Osmanlı’nın artık tarih sahnesinden çekilme alâmetlerinin giderek yükseldiği 2. Meşrutiyet yıllarından, yani 100 yılı aşan bir süreden beri, dünyanın o günkü emperyalist güç odaklarının isimlendirmesiyle, Ortadoğu diye anılmaya başlanan coğrafya üzerindeki satranç bu gün de devam ediyor.
Bir farkla ki, o zaman bu coğrafyanın denkleminde henüz İsrail rejimi, sadece sionist yahudilerin ideolojik öncüsü sayılan Theodore Herzl’in ve onun takibçisi olan bir avuçluk sionist yahudilerin hayalinde vardı.
Kezâ, bu coğrafyada, bugün olduğu gibi, yığınla arab rejimleri de yoktu..
Evet, henüz 100 yıl öncesinde.. Müslümanlar bugüne göre coğrafî mânâda daha bir birlik
halindeydiler.. Onca sendelemelerine rağmen, yine de tek bir bayrak altında, Osmanlı Bayrağı altında yaşayıyorlardı.
Esasen, müslümanların 100 sene öncelerde, dünya üzerinde sadece iki devletleri vardı, birisi Osmanlı, diğeri İran..
İran’ın hâkimiyet alanı, daha çok da şia mezhebine dayalı bir genel düzenlemeyi esas aldığı için, Osmanlı’ya nisbetle daha küçük kalıyordu.
Dünyadaki düzenlemelerin çoğu gibi, Ortadoğu’daki düzenlemeleri de daha çok, anglo-sakson dünyasının asıl merkezi ve güç odağı olan İngiltere yapıyordu. Amerikan emperyalizmi de henüz Ortadoğu’ya da, dünyaya da bugünkü kadar açılmamıştı..
İngiliz stratejistleri Ortadoğu için, ‘müslüman dünyasının kalbidir, bu coğrafyanın kemeri, İran, Osmanlı ve Mısır’dır. Bu kemeri elinde tutan güç, dünya hakimiyetini de daha güçlü olarak eline geçirir de tutar..’ diyorlardı.
Mısır her ne kadar kağıt üzerinde Osmanlı’nın hâkimiyetinde gözükse de, fiilen 1880’lerden itibaren ingiliz kontrolüne girmişti. hatırlayalım..
*
Osmanlı, İran ve Mısır’ın da okumuş sınıfları, kendi kendilerine ‘münevver, ruşenfikr’ veya ‘aydın’ gibi yaftalar kullanan kesimleri, dünyalarını, dünyaya bakışlarını Avrupa’dan gelen rüzgarlara göre ayarlıyorlardı. Bu kesimler için o zamanlar söylenen, ‘mustağrib’ garbzede/ /Batı çarpılmışları’ gibi isimlendirmeler hiç de yanlış değildi..
Ziyâ Paşa’nın ünlü mısralarında denildiği üzere, ‘Mösyö-pardon diyerek eylersen feth-i kelâm.. / Denilir her sözüne aynı keramet gibidir..’ şeklinde, komik olmanın da ötesinde bir durum vardı ortada..
Karşılarına çıkan her mes’elede, ‘Acaba, ‘Duvel-i Muazzama’ (Büyük Devletler) ne der?’ mantığına göre çalışıyordu bu kesimlerin düşünce ve duygu organları..
*
Osmanlı’nın tarih sahnesinden atılmasından sonraki dönemde yaşanan büyük sosyo-psikolojik travma, müslüman toplumların yönetim mekanizmalarında bulunan kadroların hemen tamamını esir almış ve onları, emperyalistlerin köle ve uşakları durumuna düşürmüştü.
Osmanlı’nın merkez üssünü oluşturan ve artık, Türkiye adını alan coğrafya, anglofillerin, ingiliz muhiblerinin, ingilizseverlerin yönetimi ele geçirdiği bir coğrafya haline gelmişti.
İran da, Rıza Khan ve oğlu M. Rıza Şah’ın 57 yıl süren saltanatında ingilizlerin emrinde idi..
Yani, Ortadoğu’nun kemeri muhkem şekilde sıkılmıştı.
*
Emperyalist güçlerin bölük-pörçük ettiği Osmanlı coğrafyasının enkazı üzerinde de, çoğu arab devletçikleri halinde, onlarca ülke oluşturulmuş; ingiliz ve fransız subaylarınca, cedvelle çizilen sınırlar içine hapsedilen müslüman halkların herbirisinin başına, emperyalist dünyanın emellerine göre hareket eden liderler ve kadrolar kondurulmuştu. Onlar da, kalblerinin ve kafalarının kıblesi olarak gördükleri, bildikleri Avrupa’daki efendilerinin kendilerinden beklediklerini en iyi şekilde yerine getirmeye çalışıyorlardı. Bunların en cür’etkârının kim olduğunu ayrıca söylemeye gerek bile yok..
*
Müslüman halklar, hipnotize edildikleri bu derin narkoz dönemini biraz biraz atlatmaya başladılar. Bu da, inanç ve fikirlerinin, sosyal bünyelere yansıması için yapılan ve tabiatiyle siyasî mahiyeti olan çalışmalara da yansıyacaktı elbette.. Nitekim, özellikle de 1970’lerden itibaren daha bir yükselen bu çabaların, acı tadlı nice merhaleleri olsa da, semeresiz değildi.
Türkiye’de 1970’lerden itibaren siyasî platformda yerini alan ve temel nitelikleri müslüman olan kitlelerin, ‘Kör dünyanın göbeğine.. Hak yol İslam yazacağız.’ gibi ve heyecandan boğazları düğümlenerek okudukları marşlar, bir yerleri etkiliyordu…
Üniversitelerdeki varlıklarının sayıları ve etkileri yüzde 3-5 olarak bile gösterilmeyen ve kendi fikrî dünyalarını ve ülkelerini inançlarına göre tanzim etmek isteyen genç insanlar, yine de nice bedeller ödeyerek ilerliyorlardı.. Elbette tökezlemeler, yanlışlar, korkular, makam ve dünyaperestlik eğilimlerinin saptırmalarıyla yolda dökülenler de oluyordu, ama, bu arada düşülen hatalardan, yanlışlardan ders almayı da öğreniyordu müslümanlar ve doğru olduğuna inandıkları değerler uğrunda çile çekmeyi, acı cekmeyi cana minnet biliyordardı. Herbirisinin zihninde ve yüreğinde, Anadolu müslümanlarının içerden uğradığı ihanet kadrolarına bir hınç vardı. Ama, yarım asrı aşan ağır bir baskı, hafakan dönemi de müslümanları yıldırmak yerine daha bir içten içe hınçlı hale getiriyordu.
*
Bu yolda, 1960’lı yılların sonundan itibaren yükselen çabalar, sosyo-politik ortama Millî Nizam, Millî Selamet, Refah ve Fazilet gibi partileri şekillendirmişti..
Tabiatiyle, bu hususta daha önce yaşanmamış tecrübeler, acemîlikler, heyecanı önceleyen tavırlar tabloyu etkiliyordu ve ayrıca, siyasî iktidarı mevcud kanunlar yoluyla ele geçirmek imkanı çooook uzaklarda gözüküyordu.
Buna rağmen, kemalist-laik rejim kendisini bu hareketlerden tehdid altında gördüğü için, Millî Nizam, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi’yle; Millî Selamet, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi’yle; Refah, 28 Şubat 1997 Askerî Darbesiyle, ve Fazilet de, 28 Şubat’ın uzantısı olan darbeci subayların entrikalarıyla kapatılıyor ve her kapatılıştan bir ders çıkarılıyor ve her ders çıkarışla da halkın kendi doğrularını kendi sosyal hayatına hâkim kılma mücadelesi daha bir ivme kazanıyordu..
*
Hatırlayalım, AK Parti dahi, geçmiş tecrübelerden ders alarak daha usturuplu yöntemler geliştirdiği halde, sosyo ekonomik yapısı çökmüş Türkiye’nin siyaset sahnesinde, beklenmedik bir sur’atle kitle partisi durumuna gelip, iktidara tek başına geçince.. İslamcı bir söylemi dillendirmediği ve dillendirse bile, kendisine oy veren herkes tarafından kabul edilmiyeceğini bilerek olanca dikkatini göstermesine rağmen, Meclis’de, MHP ile birlikte 411 m.vekilinin aldığı karardan dolayı, üstelik de 5 yıldır Hükûmet’te olan bir parti olarak, derhal kapatma davasıyla karşılaşmış ve Anayasa Mahkemesi’nde yapılan yargılamadan, 6’ya karşı 5, bir oyla faarkıyla kapatılmaktan son anda kurtulabilmişti..
Ama, bütün bu engeller, bizim hareketimize devamlı yeni ivmeler de kazandırmıştır, kayıplar değil.. Bardağın boş tarafına değil, dolu tarafına bakılırsa, bunun bizim halet-i ruhiyemize yansıması da farklı olur..
*
Son 7 Haziran seçimlerinde alınan sonuçlar da böyle değerlendirilmelidir. Çünkü, yüzde 41’lik oy nisbetiyle, halkın teveccühüne lâyık bir hareket olmak, hiç de küçümsenmemesi gereken bir durumdur. Çünkü, AK Parti, elbette ekonomi, kalkınma ve sağlık alanında yaptığı hizmetleriyle de halkın desteğini kazanmıştır, ama, bu hareketin liderinin şahsiyetine damgasını vuran itiqadî veya ideolojik kimliğinin bilinmesinden dolayı, asıl teveccüh ve güven, o kimliğedir ve o açıdan bakıldığında, elde edilen rakam, hiç de küçümsenecek bir rakam değildir..
Hattâ, 20-25 sene öncelerde bile hayal edilemiyen bir rakamdır, yüzde 41’lik bir destek..
Çünkü, kendisine en yakın partiden yüzde 16 daha fazla oyla birinci partidir..
Elmayla armutları toplayanlar, yüzde 59, ona karşı deseler bile o gibi iddiaların bir değeri yoktur. Çünkü, yüzde 59, bugün de görüldüğü üzere, birbiriyle bir araya gelip Hükûmet kuracak bir durumda değildir.. Herbirisi ayrı tellerden çalıyor.. Aynı olsalardı, zaten tek parti olarak girerlerdi, seçime ve o zaman söylem ve iddialarında haklı olurlardı.
*
Ama, üzerinde asıl durulması gereken husus, 7 Haziran seçimlerinin dünyadaki yansımalarıdır.
Dünyadaki çoğu müslüman çevreler, AK Parti’nin 13 yıllık bir iktidar sürecinden sonra yenildiğini sanarak üzülmüşler ve ama, gerçek tabloyu görünce teselli bulmuşlardır.
Emperyalist odaklar ve onların yerli ve dış merkezlerdeki yardakçıları ise, hâlâ, bir yenilgiden söz ederek, müslüman kitlelere bir umutsuzluk aşılamaya çalışmaktadırlar. Onlar kendi başarısızlıklarını göstermek yerine, AK Parti’nin tökezlemesini büyüterek, kendi tarafdarlarını umutlandırmak istemekte, yalan ve yanlış bilgilendirmelerle toplumu umutsuzluğa sevketmeye çalışmaktadırlar..
Seçimlerden sonra ortaya çıkan tablodan dolayı bütün emperyalist dünyanın nasıl memnun olduğuna, hele İsrail rejiminin makam ve medya organlarının sevinçlerine bakılırsa, durum daha iyi anlaşılır.
*
Hatırlayalım ki, İsrail rejiminin yarı resmî sözcüsü durumundaki Jerusalem Post, ‘Erdoğan için kötü, İsrail için iyi..’ başlığını kullanmıştı, seçim sonuçları için.. Davos’ta Tayyib Erdoğan’ın hışımlı konuşmasının muhatabı olan İsrail’in eski c.başkanı Şimon Perez ’bu seçim sonucu İsrail için olumlu, ben mutlu oldum’ demişti..
Diğer gazetelerin manşetlerinde de, ‘Erdoğan kaybetti, artık rahatız’ deniliyordu. Yorumlarda ise, “Ama, bu yetmez” deyip, ’laikler onu al-aşağı ederse, İsrail o zaman, Türkiye ilişkilerinden umutlanabilir’ diyorlardı. Ki, İsrail rejiminin medyası ve makamları, emperyalist dünyanın en rafine bir özetini yansıtıyordu..
Halbuki, hukukî şekil açısından, seçime giren, Tayyib Erdoğan bile değildi, AK Parti idi.. ama, emperyalist dünyanın gözünde, asıl bertaraf edilmesi gerekli görülen isim, AK Parti değil, Tayyib Erdoğan idi.
Tayyîb Erdoğan, bir insan olarak elbette hata yapmak hakkına da sahibdir.. Ama, gerek ülke içinde ve gerekse dışardaki bütün laik güçlerin ülkemizdeki baş hasmı bugün, Tayyib Erdoğan ise, ona beslenen düşmanlık, onun yanlışlarından dolayı değil, onun şahsiyetinin temel kimliğinden dolayı.. Bunun üzerinde insaf ile, vicdanlıca düşünmek gerekir.
O halde, karamsar da olmadan, gururlanmadan da; son 100 yıllık mücadelemizinin kat’ettiği mesafelerin nelere mal olduğunu unutmadan, yolcu yolunda gerek diye kervanımız yoluna devam etmelidir.. Bizi tedirgin etmesi gereken husus, seçim tökezlemesi değil, şahsiyet tökezlemeleri olmalıdır. 100 yıldır yüzükoyun kapaklana kapaklana gelmişken, bugünlerdeki bir tökezletme, geçmiş acıları, sıkıntıları, badireleri hatırlamayanlar açısından hüzünlendirici olsa bile, yarınlarda daha çetin imtihanlara hazırlanması gerekenler açısından önemli değildir.
dirilişpostası