Geçen Pazartesi günkü yazımı Almanya eski başbakanlarından Helmut Schmidt’in şu sözleriyle bitirmiştim: “Sorun, bütün Hristiyan kiliselerinin Avrupalıları yüzyıllardır farklı dinlere -özellikle de Yahudiliğe ve İslam’a- düşman olarak yetiştirmelerinden kaynaklanıyor. (...) Bu dinlere karşı tepkisel bir içgüdü geliştirdik. Şimdi bazı idealistler hoşgörüye çağırıyor, ama bunun için birkaç yüzyıl geç kaldık.” (Hamburger Abendblatt, 24 Kasım 2004)
Birinci ve ikinci cümledeki tesbitlere -o “tepkisel içgüdü”den azade olan Avrupalıların da olduğu gerçeğini memnuniyetle kabul etmekle beraber- katılıyorum. Son cümledeki kötümserliği ise -anlamakla beraber- paylaşmak istemiyorum. İnsandan ümit kesilmez, çünkü onu yaratandan ümit kesilmez.
***
Batı Avrupalılar, Müslümanları da içeren multikültürel (çok kültürlü) toplumlar olmayı ciddi ciddi denediler. Bu yolda çok mesafe de kat ettiler. Bilhassa İkinci Cihan Harbi’nden sonra kurulan düzenin siyasi ve felsefi referanslarına, bahusus farklı din ve kültürlere hürmet şiarına -Faşizm ve Nazizm tecrübesinin bir daha asla yaşanmaması, bunun yanından bile geçilmemesi, riske girmemek için icabında yoğurdun üflenerek yenmesi gerektiği şuuruyla- atfedilen hayatî ehemmiyet ve bundan mütevellit ‘siyasi doğruculuk’ hassasiyeti, tarihten gelen ön yargıların ve husumetlerin kuvveden fiile çıkma imkânını büyük ölçüde ortadan kaldıran bir siyasi ve içtimai iklim oluşturarak, Müslümanların 1960’lı yıllardan 2000’li yılların başına kadar Batı Avrupa’da umumiyetle esenlik içinde yaşamalarını temin etti.
İslam savaşçısı olduklarını iddia eden hunhar teröristler ABD ve Avrupa ülkelerinde masum sivilleri hedef alalı beri bu durum değişiyor. “Fundamentalist” Müslümanlığa tepkiyle başlayan değişim süreci Müslümanları ve İslam’ın kendisini umumen tenkitle devam etti. Bu muamele ‘normalleştikçe’, İslam’a ve Müslümanlara terör meselesinden bağımsız olarak da yüklenmek, ‘Hıristiyan Avrupa’nın Müslümanlar tarafından istila edilip İslamlaştırılmasına karşı direnişe’ çağırmak kolaylaştı. Eskiden marjinal olan ve marjinalliğe mahkummuş gibi görünen ırkçı, yabancı düşmanı, İslam ve Müslüman aleyhtarı hareketlerin tesir sahası geniş kitlelere yayıldı ve o tür siyasi partiler artık iktidar kapısını zorluyor, hatta bazı yerlerde iktidara geldi bile. Bu öyle büyük bir meydan okuma ki, mutedil ‘merkez’ partileri de aşırı sağ ile rekabet edebilmek için ‘siyasi doğruculuk’tan uzaklaşma ihtiyacı hissedebiliyor. Farklı din ve kültürlere saygıyı -veya hoşgörüyü- icbar eden ‘siyasi doğruculuk’ hızla irtifa kaybederken, Batı Avrupa’daki Müslümanların huzuru bozuldukça bozuluyor. Böyle bir atmosferde aşırı sağcı terörün kaçınılmaz olarak tırmanması da cabası.
Gidişat iyi değil ve iyileşmesi çok zor görünüyor. Çok zor görünüyor, ama belki de çok kolaydır. Christchurch’teki terörist saldırı üzerine Müslümanlara birbirinden güzel jestlerle kayıtsız şartsız sahip çıkan Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in, sadece iki üç gün içinde, onu daha evvel hiç tanımayan İslam dünyasında sempati şampiyonu olması, Müslümanların Batı’ya bakışının menfiden müsbete dönmesinin mümkün olduğunu gösterdiği gibi, tersinin de mümkün olduğunu gösteriyor olsa gerek.
Batı Avrupa’da ve genel olarak Batı dünyasında, “İslamofobi” cereyanına kapılmayan ve bu cereyana direnen milyonlarca sağduyulu Hıristiyan yahut Yahudi yahut Agnostik yahut Deist yahut Ateist –-hâlâ- var. Müslümanların “hiç tartışmasız” Almanya’nın bir parçası olduğunu söyleyen ve aksini savunanlarla cedelleşen Angela Merkel gibi sağduyulu siyasetçiler, liderler de -hâlâ- var. Ne yazık ki biz, bazı söz ve davranışlarımızla, onların işini kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırıyoruz. Ve yine ne yazık ki şu da var: Onların işini kolaylaştırabilecek olan bazı söz ve davranışlarımız da Batı medyasında itibar görmediği için sadra şifa olamıyor.
Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?
Konuya başka bir yazıda devam edeceğiz inşaallah.