İsmail Duman/ Dünya Bülteni
İslami Amel Cephesi, Üstad Fethi Yeken'in, kurucularından olduğu Cemaat-i İslamiyye Hareketi'nden Temmuz 2006 Savaşı sonrasında resmen ayrılması neticesinde kurulan "çatı" bir yapılanma...
Cemaat ile var olan anlaşmazlıkların uzun bir geçmişi olduğunu vurgulayan Fethi Yeken'in öğrencileri, üstadın, bölünme yaşanmaması için uzun bir zaman mücadele ettiğini belirterek, ekliyorlar: "Temmuz 2006 Savaşı sırasında Cemaat-i İslamiyye'nin tavrı, bardağı taşıran son damla oldu ve bunun ardından, Şeyh Fethi Yeken, ayrılma kararı aldığımızı duyurdu."
Böyle bir sürecin ardından kurulan İslami Amel Cephesi, Fethi Yeken'in başkanlığında Lübnan'ın farklı bölgelerinde direnişi destekleyen Sünni Hareketlerin tek çatı altında toplanması ile ortaya çıkmış... Farklı bölgelerde Cephe'nin temsilciliğini üstlenen farklı hareketler olmakla birlikte; merkezde-yani Beyrut'ta- Fethi Yeken Üstad ile beraber Cemaat-i İslamiyye'den ayrılan öğrencileri, hareketin sorumluluğunu üstlenmiş durumdalar...
Şeyh Fethi Yeken'in vefatının ardından boşalan başkanlık koltuğunu henüz kimse doldurmamış. Üç ay sonra yapılması planlanan seçimlere kadar; şimdilik, Hareketin başında Genel Koordinatör Hasan Dimyati bulunuyor. Hasan Dimyati de Fethi Yeken'in öğrencilerinden...
Hasan Dimyati'nin yanı sıra, yine Fethi Yeken'in öğrencilerinden Şeyh Yusuf Harud ve iletişim sorumlusu Ahmed Nabulsi'nin de hazır bulunduğu görüşmemizde, başta Hareketin kuruluş aşaması ve üstad Fethi Yeken'in olaylara bakışı olmak üzere, Türkiye ve Ortadoğu'daki gelişmeler gibi birçok konuyu mütalaa etme fırsatı bulduk...
Birer gün arayla yaptığımız iki ayrı görüşmenin gündem maddelerini, röportaj formatında sunmaya çalışacağımız bu metinde, Türkiye'deki İslami camialar açısından önemli hatırlatmalar mevcut. Türkiye'deki Müslüman gençlerin, kitaplarını okuyarak büyüdüğü üstad Fethi Yeken'in Hareketi'ni bu çerçevede okumaya çalışırsak, ciddi tecrübe ve faydaların elde edilebileceğini düşünüyoruz:
İsmail Duman: Niçin İslami Amel Cephesi'nin kurulmasına ihtiyaç duyulduğunu sorarak başlamak istiyoruz söyleşimize... Kısaca kuruluş aşamasından ve şu anki pozisyonundan bahsedebilir misiniz bizlere?
Hasan Dimyati: Ayrıntıya girmeden bunu kısaca size açıklayalım. Üstat Fethi Yeken, "niçin İslami Amel Cephesi'ni kuruyoruz?" sorusunu cevaplamıştı: "İslami Amel Cephesi, kimliğimizi tekrar geri kazanmamız için kurulmuştur." Bugün Lübnan'da Hariri Hareketi'nin istediği tek şey, Sünni hareketleri etkisiz hale getirip, cihattan uzaklaştırmak ve folklorik bir unsur haline getirmektir. İşte Cephe, buna engel olmak ve direniş ruhunu canlı tutmak için kurulmuştur.
Cemaat-i İslamiyye'den ayrılma sebebiniz neydi; bildiğimiz kadarıyla ilişkileriniz bir dereceye kadar hala devam ediyor, öyle değil mi?
Belli konular çerçevesinde, aramızda bir uyum söz konusudur; lakin temel bazı noktalarda ayrışıyoruz. Şu an, İslami Amel Cephesi'nin mevcut kısımlarından biri de "Fecr Kuvvetleri Birliği"dir ki; bu birlik, Şeyh Fethi Yeken'in öncülük ettiği direnişin askeri kanadıdır. 2000 yılında Güney Lübnan'ın özgürleşmesinden sonra, Cemaat-i İslamiyye, Fecr Kuvvetleri'nin lağvedilmesini ve askeri çalışmaların nihayete erdirilmesini talep etmişti. Bu çerçevede, "Sünni Hareketlerin savunucusu olma" şiarıyla, Lübnan'ın iç kesimlerinde yoğunlaşmayı tercih ettiler. Ancak, bu süreçte Şeyh Fethi Yeken, cihat bayrağının yere indirilmesini kabul etmedi ve böylece Cemaat-i İslamiyye'den ayrıldı. Fecr Kuvvetleri de direnişi terk etme yoluna gitmediği için Üstad ile beraber hareket etti. Bu esnada, bizim Şii ya da bir başka mezhepten olduğumuza dair söylentiler çıktı. Evet, biz Şia Mezhebi'ni Müslümanların mezhebi olarak kabul ediyoruz; ancak bizler Sünni mezhebi üzerine doğduk ve bu mezhep üzerine yetiştik. Bu, bizim tercihimizdir ve bu tercihimizden de vazgeçmiyoruz... İslami Amel Cephesi'nin resmi olarak kuruluşu ise, Temmuz 2006 Savaşı'nın hemen sonrasındaki sürece denk gelmektedir.
Bugün İslami Amel Cephesi'nin iki ana hedefi vardır: Birincisi; İsrail düşmanı karşısında gösterilen direniş ve cihatta öncü rol oynayan kimliğini geri kazanmak. İkincisi ise, Hariri Hareketi'nin kırıp döktüğü yolu tekrar onarmak...
Şeyh Yusuf Harud: Fethi Yeken, hiçbir zaman mezhebi bir eğilim göstermedi. Kendisi hep ümmetin maslahatını gözetmiştir. O'nun gözünde cemaat yalnızca vesile idi; asıl gaye değildi. Ayrıca eğitim meselesi onun için en önemli meselelerden biri idi; bu yüzden, kendisi iyi bir eğitimci idi. Zaten, kendisi küçükten büyüğe herkesi yetiştirdi ve bizzat kendisi bu cemaati kurdu. Anlayışlarımızı, bakış açılarımızı, o tashih etti.
Ahmet Nabulsi: Üstadın "Keşke Kavmim Bilseydi" adlı bir kitabı var; orada birçok gerçeği açıklamaktadır. Bu kitap üstadın vefatından sonra yayımlandı. Şeyh, bu kitapta öyle sancılı noktalara değinmiştir ki; bu sebeple, kitabın ancak ölümünden sonra basılmasını istemiştir. Fethi Yeken, Cemaat-i İslamiyye'nin içerisinde iken, bazılarının gizlice Müstakbel Hareketi ile görüştüğünden haberdardı. Cemaati İslamiyye'nin ana kadrosunda bulunup da aynı esnada Müstakbel Hareketi'nden para alan birçok insan vardı. İşte bunlardan bahsediyor bu kitap... Dolayısıyla, üstad, bu çelişkiden dolayı ayrıldı Cemaat'ten...
İslami Amel Cephesi kurulurken, Fethi Yeken'in istediği şey, herkesin bir görüşte toplanması değil; farklı görüşteki insanların aynı çatı altında bir araya gelmesi idi.
Bir önceki ziyaretimizde, İslami Amel Cephesi hakkında, İmam Humeyni'nin kitaplarını okuttuğunuz gerekçesiyle Şiileştiğinize dair eleştiri ve ithamlar duymuştuk...
Bize bu suçlamayı yaptıkları zaman dedim ki, evime gelin; orada ne Şia'ya dair bir iz ne de İmam Humeyni'nin resmini bulabilirsiniz. Peki, mesele ne? Siz "İran'la beraber çalışıyorsunuz" dediler. Buna cevaben ben de "peki, Gazze Şii mi? Gazze de İran'la beraber çalışıyor" dedim.
Hâlbuki ortak noktamız Filistin meselesi olmalıdır. Filistin meselesi ile ilgilenen herkes ile ortak bir çabamızın olması gerekir.
Hasan Dimyati: Biz Hugo Chavez'i de destekliyoruz. O, sosyalist; ama İsrail Büyükelçisi'ni ülkesinden kovdu. Lakin, bizim "yeni Amerikancı Sünnilerimiz", cihadı terk ettikleri için bir utanç duymuyorlar. Eğer cihat şuurunu Şia sayesinde elde edebileceksek, hepimiz Şii'yiz o zaman.
Biz şunu daima söylüyoruz: Eğer biz bu işten kazanç sağlamak istesek, Suudi Arabistan bize her türlü yardımı verme noktasında hazır... Bu adım, bizim elimizde.
Ahmet Nabulsi: Biz bir şahıs, bir lider, bir grup ya da kişisel çıkarlarımız için mücadele etmiyoruz; yalnızca İslam için mücadele ediyoruz. Bu bizim sloganımız... Ancak bugün İslami çalışmalar yürüten diğer bazı gruplarda bu sloganın değiştiğini gözlemledik. Öyle ki bu gruplar, Suudi Arabistan'ın teşvikiyle Usame b. Ladin'e küfretmeye başladılar. Daha sonra da İran'a laf atmaya başladılar. 11 Eylül olayları ile ilgili son durumu öyle bir hale getirdiler ki, şu an İran, Hizbullah ve El-Kaide arasında bir bağlantı olduğunu iddia ediyorlar.
Bugün Irak'taki Şii-Sünni çatışmasını, Lübnan'da da tetiklemeye çalışan güçler var. Mesela daha uzun sakallı birini gördükleri zaman hemen El-Kaide'den olduğunuzu düşünüyorlar. Bizim arkadaşlarımızdan, El-Kaide suçlamasıyla hapse atılan on yedi kişi var. Suçlanan Sünnilerin çok büyük bir çoğunluğu da Müstakbel Hareketi'nden olmadıkları için bu suçlamaya muhatap oluyorlar.
Lübnan'da, gerçek El-Kaide, Müstakbel Hareketi'ni desteklemiyor; ancak, burada Suudi Arabistan destekli, Şii-Sünni meselesini çokça kurcalayan başka bir El-Kaide bürosu kuruldu. Bunların asıl El-Kaide olduğunu söyleyemeyiz.
Hasan Dimyati: İslami Amel Cephesi'nin şu an Lübnan'daki konumu ile ilgili sorunuza geri dönecek olursak... Bugün, İslami Amel Cephesi'ne mensup kurumlar, bütün Lübnan'da faal durumdadır. Trablus'ta Tevhid Hareketi; Beyrut'ta biz varız. Sayda'da ve tüm güney Lübnan'da ise Hacı Abdullah Tiryaki komutanlığındaki Fecr Kuvvetleri var. Biz bu şekilde birlikte hareket ettiğimiz için, Amerika'nın, İsrail'in ve yeni Sünnilerin oyunlarını çok açık bir şekilde okuyabiliyoruz ve her zaman tetikteyiz. Böylece Allah'ın rahmeti ve inayeti ile yanlış yapma yoluna gitmedik.
Burada siyasi bir karar alınacaksa eğer, bu karar ancak, merkezden çıkar. Hiç kimse Cephe'de henüz istişare edilmemiş bir konuda, tek bir söz bile söylemez. Bizim için de esas olan, İslam Şeriatı'dır. Ve biz, her zaman ümmetin maslahatını, şahsi maslahatlarımıza tercih ederiz. Bu durum, devlette bir göreve getirilsek bile değişmez.
Siyasi duruşumuzu ortaya koymak, düşüncemizi belirtmek, Cephe için en önemli meseledir. Bu noktada öyle bir çaba sarf ediyoruz ki, bazen Hizbullah'tan önce açıklama yaptığımız bile oluyor.
Tabii, Hizbullah ile aramızda, son dönemdeki tecrübelerimizden sonra büyük bir güven oluştu. Biz elde ettiğimiz stratejik sonuçları Hizbullah'la paylaşmaktan asla kaçınmayız. Çoğu kez de bu tespitler Hizbullah tarafından olumlu bulunup tatbik edilir. Diğer yandan, Hizbullah ile Sünni gruplar arasında köprü işlevi görüyoruz. Bu yüzden, biz Hizbullah'la aramızdaki ilişkiyi, onlara tabi olduğumuzun bir göstergesi olarak değil; bir ortaklık olarak addediyoruz. Bizi, hedef ve sorumluluklarımızın ortaklığı ile ümmetin üzerimizdeki hakkı bir araya getiriyor.
Anladığımız kadarıyla, Şii-Sünni ihtilafı sizin üzerinizden farklı bir çerçevede gündeme getiriliyor. Kısmen konuya yaklaşımınızı dile getirmiş olsanız da, ayrıntıya pek girmediniz. Lübnan'ın-ve son zamanlarda tüm Müslüman coğrafyaların- hassas konularından biri olan Şii-Sünni mevzuuna hangi kriterler çerçevesinde yaklaşıyor ve çözümler getiriyorsunuz?
Şeyh Yusuf Harud: Müslümanlar tek bir ümmettir. "Namazımız, kıblemiz birdir; kim bunun aksine hareket ederse bizden değildir." Daha yakın bir geçmişte, fıkhi mezhepler arasında çeşitli çatışmalar meydana geldi. Bizler, bunun tekrar etmesi taraftarı değiliz. İslam'da bir kaide vardır: "Allah'ın nezdinde din, İslam'dır." Allah'u Teâlâ, ahiret günü "mezhebin neydi?" diye sormayacak bizlere; bilakis "dinin nedir?" diye soracak. Müslümanların acilen bu mezhebi sarhoşluk halinden kurtulmaları gerekiyor.
Hasan Dimyati: Filistin, bu meselede bizim aramızda iletken rol oynayacaktır. Şii, Sufi, Selefi veya bunun dışındaki herhangi bir mezhepten birinden olsun; Filistin, işte bunların tümünün arasında iletken bir role sahiptir. Eğer herhangi bir mezhebe yaklaşmak, bu mezhebe katılmak ve onu güçlendirmek, Filistin'in özgürlüğüne katkı sağlıyor ise; o mezhebe mensup herkes, benim kardeşimdir. Ancak, bir kişi, Sünni ve Hanefi olduğunu iddia ediyor; ama aynı zamanda İsrail'e karşı düşmanlık duymuyor ve Filistin'in özgürleşmesini istemiyorsa, bu kişiyi bizden saymayız.
Birçok Sünni âlim, İslam'ın devlet dini olduğunu unutup çokça tavizler verdi. Fethi Yeken ise İslam'ın dünyanın kurtuluşu için tek yol olduğunu hep hatırında tuttu. Öyle ki, bir şey satın almak istediği zaman dahi, hep İslami ülkeleri tarafından üretilmiş malları arardı. Ben üstada "İslami Davetin Esasları" konulu bir araştırma sunmuştum. Birlikte İslami Amel Cephesi'nin iç yapılanmasından devletsel örgütlenmeye kadar birçok konuyu içerisinde barındıran bir çalışmayı hazırladık.
Ahmet Nabulsi: Fethi Yeken, Hariri ile gerçekleştirdiği ilk görüşmesinde kendisine üç noktada dikkatli olması gerektiğini söyledi. "Lübnan'da parlamentodaki en büyük kitleye sahip olan kişi, başbakandır; bu yüzden başbakanın, İslam'ın bayrağı olması gerekir. Bunu engellerseniz bile, biz bunu başka şekillerde gerçekleştireceğiz. Aynı zamanda bu başbakan, tüm İslam ülkeleri üzerinde derinlik sahibi ve ufku geniş olmalıdır." Tabii ki, Hariri bu düşüncelerin sadece kendisine uygun olan tarafını aldı; diğerlerini görmezden geldi. Böylece, Fethi Yeken'in kendisi için tehlikeli sayılabilecek görüşlerinden de haberdar oldu. Bu konuşmadan sonra Fethi Yeken, ne zamanki kürsüye çıkıp konuşma yapsa Hariri ortamı terk etmeye başladı.
Fethi Yeken, bulunduğu her ortamda, daima stratejik konuşmalar yapardı. Kendisinin "Temmuz 2006 Savaşı'ndan sonra bölgede Amerika'nın meşru projeleri çökmüştür" başlığında bir yazısı vardı. 2006'da askeri anlamda yenilgiye uğrayan Amerika'nın çok yakın bir süreçte, siyasi olarak da çöküntüye uğrayacağından söz ediyordu. Durumu iyi gözlemleyip ileriyi görebiliyordu. Mevlana'nın da dediği gibi, "Ariflerin kalpleri, bakanların göremediklerini görür." Nitekim, Amerika'nın bugünkü devrimlere destek vermesinden de anlayabiliyoruz durumun vahametini.
Bizim Ehli Sünnet'e mensup Müslümanlar olarak, içerisinde zulüm barındırmayan kuşatıcı bir anlayışa sahip olmamız lazım... Sünni bir âlim, ilk olarak, devletleşmeyi yöntem olarak benimsemeli ve bu konuda aşağılık psikolojisine kapılmamalıdır. Eğer hedef Allah'ın rızasını kazanmak olursa, bu, onun kesinlikle kazanacağının göstergesidir. Hz. Muhammed(s.a.v.) davetine bir adam, bir kadın ve iki çocukla başlamıştı. Ve Allah'ın yardımı ile tüm dünyayı etkileyecek bir davet gerçekleştirdi. Yesrib'e girdiğinde, "Tüm Yesrib halkı, bir ümmettir. Savaşı bizim savaşımız; barışı da bizim barışımızdır." dedi. Bunu söylediği zamanda, Yesrib'de Yahudiler ve Hıristiyanlar da vardı. Hz. Muhammed, stratejik dehası ile o grupların tamamını bir çatı altında toplamayı başardı. Tabii her şeyden önce Allah'a güvenmek gerekir. Bir insanın hedefi eğer maddi ise, onu elde etmesi mümkündür. Ancak eğer bir insanın hedefinde Allah rızası varsa, devlet kurmaktan aşağı bir hedef düşünmesi mümkün değildir. Biz o yüzden, "Ya Rabbi! Bize öyle bir devlet ver ki, bu devlet sayesinde İslam'ı ve Müslümanları izzetli kıl" diye dua ediyoruz.
Tabi bu devlet, yalnızca Lübnan'ı kapsayan bir devlet olamaz. Bu devlet, tüm İslam ümmetini kuşatan bir devlettir. Allah'u Teâlâ bize, Rabbanilerden olmamızı emretti. Rabbanilik, kapsayıcılık anlamına gelir. Bu yüzden biz, Türkiye'de, Avrupa'da ya da diğer bazı ülkelerde bizimle aynı fikri paylaşan, devlet fikri olan kardeşlerimizle görüştüğümüzde emellerimiz, umutlarımız daha da artıyor. Tabii ki, bazı ayrıntılarda ayrılığa düşmemiz mümkündür. Dualarımız, Allah'ın yardımcımız olması ve işlerimizi hayırlı kılması yönündedir... Çünkü Allah'ın hayırlı kılmadığı bir işte, asla başarılı olamayız. Bizim güneşi, resmiyle mukayese etmemiz mümkün değildir. Yalnızca temenni etmek, karamsarlığın bir parçasıdır. Temenni ile birlikte gayretin de olması gerekir.
Biz devletten bahsediyoruz. Ama devleti tanımlama noktasında hata da yapıyor olabiliriz. Bu ellerimiz çalışmak için yaratıldı. Eğer ellerimizi salih ameller işlemek için kullanmazsak; bu sefer "masiyet"te çalışmaya başlayacaktır. Allah'ın rızası ile yola çıkan her kimse için, önündeki engeller küçük ve önemsiz gelmeye başlar. Kim de Allah'ın rızasından uzaklaşmaya başlarsa çok küçük şeyler bile ona büyük engeller olarak görünecektir. Allah'u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Onlar unuttular; biz de onlara kendi nefislerini unutturduk."
Lübnan'daki Sünni grupları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hasan Dimyati: Müstakbel Hareketi'nin Lübnan'daki merkezleri fesat yuvalarıdır. Onlar bu merkezlerde insanları, Şia'ya ve direniş hareketlerine karşı kışkırtıyorlar. Hatta Müstakbel Hareketi'nden bazıları da "biz Siyonist Sünnileriz" diyorlar; şöyle ki: "Biz Siyonist İsrail'le anlaşırız; ama asla Hizbullah ile anlaşma yoluna gitmeyiz."
O halde, Sünni camiadan Müstakbel Hareketi'ni destekleyen gruplar nasıl çıkıyor?
Lübnan Sünni grupları, genellikle maddi imkânları olmayan gruplar... Hariri ailesi de bu gruplar için maddi destek sağlıyor. Bunlar da karşılaştıkları hiçbir şey karşısında seslerini yükseltemiyorlar.
Yani karşılıklı bir ilişki ve bilinç yoksunluğu mu söz konusu?
Ahmet Nabulsi: Maalesef dediğiniz gibi... Hariri, İsrail Beyrut'tan çekilirken ortaya çıkmıştır. Biz önceleri, onun adını "Suud asıllı, Lübnan'da yaşayan bir iş adamı" olarak duyardık. Daha sonra kurduğu bir şirket sayesinde, Lübnan'da yollar yapmaya başladı. Sabra-Şatilla olaylarından önce, bölgede direnişi bitirme üzerine anlaşma yaptılar. Daha sonra İsrail, bölgeye girdi ve Hariri'nin yardımı ile o bölgede bir silah bile kalmadı. Sonraları ise, bir anda Lübnan'ın temsilcisi olarak dünyayı gezmeye başladı.
Mesela burada "Murabitun Hareketi" vardı. Hariri, onu ve benzeri birçok yardımlaşma kurumunu bitirdi. Ya da mesela buranın çok değerli bir müftüsü olan Şeyh Hasan Halid'i öldürdüler. Daha sonra Hariri bütün bu işlerin başına geldi ve bizlere kurtarıcımız olarak sunuldu. Tabii para verdiği kişiler, toplumda sözü dinlenen insanlardı ve bunların hepsi onun elini öptüler. Biz onlara gittikleri yolun yanlışlığını anlattığımız zaman, bize, "Hariri'nin bize yaptığı iyilikleri sen mi yaptın?" diyorlar. Ben hâlâ söylüyorum: "Hariri bir hırsızdır, dolandırıcıdır."
Bugün bizi Şia'dan olmakla itham etmelerindeki sorun, Şia'nın Ehli Sünnet'e göre daha kötü olmasından kaynaklanmıyor. Bilakis, siyasi bir çekişmenin sonucu bu ithamlarla karşılaşıyoruz. Genel gidişatı değiştirecek bir şeyler söylediğinizde, hemen Şii olmakla suçlanabiliyorsunuz.
Biz Şia'ya her türlü saygıyı gösteriyoruz. Tabii ki ayrıntılar farklı olabilir; ama Allah'tan(c.c.) söz ettiğimiz zaman Şii ya da Sünni olarak inandığımız Allah, aynıdır. Biz şöyle düşünüyoruz: "Farklı olduğumuz ayrıntılar, her evin mahremidir. Eşlerden birinin bunu ifşa etmesi kabul edilemez." Ben karşımdakine saygı gösterdiğim kadar saygı görürüm. Eğer benim doğrum ile karşımdakinin doğrusu aynı değilse eğer; bu benim doğrumun hakikat olduğunu göstermez. Şu da var ki, Sünnilik, Şiilikten çok daha hızlı yayılmaya elverişlidir. Çünkü Ehli Sünnet, Şia'ya göre daha kolaydır. Mesela Mısır'ı Şiileştirmek isteseler bile, bunu böyle bir azınlıkla yapmaları mümkün değildir...
Ali Şeriati'nin "Kırmızı Şiizm-Siyah Şiizm" ayrımı çerçevesinde yaklaşıyorsunuz o zaman bu konuya...
Hasan Dimyati: Aslında biz kendimiz için şunu söyleyebiliriz: "Biz Hüseyni Sünnileriz." Zulme razı olmayız. Ama, bugün biz "hilafet ve imamet" tartışmalarını arkamızda bıraktık. Ve biz, şu anda "var olma savaşı" veriyoruz. Sebebi çok açık; çünkü İslam, yakın zamanda dünya dini olacaktır. Müslüman, bunun dışında hiçbir şeyle yetinmemelidir. Allah'ın vaadi inşallah gerçekleşecek ve Allah'ın kulları yeryüzüne hâkim olacaktır.
Bir söz vardır ya; "Eğer kendini yalnız hissedersen bil ki çok ilerlemişsin." Yine Hz. Ali'nin (r.a.) de bir sözü vardır: "Sayınız azaldığı için sakın korkuya kapılmayın." Bizim için azlardan olmak şereftir...
Bu yüzden Kuran'daki ayete dönüyoruz ve diyoruz ki: "Onların çoğu öncekilerden, azı da sonrakilerdendir."(Vakıa Suresi:13-14)
Bu konudan, Türkiye'ye bakışınıza geçmek istiyoruz. Türkiye'nin toplumsal ve siyasi anlamdaki gidişatını nasıl görüyorsunuz?
Şeyh Yusuf Harud: Biz Türkiye'ye hilafet yurdu olarak bakıyoruz. Bizim evimiz, onların evidir; onların evi de, bizim evimiz... Bizler, Siyonistlerden ötürü çok büyük yaralar aldık. Ancak, bizim nezdimizde, Filistin Hükümeti'nin düşmesi ve orada Siyonist işgal devletinin kurulması ile hilafetin elden gitmesi eşdeğerdir. Yahudilerin planı da buydu zaten. Önce hilafeti yok edip, sonra bölgeyi istila etmek... Abdülhamid de bu konuda büyük bedel ödemiştir; bu sebeple, O'ndan bölgenin satılması talep edildiği zaman, reddetmiştir. Tarih, üzeri tozlanmış olsa da asla unutulmayacaktır. Bir gün elbet her şey gün yüzüne çıkarılacaktır. Müslümanlar tek bir ümmettir; kendilerini seveni sevmeli, kendilerinden nefret edenden de nefret etmelidirler.
Düşünsel veya akidevi boyutlarda ya da örgütleşme noktasında mevcut olan bir takım çekişmeler ümmetin güçsüzleştirilmesi içindir. Bugün ilgilenmemiz gereken asıl mesele, mezhep ayrılıklarından doğan Müslümanlar arası uzaklaşmadır. Bizler, bugün Türkiye ve İran'ı Müslümanların sözcüsü olarak görüyoruz. Tabii Türkiye için, bunu hükümet bazında söyleyemeyiz; bu, halk için söylenebilecek bir sözdür. Biz, tarih ve coğrafi bakımdan birbirimizin devamı niteliğindeyiz.
Diğer yandan toplumsal gidişatı gençlerin durumu üzerinden değerlendiriyoruz. Önümüzde iki farklı kültür olduğunu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız; Doğu-İslam Kültürü ve Batı Kültürü... Gençlerimizde Batı kültürünün etkisinin çok fazla olduğuna şahit oluyoruz. Hatta bu kültür, öylesine yer etmiş ki, biz bugün Doğulu Müslüman ülkelerin "Batı İslamı"nı temsil eder hale geldiğini görüyoruz. Her birimizin Batı kültürünün etkisi karşısında tetikte olması gerekir. Tabi burada aileler olarak dönüp kendimize baktığımız zaman, çocuklarımızı yetiştirme hususunda da sorunlarımızın olduğunu görüyoruz. Okulların, gençlerimize ne verdiğini sorgulamamız gerek. Dünyevi iyileştirmelerden başka; İslam kültürü adına bir destek sağlayabiliyor mu acaba okullar? İşte Fethi Yeken'in önemsediği şey de buydu: 'Gençlerimize nasıl olur da İslam kültürünü aşılayabiliriz?' sorusunun cevabı. Çocuklarımıza sahip çıkamadığımız için, aslında düşman bizi vurmadan önce, biz kendi kendimizi bitirdik. Ayrılıklara düşüp, gruplara bölündük; bu yüzden gücümüzü kaybettik.
Bu sebeple, Türkiye ve diğer Müslüman coğrafyalarla sürekli irtibat halinde olmalıyız. Çünkü bugün Türkiye'yi etkileyen her hadise kısmi de olsa Arap ülkelerini de etkiliyor. Bugün gençlerin aklını çelen ve yanlış bir yol izlemelerine vesile olan kişilere karşı ortamı değiştirebilmek ve biraz olsun durumu düzeltebilmek için hep birlikte tetikte olmalıyız.
Hükümet bazında nasıl değerlendiriyorsunuz Türkiye'yi?
Hasan Dimyati: Bizler biliyoruz ki Türkiye ve işgalci hükümet arasında sözleşmeler ve anlaşmalar var. Belki bu anlaşmalar geçmiş bir zamanda gerçekleştirildi; ancak Türkiye'nin İsrail'e karşı aldığı tavır bizi mutlu etti. Zira İsrail'e yönelik her türlü yaptırım ve çalışma, dünyadaki tüm onur sahibi insanlar için bir gurur vesilesidir.
Tabii biz şunu da sorguluyoruz: Acaba bu karar ordu tarafından mı alındı; yoksa hükümet veya cumhurbaşkanı tarafından mı? Veya halkla birlikte mi bu karar alındı? Bunun arkasında ne var? Biz bu soruları önemsiyoruz.
Tüm bunlar olurken, bir yandan da "Füze Kalkanı" meselesi ile karşılaşıyoruz. Burada da şu iki soru arasında sıkışıp kalıyoruz: "Acaba bu füzeler, Suriye'ye veya İran'a yönelik bir saldırının habercisi mi?"; yoksa "bu kalkan, Türkiye'nin stratejik konumu itibariyle mi konuldu?"
O halde, bugün, Türkiye'ye doğru açılardan bakmak şart olmuştur. Bizler Türkiye'nin dünyada sahip olduğu ağırlığın farkında olmakla birlikte; birbiriyle çelişen iki farklı tutum içerisinde olmasını da anlayamıyoruz. Bir yandan İsrail Büyükelçisini kovma ve ilişkileri kesme yoluna giderken; diğer yandan da NATO'yla anlaşma yapıyor. Bu kadar zıt politikaların beraberce yürütülmesi de, "acaba bunu bölgedeki dengelerini korumak için mi"; yoksa "başka bir amaca matuf mu yapıyor" sorularını akla getiriyor.
Biz, Türkiye halkının İslam Hilafeti'nin bir uzantısı olduğunu unutamıyoruz. Osmanlı'nın torunları ile bir arada bulunmaktan onur duyuyoruz ve İsrail Devleti'ne karşı var olan düşmanlıklarından da iftihar ediyoruz.
Ahmet Nabulsi: Mavi Marmara'dan sonra bizler ve genel olarak Arap halkı, Türkiye, Suriye ve İran'ın İsrail'le savaşabileceği ihtimalinden bahseder olmuştuk. Ama bir anda Türkiye'nin ekseni değişti.
Hasan Dimyati: Türkiye Hükümeti, Amerikan politikalarıyla paralel politikalar yürüterek, halkıyla çelişiyor.
Ahmet Nabulsi: Bizim korkumuz şu ki, Suudi Arabistan menşeli hat, Türkiye ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkileri bozmaya çalışıyor. Türkiye eskiye nazaran hızlı bir değişim göstermiş olsa da, diğer yandan Türkiye'nin politikaları şüpheli bir görüntü arz ediyor.
Mesela TRT Arapça'nın görevlilerinden çoğunun Müslüman olması gerekirken; şu an çok büyük bir çoğunluğu Hıristiyanlardan oluşuyor. Neden Türkiye Hükümeti, gerçek Sünni Müslümanlarla işbirliği yaparak sağlıklı bir haber akışını sağlamıyor?
Diğer yandan, Recep Tayyip Erdoğan'ın Saad Hariri'yi Sünnilerin Lübnan'daki temsilcisi olarak tanımlayarak düştüğü hata aklıma geliyor. Üstelik Hariri'nin başkanı olduğu Müstakbel Hareketi de Ürdün, Suudi Arabistan İstihbaratı ve CIA ile sıkı çalışan bir örgüttür.
Bütün bu siyasi meseleleri okurken, Amerika ile mesafeleri kontrol etmek gerekir. Bunu kontrol etmeden, eğer sadece görüntüyü okumaya kalkarsak, fotoğrafın yalnızca bir kısmını görebiliriz.
Hasan Dimyati: Mesela, Suriye konusunda önemli olan bazı noktalar var. Gerçekten, bugün tarihi okumayan geleceği de gözlemleyemez. Bu manada, Suudi Arabistan'ın tarih boyunca sergilediği samimiyete bakmak gerekir. Bizler biliyoruz ki, Osmanlı Hilafeti'nin çöküşü noktasında zehirli hançer Suudi Arabistan'dı. Bugün, Suriye halkı haklarını talep etmeyi kesinlikle hak ediyor. Ancak bölgede bir değişim meydana geldiğinde, bu Suudi Arabistan'ın politikalarına yarayacaktır. Bu sebeple, Suudi Arabistan hattı, gerek Türkiye açısından gerekse de İslam ümmeti açısından zararlı bir hattır.
Suriye mevzuundan bahsetmişken; bu konuda neler düşünüyorsunuz? Sizce nasıl yaklaşmalıyız Suriye'deki gelişmelere?
Ahmet Nabulsi: 1981 senesinde Fethi Yeken Suriye'de tutuklandı ve çeşitli işkenceler gördü. Öyle ki işkence izleri, hâlâ yüzünde duruyordu. Buna rağmen, Fethi Yeken, maslahat gereği Suriye Hükümeti ile aralarında köprüler kurmaya devam etti. Çünkü bizim görüşümüze göre, İslam ümmetinin maslahatı, kişisel çıkarların üstündedir. Ve yine biliyoruz ki, Suriye birlikleri, Lübnan'a girdikleri zaman doğrudan bizlere savaş açtılar. Her iki taraftan da kayıplar vardı. Burada Emel Hareketi ve onunla birlikte birkaç sol partinin de desteği ile Suriye, Sünni gençlerimizi tutukladı. Bu gençlerimiz, Suriye'ye götürüldüler ve orada işkence gördüler. İlaveten; o süreçte her kim Suriye yönetiminin aleyhinde konuşursa, hemen hapse atılırdı. Bunların hepsine rağmen, bizler Suriyelilere karşı bir düşmanlık beslemedik. Çünkü İsrail, hepimizi öldürüyor.
Yine Suriye Ordusu, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Baas Partisi, Suriye Vatan Partisi, Suriye Komünist Partisi ve Trablus'taki Aleviler ile birlikte Tevhid Hareketi'ne saldırdı. Bütün işkencelere, saldırılara ve tutuklamalara rağmen; bu hareket gitti ve Suriye'yle görüştü. Daha sonra ortaya çıktı ki, Tevhid Hareketi'ne karşı yapılan saldırıları organize eden bu istihbarat örgütlerinin başında kendisini "adaletli ve Avrupalı" olarak tanımlayan Refik Hariri'yle anlaşmalı olanlar varmış. Sonuçta Beşşar Esed, onları hükümetten kovdu.
Ama dediğimiz gibi biz ilişkilerimizi sürdürdük ve sürdürüyoruz da. Zira bu onların iç meselesi ve bizler buna etki edecek konumda da değiliz. Bu durumda bu konuları konuşmanın bize ne gibi bir faydası olacaktır? Bizler yalnızca bu iç meselelerin bir an önce çözüme kavuşması taraftarıyız.
Hasan Dimyati: Bunların yanı sıra, ilk günden beri reformların en hızlı şekilde hayata geçirilmesi taraftarıyız. Ve zorbaca yapılan her türlü ameli kınıyoruz. Suriye'deki zorbalıklar, yalnızca bir alanda da toplanmıyor. Sonuç itibarı ile zorbalık tamamıyla, yanlıştır.
Diğer yandan, çeşitli kanallardan ve saldırgan pozisyondaki internet sitelerinden oluşan basın ordusu tarafından ortaya atılan haberlerin de, Suriye'de olan bitenleri çarpıtma amaçlı olduğu ortaya çıktı. Son olarak Hama Başsavcısı Dr. Adnan Bakkur'un da kaçırıldığı ve malum konuşmayı yapmaya zorlandığı aktarıldı.
Bir de şunu da ifade etmeliyiz ki, tüm dünya Suriye'de olan bitenlerle alakalı ayağa kalkarken; Bahreyn'de olanlarla ilgili kimseden bir ses duyamadık...
Bugün, Amerika'nın bu bölgede istediği şey, İsrail'le ilişki içerisinde olan demokratik yapılanmalar... Bunun dışındaki yönetimler onu tatmin etmiyor...
Ahmet Nabulsi: Yine birçok Arap devletinin ve kuruluşlarının, Gazze'de meydana gelen olaylara sesi çıkmazken; bir anda Suriye meselesinde yardımsever yapılara dönüşmelerini nasıl açıklayacağız?
Örneğin, geçmişte, El-Cezire'nın El-Arabiyya kanalının karşısında yer aldığını görüyorduk. Mesela El-Cezire, direniş örgütlerini desteklerken; El-Arabiyya, bu örgütlerin terörist olduğuna dair yayınlar yapıyordu. Ama bakıyoruz ki, Suriye olaylarında ortak bir dil tutturdular... Yine Mavi Marmara olayının akabinde Lübnan'da herkes Türk bayrağı taşıyordu. Hizbullah, geniş katılımı bir program düzenlemişti ve Seyyid Hasan Nasrallah, Erdoğan'a selam göndermişti. Tüm bunlar olurken, her şey güzeldi de, şimdi ne oldu; Türkiye neden aniden politika değişikliğine gitti?
Hasan Dimyati: Bizim Amerika ve İsrail ile olan savaşımız, asla geleneksel olarak süregelen bir savaş olmadı. Bilakis bu savaş, güvenlik ve teknoloji savaşı oldu. Amerika bir bölgeye girmeden önce fitne yayar ve kendisi için uygun ortamı hazırlar. Öyle ki bölgedeki mevcut hareketlerin bir an önce güçsüz düşmesi için tüm kaynaklarını kurutur. Suriye'de de aynı şeyi yaptı.
Bizler Müslümanlar olarak, bazen doğru olmayan şeyleri de doğru olarak görme yanlışına düşebiliriz. Böyle bir durumda kendimize ilkeler edinmemiz ve bunun üzerinden hareket etmemiz gerekir. Bunlardan biri olarak da Filistin'i sağımıza alalım. Solumuzda kalan her şey, düşmandır.
Her şeyin merkezine Filistin'i koymak bu kadar gerekli midir?
Kesinlikle gerekli... Neden? İsrail, İslam coğrafyasının her noktasında mevcut bulunan zalimlerin sembolüdür. Bunun son örneğini de Güney Sudan'da gördük...
Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz...
Biz teşekkür ederiz. Ziyaretinizden çok memnun kaldık. Tekrar görüşmeyi ümit ediyoruz.