55 yıl önce, Aralık-1963’de imzalanan Ankara Antlaşması’nın atmosferini hatırlayalım.
O zaman adı ‘Avrupa Ortak Pazarı’ olan, sonra ‘Avrupa Ekonomik Topluluğu’na dönüşen şimdilerdeki Avrupa Birliği'nin (AB) Türkiye ile imzaladığı üyelik antlaşmasının imza töreninde Başbakan İsmet İnönü, yaptığı konuşmada, özetle, ‘Biz bu antlaşmayı ekonomik hedefler için değil, 200 yıllık Batılılaşmak rüyamızın gerçekleşmesi hayaliyle imzalıyoruz’ diyordu.
Ama, bu üyelik bir türlü gerçekleşmeyecekti.
Çünkü, Avrupa kendisini güneybatısından, Endülüs’ten 8 asır; Balkanlar’dan, Macar ovalarına ve Viyana önlerine kadar 6 asır kadar sıkıştırmış bulunan bir ‘ayrı değerler dünyası’nın/ Müslüman dünyasının halklarını, ‘eşit üyeler’ olarak alacak olursa, kendi bünyesine bir ‘yabancı madde’ sokmuş olacağını düşünüyordu.
Bu halklar, ancak ‘hizmetçi- garson’ olarak, ağır ve pis işleri yapacak işçiler olabilirlerdi. Böylece AB halkları da, tarihî düşmanları olan Müslümanların öncü ülkesi Türkiye’yi yönetme zevkini tadacaklardı.
***
Ama Türkiye’de Müslüman halk kesimleri, ‘laik cendere’lerin ağır baskıları altında ve ekonomik yoksulluk içindeydi ve başka diyarlara işçi olarak gitmek üzere, -2. Dünya Savaşı’nda korkunç yıkımlara uğramış ve işgücü açığı bulunan- Avrupa’ya doğru yol alırken; kendilerini ‘elit/ seçkin kesim’ olarak gören ‘kemalist-laik’ler ise Avrupaî hayatın sosyete salonlarından yansıyan yaldızlı - ışıklı görüntülere ulaşmanın hayâli içindeydiler.
Avrupa’ya yüzbinler halinde ve işçi olarak akan kitlelerin meseleleri, 1965’lerde Meclis’te tartışılmak istendiğinde, zamanın Çalışma Bakanı, ‘Bu işçilerimizin Avrupa caddelerinde dolaşmaları bile bir faydadır’ diyor ve kendisinden 40 yıl öncelerde, ‘şapka giymenin adam olmak demek olduğunu’ söyleyecek kadar sığ düşünen liderlerinin yolundan gittiklerini sergilemiş oluyordu.
***
Türkiye’nin yönetici kadroları uzun yıllar Avrupa devletlerinin yöneticileri karşısında ‘N’olur, bizi de alın aranıza’ diye yalvardılar. Dahası, Müslüman halk, o ‘elit takımı’nın sığlığına ve uşak ruhluluğuna tepkisini yükseltirken, Türkiye’den hattâ başbakan ve cumhurbaşkanı seviyesinde nice isimler, Avrupa saraylarında, ‘Bizde yükselen İslâmî talepler engellenemezse, sadece bizim 200 yıllık mücadelemiz iflâs etmiş olmaz; siz Avrupalılar da bundan zarar görürsünüz’ diyorlar; aynı şekilde, kemalist-laik kişi ve kuruluşlar da Avrupa kamuoyunda benzer mesajlarla tehlike çanlarını çalıyorlardı. Kenan Evren, Ecevit, Mesut Yılmaz veTansu Çiller’in oralarda yaptıkları konuşmalar hatırlanmalıdır.
Süleyman Demirel de, Londra’da, İngiliz yetkililerine hitaben yaptığı konuşmada, ‘Arkadaş, bana iyi bak! Ben sizin Ortadoğu’daki jandarmanız değilim! Ben Avrupa’nın yüksek kültür ve medeniyet değerlerini taa Orta Asya’ya kadar taşımak misyonuna sahibim’ diyordu.
***
Evet, biz Müslüman bir halk ve ülke olarak, kendi içinden böylesine hançerlenen durumdaydık. Bütün askerî darbelerin temelinde de, Müslüman halkımızın kendi aslî değerlerine göre bir hayat kurmak idealine set çekmek, zincir vurmak vardı.
Avrupa dünyası ise, kendisini açıkça ortaya koyuyordu. Alman şansölyesi Helmut Kohl’ün ‘1992- Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılışında yaptığı konuşma bu konuda daha bir düşündürücüdür. O, gayet açık olarak, ‘Avrupa Birliği’ne üye olmak isteyenler bu kültür ve medeniyetin, Hristiyanlık değerlerinin ve kilise kulelerinin gölgesinde yeşerdiğini görmeli ve kabullenmelidirler.’ diyordu. Henüz, şimdilerdeki gibi açıkça ‘İslamofobia’nutukları çekilmeye başlanmamışken..
***
Bu açıdan bakıldığında, Tayyip Erdoğan’ın bugün Türkiye Cumhurbaşkanı olarak Avrupa başkentlerinde ve hele de son olarak Paris’te, Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’la görüşürken, medya önünde açıkça dile getirdiği, ‘Bizi Avrupa’ya alınız diye yalvaracak değiliz..’ sözünün ve bazı gazete medya mensuplarının onu açığa düşürmek isteyen sorularına karşı, ‘Karşınızda bunları yutacak birisi yok!’ diye bir şahsiyetli çıkış göstermesinin değeri anlaşılmalıdır.
stargazete