitmek üzere.. Bütün petrol istasyonları da kapalı.. Hem küçük yerleşim birimleri, üstelik tatil de..

Belki biraz ilerde buluruz diye, 300-400 haneli St. Oswald köyüne doğru dolambaçlı yollardan ilerliyoruz..

Ama, oradaki benzin istasyonları da kapalı.. Asıl gideceğimiz yer olan Etzelsdorf (Atilla köyü) uzağındaki bir dağ evi civarında ise, bir benzin istasyonunun olması ihtimal dışı.. Ve navigasyon cihazımız verilen adresleri bulamıyor, bizi, derelerden tepelere ve tekrar derelere indirip duruyor.. Bizi bekleyen arkadaşlar da ya uyumuşlar, ya da telefonlarımız çekim alanı dışında kaldığından onlara da ulaşamıyoruz.. Hava da buz gibi.. (Bu arada belirtmeliyim ki, almanlar, Etzel dedikleri Atilla'ya diğer Avrupa halkları gibi nefretle yaklaşmıyorlar.. Tarihî anonim hikayelerde anlatıldığına göre, o zamanlar, buralardaki derebeyleriyle Atilla'nın arası iyi imiş.. Bu yüzden, onun ismi değişik yerlerde sokaklara bile verilebiliyor..)

*

Gecenin saat 03.30 sularında, uzun süre dolaştık..

Bir yerde benzin istasyonu bulduk.. Burası da açık değil, ama, parası ödenerek, otomatik olarak benzin almak mümkün imiş.. Ancak, otomat, parayı çekti, fakat, benzini de alamadık, parayı da geri vermedi..  50 Euro'muz da gitti..

Ortalıkta kimse yok, haliyle.. Üstelik, üç gün daha tatil olduğundan, açılmazmış..

*

Arada bir, bir araba geldiğini gördüğümüzde, sinyal verip durmasını istesek bile, bazıları durmaktan çekiniyor gidiyor, gaza daha bir basıp kaçarcasına uzaklaşıyorlar.. Haksız da sayılmazlar.. Çünkü, gecenin o saatinde, dağ başında, veya kuytu derelerde, kim olduğu bilinmiyor ki.. 

Ama birisi durdu.. İçinden iri kıyım bir genç adam çıktı..

Benzin istasyonunu ve gideceğimiz yeri sorduk.. Ama, dediklerimizi kısmen anlasa da, karşılık veremiyor, almancası yok.. Ortadoğu'lu tipinde olduğunu farkediyoruz.. 'Türkçe biliyor musun?'  deyince, yüzlerde güller açıyor..

Nevşehir'li imiş..

Gecenin o saatinde, bankaların para kasalarındaki paraları toplanıp merkeze götürüyormuş, yani işi o..

Gideceğimiz yeri o da bilmiyordu..

Ama, bizi benzin istasyonuna götüreceğini söyledi, 'Beni takib edin..' dedi..

O daracık ve engebeli yollarda öylesine sur'atli gidiyor ki, yetişmekte zorlanıyoruz..

Bizi 10 km. kadar götürdüğünde, yine, paramızı kaptırdığımız benzin istasyonuna vardığımızı anladık..

Hikayeyi ona anlattığımızda, otomotın bir düğmesine bastı, bize, 50 Euro alacaklı olduğumuzu belgeleyen ve 'guthaben' denilen bir 'alacaklılık makbuzu'  verdi, otomat.. Yani sonra geri alabilirdik.. (Belirtmeliyim ki, Almanya'ya döndüğümüzde, o benzin istasyonuna telefon edildi, paramızı otomatın yuttuğu saat söylendi, adam baktı, doğru dedi ve adresimize hemen gönderdi, o parayı..)

Nevşehir'li arkadaşa  parasını verip, onun özel kartıyla, bize yetecek kadar akaryakıt aldık.. İşimizi görmüştük.. Kendisine teşekkür ettik.. Onun acelesi vardı, fazla konuşamadan, hemen gaza basıp yine gitti, işine..

Biz de yeniden varacağımız yeri aramaya başladık, ama, en azından rahatlamıştık.. Bir sarhoş kişiye rastladık, sorduk.. Bir yerleri tarif etti, ama, doğru olup olmadığından biz de emin olmadık, kendisi de emin değildi..

*

Nihayet, bir yerde, o saatte ve o soğukta, yol kenarındaki taşlar üzerine oturmuş  iki oğlan, bir kız gördük.. Sarhoş idiler, sohbet ediyorlardı..

Onlara sorduk.. Bize sarhoş olarak öyle bir taraf verdiler ki, başka çaremiz olmadığından onların tariflerini uyguladık ve hayret, sahiden de bulduk varacağımız yeri..

*

Sabahın saat 04.30  civarında gideceğimiz yeri bulmuştuk artık..

Hemen namazlarımızı kıldık, sabah namazı vakti girmeden..

Bu arada arkadaşlar de henüz uyumamışlarmış, bizi merak ettiklerinden..

Onlar da bize ulaşamamışlarmış..

Bu arada çay hazırlandı.. Arkasından da, sabah namazı vakti girinceye kadar biraz bekledik.. Artık, uykuya dalmak hakkını kazanmıştık..


Yol arkadaşlarım Sinan ve Âkif'; dağevinin bahçesinde; uzaklarda Alp'lerin etekleri

*

Kaldığımız bina, 110 yıllık.. Ahşab ve sağlam, kocaman bir dağ evi..  Büyük bir avlusu var, etrafında 2 km.'den yakın bir yerleşim yeri yok.. Etraf çam ormanları..

Burada iki sene önce de, -o günlerden bir ay kadar sonra Afganistan'da bir uçak kazasında dünyamızdan ayrılan- rahmetli Bahaeddin Yıldız'la 2-3 gün kalmıştım..

Şimdi de, 70-80 arkadaş toplanmışlar.. Kimileri Avusturya'dan, kimileri de Almanya ve Türkiye'den..

Sabah saat 10'dan sonra, oradaki günlük proğramımız başladı.. Uzuun sohbetler..

Müslümanlar, kendilerini ve yarınlarını ve bulundukları coğrafyalardaki sorumluluklarını tartışıyorlar.. Bir bakıma, 1300 yıl öncelerde, miladî- 710'lu yıllarda  Avrupa'ya İspanya üzerinden ilk adım atan Târıq bin Ziyad  komutasındaki müslüman askerlerin konumunda olduklarının şuûrunda; 'El Garb'u lenâ, ve-ş'Şarq'u lenâ..' (Batı da bizimdir, Doğu da..)  idrakiyle, bu coğrafyada ve  bu zaman diliminde kendi üzerlerine düşen vazifeleri, İslam'ın ruhuna uygun olarak nasıl yerine getirebilecekleri üzerinde kafa yormaya, akıl yürütmeye çalışıyorlar..

Ne güzel bir topluluk..

100 yıl, hattâ 50 yıl öncelerde bile tasavvur edilemiyecek bir hassasiyet..

Ve 'kalblerinde din derdi taşıyan ve Allah'ın kanunlarını, Allah'ın mülkünün her yerine ulaştırmayı, tebliğ etmeyi ve kendi hayatlarına hâkim kılmayı şiar edinmiş insanlar..

*

O gece de orada kaldıktan sonra, 8 Nisan sabahı, kahvaltıdan sonra arkadaşlara vedâlaşıyor ve yola çıkıyoruz..

İlk hedefimiz Linz..

Sonra da, 170 km. uzaktaki Viyana'ya ve orada 5-6 saat kadar gezdikten sonra, saat gezip, Viyana'ya 60-70 km. kadar uzaktaki Slovakya'nın başkenti Bratislava geçmeyi ve bütün bunları bir güne sığdırıp, oradan da geceleyin Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'a doğru yola çıkmayı ve ertesi günü de Prag'da geçirmeyi tasarlıyoruz..

Viyana'da da bekliyen arkadaşlar olacak, hesaba göre.. 

Ancaak, evdeki hesab, çarşıya uymuyor..

Çünkü, bulunduğumuz dağ evinden sabahın 09.0'undan önce ayrılamıyoruz..

Bir saatlik yolumuz var, Linz'e..

Linz, alelacele gezilecek bile olsa, Viyana ve Bratislava'ya sadece girip çıkmak gibi bir zaman ayırmış olacağız.. Halbuki, Viyana'ya en azından 6 saat ayırmayı planlamıştık.. Bunların hiçbirisi pratikte mümkün değildi..

Bu yüzden, yüzlerce km.lik bir yola boşuna katlanmamak için, gezinin o bölümü iptal edip, rota'yı, Linz ve oradan 240 km. kuzeydeki Prag'a çeviriyoruz..

*

Linz, oldukça güzel bir şehir..  Hitler'in doğum yeri olması hasebiyle, o dönemde tabiatiyle, daha bir parlak dönem yaşamış..  Bir kültür ve sanayi şehri..

Tuna nehri, Linz'in ortasından kıvrılarak geçiyor..

Şehre tepeden bakan, epeyce dolambaçlı bir yoldan çıkılan güzel kilisesi var..

Esasen, oraya gitmeden Linz'i görülmüş sayılmaz.. 


Linz'in tepesinde güzel bir mevkideki kiliseye, aşağıdan Tuna kıyısından bir bakış..

 *Ve, Linz'in yukarıdan görünüşü..

Bu tepedeki güzel mekanı gezdikten sonra, bir süre de, kilisedeki pazar âyininî  izledik..

Kilisenin içi de, dış mekan güzelliğinden geri kalmıyacak derecede, son derece süslü.. Kubbeye çizilmiş ve yaratılışı temsilî olarak anlatan son derece mâhirâne bir şekilde  ve âdetâ, bütün san'at gücü sergilenmek istenmişçesine, yapılmış tasvirler..  Kezâ, mihrabda, çarmıha gerili fakir Hz. İsâ aleyhisselam'ı temsil ettirmek için yığınla altın heykeller..

Sözde melek tasvirleri, Hz. İsa'yı çarmıhda gösteren, ve bu tabloyu temaşa eder şekilde resmedilmiş  Hz. Meryem ve diğerlerinin yüzlerindeki derin hüznü müthiş şekilde yansıtan sahneler ilginç..

Bir tarafta da, günah çıkarma kulübeleri.. (Ki, burada, günahkârlar, işledikleri günahları itiraf ediyorlar,  ve kardinal, bu bilgileri mahkeme de dahil, hiçbir yerde kullanmamak, açıklamamak zorunda..

İtiraflar sonunda, kardinal, günahkâr'a, 'Umulur ki, Tanrı seni affetmiştir.. Şimdi, keffaret olarak biraz da hayır işlerine yardım et..' vs. diyormuş.. Yani, kişinin kimseye açamıyacağı ve içini kemiren günahlarından kurtulmak yönünde, biraz da olsa rahatlaması için, âdetâ, bir psikanaliz ameliyesi.. )

*

Aşağıya inip, Tuna kıyısından, şehrin dışına doğru, 10-15 km kadar ilerliyoruz.. İki tarafı da yeşil ormanlıklar içindeki  Tuna oldukça yüksek debili olmasına rağmen, oldukça sakin akıyor.. ve Tuna'nın iki yakası, Bosfor'u, İstanbul Boğazı'nı  hatırlatıyor.. 

Yol boyunca, hemen her köşede, bir çarmıha gerilmiş bir İsa Mesih sembolü olarak kabul edilen heykeli sizi karşılıyor.. İsevîler, bu heykelcikler önünde, hafifçe diz çöküp Haç çıkarıyorlar..

Ve her yüksek tepede de, 'kapelle'  denilen küçük kilisecikler ve her tarafta, İsevîliğin tarihinden hatırlatmalar yapan san'at eseri kabartma tablolar..

Denilebilir ki, burada Kilise ve mevcud hristiyanlık son derece örgütlü şekilde, toplum hayatının hemen her sahasında kendisini hissettiriyor..

Ve böylesine teşkilatlı inanç kurumlarına sahib sosyal bünyeleri, başka bir inançla etkilemenin öyle hiç de kolay olmayacağını hatırlatan görüntüler..

*

Artık, Linz'den de ayrılma zamanı geldi..

Yolculuğumuzun başlangıcında öngördüğümüz Viyana ve Bratislava faslısını, zaman yokluğundan dolayı iptal ederek, tekrar Freistadt yolu üzerinden 30 km. ötedeki Çek Cumhuriyeti sınırına ve 240 km. uzaklıktaki Prag'a doğru..yola koyuluyoruz..

*

Çek Cumhuriyeti'ne girdiğimiz andan itibaren, komünist sistemin çökmesi üzerinden 20 yıl geçmiş olsa bile, yine de değişik bir dünyada olduğumuzu hemen hissediyoruz.

Sosyal bünyenin Avusturya gibi zengin olmadığı, epeyce fakir olduğu, yol üzerindeki yerleşim birimlerinden, yolların yapısından ve işlenmemiş, bayır  topraklardan da anlaşılabiliyor..

Ama, daha acı ve ilginç olanı, Çek Cumhuriyeti topraklarına girer girmez, yolların iki tarafında, hotel-motel, Casino vs. adı altında, yığınla eğlence mekanlarının bolluğu..

Halbuki buralarda turistik bir mekan da yok..

Buraların, ahlâkî çöküntünün korkunç derinliğini gösteren  o lânetli sektörün faaliyet alanı olduğunu ise, renkli fotoğraflarla sunulan çirkinlikler anlatmaya yetiyor..

Ve iki saate yaklaşan bir yolculuk boyunca, biz, doğru dürüst dikkat çekici bir yer görememiş oluşumuzu, 'yabancılar görüp de topraklarımızın zenginliğine göz dikmesinler...' şeklindeki  nüktelerle izah etmeye çalışırken, Prag'ın varoşlarının silüeti uzaktan belirmeye,  yollar düzelmeye ve yerleşim birimleri de  güzelleşmeye başladı..

*

(Bu yol izlenimlerinin son bölümü olan Prag'ı ise, inşaallah bir diğer yazıda..)

 

haksöz