‘Bozulupdur bu cihan...’ karamsarlığına düşmeden

Selâhaddin Çakırgil

240 sene öncelerde vefat eden Osmanlı Sultanı 3. Mustafa’nın yazdığı bir dörtlük var. 

İnsan, o dörtlüğün -üstelik de o dönemin bir nev’i tarihçileri sayılan ‘vak’a nuvis’lerin ‘hadise yazıcılarının’Cihan Padişahı’ diye övgülere boğdukları- bir en üst sorumlu kişi tarafından yazıldığını görünce-, gidişatın nasıl neticeleneceğini de taa o zamandan tahmin edebilirdi, herhalde.. Şöyle deniliyordu: 

‘Bozulubdur bu cihan, sanma ki bizde düzele,

Devletî çarh dönüverdi kamû mubtezele

Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezer hep hezele

İşimiz kaldı hemân, merhamet-i Lemyezel’e..’

Bu dörtlükte, kısaca, ‘devlet çarkının da artık fâsid kişilerin eline geçtiği; saadet kapılarında, yüksek makamlarda bulunanların da aşağılık kimseler oldukları, işin artık ancak Allah’a kaldığı’ anlatılıyordu. Başında Padişah’ın bulunduğu bir sistemin geleceği hakkında nasıl bir ümid beslenilebilir? ‘Hayr umulur mu, böyle gecenin sabahından?.’

Nitekim  olmamış da..

***

Özellikle de son 300 yıl boyunca onlarca kavimden oluşan müslüman milletimizin içinden geçtiği zaman tünelinine baktığımızda, dünyada yıkılırken, yer yerinden oynarken, Osmanlı Padişahları, neredeyse sadece ellerindeki askerî güç ve zenginliklere güvenerek hükûmet etmeyi sürdürmüş, ama içinde yaşadıkları dünyayı okuyamamışlardı.

Hattâ bu 300 yıllık dönemi 500 yıl öncelere doğru da götürebiliriz. Çünkü, 500 yıl önce bugünlerde, Martin Luther’in estirdiği müthiş bir kasırgayla orta-batı Avrupa katolik ve ortodoks mezhebleri etrafındaki halklar birbirlerini korkunç şekilde doğrarken, ‘Magnifique’ (Muhteşem) diye anılan Kanûnî Süleyman da, elindeki onca güce rağmen, Avrupa’da, o güçle mütenasib şekilde etkili olamamıştı. Bugünkü dünyanın büyük askerî ve ekonomik güçlerinin kendilerini direkt olarak tehdit etmeyen dünya gelişmeleri için bile, nasıl uzun vâdeli proje ve planlar ve de entrikalar düzenledikleri düşünülürse, durum daha iyi anlaşılır.

Bu açıdan baktığımızda, son 300 yüzyıl içindeki en üst sorumlular arasında, en dikkate değer simânın 2. Abdulhamid olduğu görülür. Birçok yanlışları olsa bile, -ki, olacaktı elbette-, yaşadığı çağı ve dünyayı okumaktaki özelliği göze çarpıyor. 

Hattâ denilebilir ki, Yavuz Selim’den itibaren dünya müslümanlarının başkanlığını, halifeliğini üstlendikleri kabul edilen Osmanlı Padişahları’nın hemen hiçbirisinin, 2. Abdulhamid’e gelinceye kadar, o sıfat’ın gereklerine göre amel etmek dikkati içinde olmadıkları ve ancak onun, müslümanların ayakta kalabilmesi için neleri, nasıl yapmak gerektiği üzerinde, elindeki maddi ve manevî güç kaynaklarıyla çaba harcadığı görülüyor.

***

Onun için, emperyalist odakların içimizdeki uzantıları, ondan sonra iki Padişah daha geldiği halde, onları değil de hâlâ, vefatı üzerinden 100 yıl geçmekte olan 2. Abdulhamid’i karalamaya çalışıyorlar; onu korkak ve vehimler içinde olmakla suçluyorlar.

Halbuki, 600 yıllık bir koca bir devletin yıkılmakta olduğunu gören bir kimsenin derin endişelerinin ve hattâ vehimlerinin olmasında şaşılacak ne var?

2. Abdulhamid, o zaman dilimine bugünden bakınca, yapması gereklerin birçoğunu yine de yapmadığı, yapamadığı için suçlanabilir.

Ama onu o gün de, bugün de suçlayan ‘İttihadçı- kemalist-laik zihniyetliler’in, emperyalist odakların -bilerek veya bilmeyerek- uşaklığına soyunmuş kimseler oldukları görülür.

Emperyalist dünya, 2. Abdulhamid’den 100 yıl sonralarda, bugün de Tayyib Erdoğan’ı hedef tahtasına koydu ise kendi dünyaları aleyhine, müslüman dünyasından bir güç odağının dünya sahnesinde kendisini yeniden hissettirmeye başlamasındandır.

Çünkü, miladî- 2000’lerde sürünen bir ülkeyi bugün dünyanın en gelişmiş 20 ekonomisi arasına yükseltmeyi başaran ve emperyalist güç odaklarına ve onların BM, Dünya, Bankası, IMF, AB, NATO gibi kuruluşlarının ‘oldu-bitti’lerine teslim olmayan bir irade sözkonusu.. Hınçların sebebi bu..

stargazete