Bu konuda son yazım olması, aksini yapmam hususunda mecbur edilmemem ümidiyle…
Sadece olaylara bakıp içyüzünü ve arka planını önemsemeyen Müslümanlar açısından tasvip edilemeyecek, karşı çıkılıp düzeltilecek bir durum vardır. İki hoca, kamuoyu önünde birbirleriyle çok da kibar olmayan şekilde tartışıyorlar. Tarih boyunca tümüyle uzlaşılmamış olan ve günümüzde de hararetle tartışılan “hadis ve sünnet” konusunda. Unutulan iki şey var bu hususun arka planının anlaşılmasında. 1- Durup dururken birinin diğerine saldırması, saldırırken, her türlü hakareti yapması, câhil, hâin, saptırıcı ve kâfir diye itham etmesi ve bu saldırılarını tam on gün boyunca her gün sürdürmesi. Benim 5 bin arkadaşım ve sırada bekleyen 2 bin ilavesiyle 7 bin kişiden bir tek kişinin (beni savunmasın, ondan vazgeçtik), Kur’an’ı öne çıkaran fikirlerimizi ve Kur’an’a dayanan inancımızı bu on gün içinde müdafaa eden kimsenin çıkmaması (sadece o arkadaşın derslerine katılan, bu tartışmadan sonra dersleri ve onunla ilişkisini kesen), bu vesile ile isminden haberdar olduğum Ahmet Tayfun Öztütüniş adlı kardeşe, benim tekfir edilmeme karşı çıkıp bazı görüşlerimi savunduğu için teşekkür ediyorum. Konuyu ben sayfama taşıdığımda da girişte açıkça belirttiğim ve “ikimizi aynı kategoriye koyup ‘niye tartışıyorsunuz’ diye, akıl vermeye kalkmayın” diye uyarıp gerekçesini de açıkladığım halde; yaklaşık on kişiden 8’inin hırsızı bırakıp sadece beni veya hırsızın suç ortağı kabul edilerek onunla yanlış yapma yönüyle eşit görerek hırsızla birlikte ev sahibini de suçlamasıyla karşılaştım. Mümkün, çevremdeki arkadaşların bir kısmı facebook’a girmiyordur, girenlerin de önemli bir kesimi bana saldıran kimsenin sayfasına girmiyordur. Girmediği için de bu konudan haberi olmamıştır. Benim yazımdan sonra da konuyu yine tam anlamamıştır. Anlayanlar da meselenin içyüzüne vâkıf olamamıştır, benim uyarımı okurken tam o esnâda uyuklamıştır (gözünü sevdiğim te’vil, sen olmasan biz ne yapardık?). İçimiz onaylamıyorsa bile, bu şekilde hüsn-i zannımızı zorlayalım ve bütün arkadaşların bu durumda olduğunu varsayalım ve kimse, kimsenin görüşlerini desteklemek zorunda değil, hocam dedikleri sevdiklerini söyledikleri şahıs da olsa…” diye düşünenlere hak verelim. Peki, yüzde yüz haklı olsa ve diğeri tarihî düşmanlığı hortlatsa da mı? Hakkı savunması gerekmez mi? diye bu ortamda sormamış olalım. Çevremizdeki insanlar desteklemiyorsa bile, hiç olmazsa suçlamasın diyeceksiniz; o zaman da face’in varlık gerekçesi dışına çıkmış olursunuz. Face, bizim mahallenin kullanması şekliyle Müslümanların mesajını yok etmek, çoğunlukla haklı olmayan eleştiri ve suçlamalar yapıp yazı sahibi ile yorumcular arasında varsa dostluğun yok olmasına, insanların ukelâlaşmasına, kabalaşmasına, nefsini öne çıkarıp karşıdakini yere vurmaya çalışmasına hizmet ediyor. Bu yönüyle büyük hizmetleri(!) var. Şeytan facebooktan razı olsun; oluyordur da. Ben de zoraki sabretmeye çalışıyorum. Mümkün, böyle çirkin sataşmalar ve bu sataşmalara cevap vermede yanımda kimsenin olmamasına kızarak face’i 3 talâkla boşarım. Eğer bazılarına faydalı oluyorsam, bırakınca vebali, benden değil, çevremdeki insanlardan sorulur.
Biz, lâ ilâhe illâllah deyip Kur’an’da zikredilen iman esaslarını kabul eden, namazını edâ edip herhangi bir âyeti veya hükmünü net şekilde inkâr etmeyen kim olursa, mezhepli veya mezhepsiz olsun, hangi mezhebe bağlı bulunursa bulunsun biz onu mü’min kabul ederiz. Hataları olsa da onu dışlamayız. Kardeşçe ilişkiye çalışırız. Ancak, bu tavrı bize karşı uygulamayan, bize iftira atan, bizi hadis inkârcısı, hâin, kâfir ilân edip özellikle bunu sosyal medya üzerinden gündeme getiren kesimlere kısasa kısas değilse bile, tavrımızı koyarız. Bir yüzüne tokat vurulunca öteki yüzünü çevirmenin İslâmî ahlâk olmadığını ve zâlimin zulmüne katkıda bulunmak olduğunu değerlendiririz. Bu tür haddini aşmış kimselere; iftira atmadan, tekfir etmeden hak ettikleri cevabı vermeye çalışırız. Bütün mü’minlere, özellikle muvahhid kardeşlere dostluğun gereği olarak elimizi uzatırız. Ama karşımızdaki el yumruk şeklinde bize dönüyorsa, fitneye sebep olmadan hak ettikleri tavrı gösteririz. Affetmek daha iyi değil midir? Bireysel olarak şahsımıza karşı işlenmiş bir suç varsa, affeder geçeriz. Ama toplum içinde yapılan ve inancımızdan dolayı bize, yani inancımıza saldırı olduğunda susma hakkımızın olmadığını düşünürüz ve suç hangi araçlarla ve nerede işlenmişse o şekilde ve orada cevaplamamız gerektiğini biliriz. Başkalarını da ifsad ettiğine şâhid olduğumuz durumlarda, sessiz kalmanın hem topluma ve hem de suçu işleyene karşı zulüm anlamına geldiğini düşünürüz. Toplumun ifsadına seyirci kalmanın topluma karşı büyük zulüm olduğu gibi; önemli suç işleyen kişileri affettiğimizde, onun benzer suçları işlemeye devam edeceğini büyük ihtimalle biliyorsak, onun suçlarını sürdürmesine katkıda bulunmuş oluruz ki, bu da o şahsa karşı zulüm demektir. Rabbim, hem kendi şerefimizi korumaya çalışmayıp nefsimize karşı zulüm işlemekten ve hem de muhataplarımıza karşı zulüm işlemekten bizi muhâfaza eylesin.
Bu girişten sonra, bizi takip eden bazıları, selefi geçinen bir medrese hocasıyla bizim tartışmamıza şahit oldular. Bu konuya açıklık getirmek istiyorum.
1. Bu hoca arkadaşla yüz yüze tanışmıyoruz. Daha önce benim yazdığım sayfama yorumlar yazdı; başlangıçta destekler tarzda, sonra, giderek dozunu artıracak şekilde eleştirel tarzda. Ne zaman, benim kendi grubunun, mezhebinin görüşlerine aynen katılmadığıma şâhit oldu, o andan itibaren tavır almaya başladı. Bu tavır, giderek itham ve iftiralara kadar ulaştı.
2. Bu sefer 22 Eylül’de durup dururken, beni kast eden çok ağır bir yazı yazdı. Yazdığı metinde, isim vermemiş olsa da, tümüyle ve hatta sırasıyla benim sözlerime, benim yazdıklarıma yönelik suçlamalar yazdı. Sitesini takip eden kimseler benden bahsedildiğinin farkındaydılar.
3. Aynı yazıya yorum yapan bir arkadaş, bu görüşlerin Ahmed Kalkan’a ait olduğunu, ama onun hakkında o hocanın yazdığı bazı ifadelerin gerçeği yansıtmadığını ve diğer tekfir ettiği kişilerden onu ayırıp onu tekfir etmemesi gerektiğini, kendisinin de A. Kalkan’la benzer şekilde düşündüğünü belirtti. Bu arkadaşla tanışmıyoruz, onun derslerine devam eden birisi. Hocaya: “A. Kalkan’ı da mı tekfir ediyorsun?” diye ısrarla sormasına rağmen, “hayır, o bir mü’mindir” dedirtemedi. “Ben derslerimde bahsettim, sen derslerime geldiysen onun hakkındaki hükmümü bilmiş olmalısın” diyerek tekfir ettiğini tekrar dolaylı şekilde itiraf etti. Bana verdiği cevapta, müslümana ve hatta delikanlı bir insana yakışmayacak şekilde, benden hiç bahsetmediğini, benim ismimin yazısında hiç geçmediğini iddia edebildi. Hatta, yavuz hırsızın ev sahibini bastırması şeklinde; “ben onun ismini vermedim, yarası varmış ki gocunuyor. Üzerine aldığına göre demek kendisi…” diyebiliyor. 22 Eylül’deki bahse konu olan ve yazı sahibinin kesinlikle ben Ahmed Kalkan’ın isminden hiç bahsetmedim. Yarası varmış ki gocunuyor.” dediği yazıyı (benim silmem gerektiği halde, benim sayfama girip beni sildiğini belirtip suç bastırmaya kalktığı için, hâlâ sayfasında durup durmadığını bilmediğim, o gün kopyalayıp tuttuğum) facebook’tan aynen kopyalıyorum:
Ahmet Tayfun Öztütüniş Bu cümleleri kuran, Tevhid ehli hocalarımızdan Ahmet Kalkan hocadır.
Ahmet Tayfun Öztütüniş Kur'an korunmuştur evet. Lakin hadisler korunmuş mudur Fikrettin Koç hocam? Hadislerin korunmuş olmadığını söylemek hadis inkarcılığı mıdır? Bu cümleleri kuran ahmet hocayı, islamoğlu okuyan yada bayındır gibi kâfirler ile aynı kefeye koyabilir miyiz? Müsait olduğunuzda cevabınızı bekliyorum hocam...
Fikrettin Koç Cevap, yaptığım son usulu fıkıh derslerinde mevcut
Ahmet Tayfun Öztütüniş Fikrettin Koç hocam ben usulü fıkıh derslerinizi takip ediyorum zaten...
Ahmet Tayfun Öztütüniş Ahmet kalkan hoca gibi hadislerin korunmuş olmadığını düşünüyorum hocam. Doğru olanda budur... Ve bu düşünce ne ahmet hocayı nede beni islam dairesinden çıkarmaz.
Ahmet Tayfun Öztütüniş Ve bizi hadis inkarcısıda yapmamalı... Hadislerin korunmuş olması düşüncesi tasavvuf dinine mensup olanların düşüncesidir. Malûm onlar her hadis denilen rivayetleri kullanır... Yani bana kalırsa bir yanlış anlaşılma var hocam.
Fikrettin Koç Anladım. Demekki sen usulu fıkıh derslerinden işine geleni alıyorsun gelmeyeni almıyorsun. Hadisler korunmuştur. Aynen Kur’anın korunduğu gibi. Zira Kur’anın hamiliğini yapanla, sahih hadisleri getirenler aynı sahabelerdir. Bunu reddeden kişi ya Cahildir yada hain.
Ahmet Tayfun Öztütüniş Korunmuş olan hadisler muhaddislerin elemesinden sonraki hadislermi hocam? Bu hadislere uygulanan usül Kur'an ayetlerinede uygulanmış mı?! Birçok zayıf kategorisinde bulunan hadis gibi, Kur'an ayetlerindede Zayıf bulunanlar olmuş mu?! Nasıl oluyorda Kur'an Ayetleri ile Rivayetleri eşit tutabiliyoruz?
Ahmet Tayfun Öztütüniş Sahih hadisler demişsiniz. Sahih hadis inkarı mı var Ahmet kalkan hocanın? Hani aynı kaynaktan geldiği inkarını yapmıyorki. Bende yapmıyorum.
Ahmet Tayfun Öztütüniş Benim tanıdığım kadarı ile ahmet hoca aklını vahyin önüne geçiren biri değil. Yani diğer saydığınız sapıklar ile bir tutulamaz öyle değilmi? Yoksa benmi yanlış biliyorum?
Fikrettin Koç Ahmet Tayfun Öztütüniş Kardeşim, ben bir akide ve inanç tenkidi yapıyorum. Ne senin nede Ahmet hocanın şahsi akidesi beni ilgilendirir. Ayrıca elbette sahih hadis diyeceğim, zayıf yada mevzu hadisler korunmuştur demek için câhil olmak lazım.
Ahmet Tayfun Öztütüniş Vallahi hocam sizide ahmet hocayıda Allah için seviyorum. Ve ikinizinde doğru istikamette olduğuna inanıyorum...
Fikrettin Koç Ahmet Tayfun Öztütüniş Yahu Ahmetcim, nedir bu ikide bir Ahmet hoca, Ahmet hoca. Ben sana ne diyorum? Benim meselem isim ve şahıslar değil. Benim meselem inanç ve akide şeklidir.
Fikrettin Koç Neden ortaya illede bir isim atıyorsunuz ve onun üzerinden tartışma yapmaya devam ediyorsunuz. Konu şahıslar değil... Konu sapkın akide biçimidir. Meseleyi uzatmakta fayda yok. Ben, Kur’an ve sahih bile olsa hadisi akidede baz almam diyen kişi, sapkın akide sahibidir, velev ki babamda olsa.
4. Bu arkadaş ve aynı çizgide benim akidemin bozuk olduğunu iddia eden selefi geçinen kesim, kendi inançlarını sergiliyorlar. Onların inançları, beni ve benim gibileri suçlamalarını gerektiriyor. Suçlamakla da yetinmeyip düşmanca tavır almayı. Neden mi? Selefî olduğunu iddia ediyorsan, ilk üç nesilden özellikle ehl-i hadis denilen selef âlimlerini taklit etmek, o eski âlimlerin dini en doğru anladıklarını kabul edip o âlimlerin yolunu sürdürmek bu arkadaşların akîde ve din anlayışları. O eski âlimler Kur’an inancını merkeze alan, hadis rivayetlerinin Kur’an’a arzdilmesi gerektiğini, mütevâtir hadis dışında hadis sahih de olsa hiçbir rivâyetin akaidde delil olamayacağı, hadis rivayetlerini Kur’an ayetleriyle eşit görüp hepsine vahiy demeyen âlimlere nasıl düşmanca tavır takınıp onları nasıl suçlayıp hakaret ettilerse, aynı yolu izlemeyi din ve akîde kabul eden bu şahısları suçlamaktan ziyade, bu suçları fazilet diye gören din anlayışlarını, yani selefîliği sorgulamak ve suçlamak gerekiyor. Onlar Kur’an’ın inanç esaslarını ve Kur’an merkezli din anlayışlarını ağır şekilde suçlarlarken, biz en azından kendi inancımızı savunmazsak, hem kendimize, hem inancımıza haksızlık etmiş ve o suçlayan kimseleri düzeltmeye çalışmadığımızdan onlara karşı da görevimizi yapmamış oluruz.
5. Şu sözler, bahsi geçen yazıda onun benim için uygun gördüğü sözlerden bazıları: “BİZDEN GÖRDÜĞÜMÜZ İNSANLAR, RESMEN GENÇLİĞİ ZEHİRLİYOR.” “ZİRA, TEVHİT EHLİ DİYE BİLİNEN BİR KİŞİ ÇIKMIŞ DİYOR Kİ: KUR’AN KORUNMUŞTUR, HADİS VE SÜNNET KORUNMAMIŞTIR.” “BİZİM İÇİN DELİL, KUR’AN VE SÜNNETTİR, KUR’AN VE HADİS DEĞİLDİR” (DİYOR). BUNUN GEREKÇELERİNİDE SAÇMA İZAHLARLA YAPMAYA ÇALIŞIYOR.” “TEVHİD EHLİ DİYE BİLİNEN KİŞİ… SAÇMA İZAHLARLA GEREKÇELER SUNUYOR” “SONRADA TEVHİTTEN TAĞUTTAN BAHSEDİYOR. İSLÂMİ MÜCADELEDE KARDEŞLER OLMAKTAN BAHSEDİYOR.”
1. Üç-beş gün değil, tam on gün devamlı, her gün bir veya birkaç yazı yazarak ismimi vermese de, okuyucuların ekserisinin benim kast edildiğimi anlayacağı şekilde, anlamayanların da yorumlarda ismim verilerek benden bahsedildiği açıkça ifade edilmesi üzerine, hakkımda tartışmaya katılan hoca tarafından “hayır, ondan bahsetmiyorum, Ahmed Kalkan’ı kasdetmedim” demediği bir yazıda benim hakkımda ithamlarını, iftiralarını, hakaret ve tekfirlerini sürdürdü. Sonra, yazısını erkekçe kabulleneceğine, “ben onun isminden hiç bahsetmedim. Yarası var ki gocunuyor” diye kendi yazısını bile savunamayacak ve kaç defa ismimi kendisinin bile yazdığını inkâr ederek cevap verdi. Benim, kendi anlayışına ters gelen görüşlerime cevaplar verirken, “bu görüşleri kabul etmeyen hâindir, bunu kabul etmeyen kâfirdir” ifadelerini kullanmaktan çekinmedi. Üç-beş gün sabrettim, belki hatasını kabul eder, bana bir açıklama yapar veya vazgeçer diye bekledim. Bırakın bana bir açıklama göndermeyi, ya da itham ettiği hususları hafifletmeyi, yine isim vermeden hakaret ve tekfirlerini on gün süre ile devam ettirdi.
2. Sükût ikrardan sayılır, sessiz kalmak bu suçlamaları kabul etmek anlamına gelir. “Hakkını aramayan, hem hakkını hem şerefini kaybeder” sözü gereği cevap verme zaruretini hissettim.
3. Özür dileyeceği yerde, daha bir ağzını bozmaya başladı.
4. Şimdi, bu tartışmanın buralara gelmesinin arka planını irdelemenin zamanı geldiğini düşünüyorum. Şahsî hiçbir problemimiz olmadığı halde, durup dururken böyle ağzını bozarak ağır hakaretler ve tekfir ederek saldırmasının arka planında şahsî husumetlerimiz olsa idi; bu şekilde halka yansımazdı. Bu kavga, inançlar arası ve tarihsel çerçevesi olan ve bu arkadaşların da o tarihî tavırları din kabul ettiklerinden dolayı sürdürmek zorunda hissettikleri bir kavga. Ve kavgayı o başlattı, sosyal medyada yaptı. Ben de cevap vermek zorunda kaldım. Bizim çevreden bazı arkadaşlar da: “niye böyle sosyal medyada tartışıyorsunuz, bu tavır her ikinize de yakışmıyor” cinsinden onun saldırganlığına karşı benim kendimi ve inancımı müdafaa etmemi aynı kategoride ele aldı. Önce, bizim çevredeki arkadaşların veya kendisini selefîliğe nispet etmeyenlerin bilmesi gereken ilk husus; bu sıradan ve günümüzde ortaya çıkan ve iki kişi ile sınırlı bir ihtilâf ve kavga değil. Bu tartışmanın arkasında farklı din anlayışlarımız yatıyor. Ben, onların farklı din anlayışlarının, onların tekfir edilmeyi hak edecek boyutta olmadığını hüsn-i zannımla değerlendiriyorum. Ama, onlar, tarihteki selefleri gibi, aynı yaklaşımı göstermiyorlar. Şöyle ki;
5. Biz, Kur’an’da bahsedilen iman esaslarını savunuyoruz. Peygamberimizin sünnetini baş tacı ediyoruz. Kur’an’ın beyanı, açıklaması ve onun hayata tatbiki anlamındaki sünnetini kabul etmemeyi küfür kabul ediyoruz. Kur’an’ın Rasulullah’a iman etmemizi istemekle birlikte, O’na itaat etmemizi ve O’nu örnek almazı da emrettiğini biliyoruz. Hiçbir mü’minin Peygamberimizin bir emri olduğunda ona muhâlefet etme, Peygamberimizin emrini ve tavsiyesini beğenmeme, başka görüş ve sözü onun görüş ve sözüne tercih etme hakkının bulunmadığına inanıyoruz. Peygamberimizi kendi adına uydurulan sözlerden tenzih ediyor; çok sayıda zayıf ve uydurma rivayetlerin sağlamasını yapmak üzere Kur’an’a arzetmeyi savunuyoruz. Rabbimizin, anlaşılacak şekilde kolaylaştırdığı Kitabını ölçü kabul ediyor, ona uymayan hurâfeleri, bid’atleri ve uydurma rivayetleri dinin içine koymamaya çalışıyoruz. Bu anlayışımız, bu yaklaşımımız bazılarını rahatsız ediyor. Daha önce bu çizgiyi savunan Ebû Hanife’ye ve benzerlerine şiddetle saldıran ehl-i hadis diye bilinen kimselerin izini takip etmeyi din gibi gördüklerinden aynı şekilde o çizgiyi savunanlara benzer muâmeleyi yapmaya çalışıyorlar. Eski âlimlerin bu yanlışlarını bırakın yanlış görmeyi, din kabul ettiklerinden aynı tavrı güncelleştirmeye çalışıyorlar. Kur’an’a uymayan din anlayışına, uydurma ve zayıf rivayetlere tavır almaları gerekirken; onlara tavır aldığımız için bize tavır alıyorlar. Bizim çizgimiz net: Kur’an’ın kabul etmediği herhangi bir şeyi, özellikle Kur’an’a ters düşüyorsa, kabul etmiyoruz. Kur’an’ı, aynı zamanda hakem ve ölçü olarak görüyoruz. Hadisleri Kur’an’a arzetmeyi tercih ediyor, Peygamberimizin Kur’an’a ters düşmeyeceğini, Kur’an’da belirtilen Allah’ın hükmüne muhâlif ve muğâyir bir kelime bile sarf etmeyeceğini savunuyoruz. Eğer hadis diye Peygamberimizin Kur’an’a ters bir şey söylediği aktarılırsa, Kur’an’a arz edip Kur’an onaylamıyorsa o sözü biz de almıyoruz.
6. Bu arkadaşlar ve savundukları çizgi için, “Kur’an ve Sünnet yolu” deseler de, daha önceki âlimlerin görüşlerini merkeze alıyorlar. Kur’an ve Sünnete onların gözüyle bakıyorlar. Onlar ne yapmış, hangi görüşü savunmuş ve hangi usûlü takip etmişse o görüşleri bu zamana ve bu yerlere taşıyorlar. Böyle yaparak âlimlere karşı saygılarını göstermiş olacaklarını ve bunu yapmanın da dinin bir görevi olduğunu iddia ediyorlar. Dini, uydurma rivâyetlerle karışmış olan Arap örfü, âdeti ve kültürüyle harmanlayıp ilk üç neslin anlayışıyla sınırlandırıyorlar. İctihada, yeni görüş ve fetvalara tümüyle kapalı, aynı çizgideki eski âlimleri tekrar eden, onların o gün benimsedikleri yorumu dinleştiriyor ve o anlayışın dışında doğru bir din anlayışı olacağına ihtimal vermiyorlar. Kendi anlayışlarını da bir yorum olarak değil; dinin esası olarak görüyor ve başkalarının da böyle inanması gerektiğini Müslüman olmaları için şart kabul ediyorlar.
7. Dinin temel kaynağının Kur’an ve Sünnet olduğunu söyleseler de, sıralamayı tersine çeviriyorlar. Sünnet ve Kur’an şeklinde ikinci sıradakini birinci sıraya getiriyorlar. Bununla da yetinmeyip hadisle sünneti aynı kabul edip hadis rivayetlerini Kur’an’a öncelikleyen bir din anlayışı oluşturdular. Bununla da yetinmeyip her türlü hadis rivayetini mahfuz/korunmuş kabul ederek, Kur’an gibi vahy olduğunu, sadece namazlarda okunamayacağını, aralarındaki farkın bu olduğunu vurguladılar. Hadisleri merkeze alıp Kur’an ayetlerini te’vil eden bir anlayış sergilediler. Nasıl olsa, hadisler de vahiy diyerek, hadis rivayetlerinden akîde oluşturdular. Bunları kabul etmediğimiz için bizi düşman kabul ettiler, bize savaş açtılar; hain dediler, câhil dediler, kâfir dediler.
8. Doğru kabul ettiği dinin teferruatı (ayrıntıları) ile ilgili hususları, bir yorum, bir ictihad olarak değil; dinin kendisi olarak görmenin getirdiği sıkıntı ve problemler bunlar. Ama, bu da arkadaşın kendisine ait bir tercih değil; tüm selefi geçinen insanların tavrı böyledir, takip ettikleri yol, bu tavrı gerektirmektedir. Beni de suçlu gibi görüp nasihat etmeye kalkan arkadaşların dikkat etmediği, görmezden geldiği şu ifadeleri tekrar dikkatinize sunmuş olayım: “KARDEŞİM, BEN AKİDEMİ VE İNANCIMI PAYLAŞMAKLA MÜKELLEFİM. BUNUN İÇİNDE NE BEDEL ÖDENECEKSE ÖDEMEYE HAZIRIM.” “AYNI AKİDEDE DEĞİLİZ Kİ. NASIL BU DÂVÂDA KARDEŞLER OLACAĞIZ?” KARDEŞİM, BEN BİR AKİDE VE İNANÇ TENKİDİ YAPIYORUM.” Arkadaşlar, bu kavganın akîde kavgası olduğunu, selefîliğin tarihteki saldırganlığının kendisini selefîliğe nispet edenlerin inançları icabı onları taklit ederek bugüne taşıma mecburiyeti hissetmelerinden kaynaklandığını bilmiyorlar.
9. Bu tavrı niye takındılar? Takınmak zorundalar. Çünkü din anlayışları bunu emrediyor. Başka bir şey yapmaları, kendi din tasavvurlarına ters düşer. Onların takip ettiği çizgi, bizim takip ettiğimiz çizgiye tarih boyunca hep saldırmış; bunu din kabul etmiş. Bunlar da o inancı (akideyi) benimsediklerinden ve bu akîde Kur’an’ı savunan çizgiye saldırmayı da dinleştirdiğinden bunu yapıyorlar. Bu tezi, onların yollarını takip etmeyi din kabul ettikleri selef ulemasının Ebû Hanife’ye karşı tavırlarıyla bu söylediklerimi rahat ve kolayca ispatlayabilirim. Ebû Hanife konusunu yazının biraz ilerisine bırakmak üzere, onların inancını bizim penceremizden ortaya koyalım.
Selefî Geçinenlerin Akideleri
Kuran, bize hidayeti eksik bildirmiştir. Kur’an’ın hidâyet olması hadis diye iddia edilen rivâyetlerle tamamlanmadığı müddetçe Kur’an kişiyi dalâletten/sapıklıktan çıkaramaz. Kur’an’da Allah’ın bahsettiği iman esasları kişinin kurtuluşu için yeterli değildir. Bir mü’min, Kuranda bahsedilenlerle iman etse, onun imanı eksik olur, o Kur’an’daki tüm esaslara iman etse bile, sapıklıktan kurtulup hidâyete ulaşamaz. Ancak, hadislerde belirtilen Mehdi’ye de, Hz. İsa’nın 2000 seneden daha fazla zamandır yaşadığına ve gökten ineceğine de inanmadan hidâyete eremez. Bunlar da yetmez. Kur’an’daki zina cezasına da inanmaması gerekir. Çünkü zinanın hükmünü, evli-bekâr ayırt etmeksizin Kur’an, yüz sopa olarak emreder; Bunun geçerli olmadığına inanılmalıdır. Dahası, insanların dalâletten kurtulması için Kur’an’da mevcut olmayan recim âyetinin de Kur’an’dan olduğuna inanması, yani bugün elimizdeki Kur’an’ın eksik olduğuna da inanması gerekir. Bu da yetmez; bazı âyetlerin Kur’an’da formalite olarak durduğunu, bunlarla hükmedilmemesi gerektiğine, bunların hükmünün kaldırıldığına, nesh olduğuna da inanması gerekir. Kur’an’ı da anlamaya kalkmaması da gerekir. Hadisler de vahiydir, onları okusun. Kur’an anlaşılmaz, ama hadisler anlaşılır; aralarındaki bir fark da budur. Hadis derken; içinde sahihi de, zayıfı da olan, mütevatir olmayan, hadis diye kabul edilen rivâyetlerden bahsediyoruz. Onlar herkesçe anlaşılır. “Senin ilmin ne? Hadisi sen anlayamazsın” demez hiçbir selefi; ama Kur’an’ı Allah anlaşılır şekilde indirememiş, kullarının anlayamayacağı bir Kitaptan onları sorumlu tutmuş(!) Kurtuluşa ermek isteyen, Kur’an yerine hadislere uysun; nasıl olsa o da vahiydir, eşittir. Allah, “Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık” diye tekrar tekrar desin (54/Kamer, 17, 22, 32, 40); önemli değil; 12 ilmi yutmadıysanız Kur’an’ı anlayamazsınız, hadisleri de Kur’an’a arzedemezsiniz. Kur’an’ı ancak selef ulemâsı anlar diyeceksiniz. Onlar anlar ancak Allah’ın kitabını. Siz ise, kendi kitabınız kabul etseniz de, aslında âlimlerin kitabı olan, onların anlayacağı şekilde indirilen kitabı, onların açıklamasıyla, onların anladığı gibi anlamak zorundasınız. Haddinizi bilen, medrese eğitimi bile almamış kimseler kalkıp Kur’an’ı anlamaya kalkıyor. Hele büyük sapıklık göstererek hadisleri Kur’an’a arzediyor. Kur’an’a kimsenin sözü arzedilmez. Hadisleri arzedecekseniz, sadece İmam Buhâri’ye ve onun gibi muhaddislere arzedebilirsiniz. Onlar gösterir, hadisin sahih olup olmadığını; Kur’an nereden tespit etsin hadisin uydurmasını, zayıfını, sahihini. Kur’an tespit etse bile Kur’an’a böyle soramazsın, siz ne anlarsınız Kur’an’a danışmaktan. Oturun oturduğunuz yerde. Allah’ın Hidâyet ermek ve sapıklıktan kurtulmak için bir mü’minin hadisleri Kur’an’a arzetme, Kur’an’ı hakem ve Furkan kabul etme suçlarını(!) kesinkes işlememesi şarttır. Bu kadarla da bitmez; yine sapıklıktan, akaidi bozuk olmaktan kurtulmak için; hadislerin Kur’an gibi korunmuş olduğuna inanması gerekir. Hadislerin Kur’an gibi vahiy olduğunu, sadece namazda kıraat edilmemesi yönüyle âyetlerden farkı olduğunu, başka hiçbir farkı olmadığını kabul etmeyen kimse de dalâletten kurtulamaz, akaidi bozuktur. “Kur’an, mü’minler için (huden ve buşrâ) bir hidayet rehberi ve bir müjdedir.” (27/Neml, 2) dese de, insanları dalâletten kurtarıp hidâyete ulaştıran Kur’an değildir; içinde zayıfı, uydurması da olan hadis rivâyetleridir. Allah’ın kitabı, eğer hadis rivayetleriyle takviye olmazsa insanları sapıklıktan kurtarmaya yeterli değildir. Allah’ın Kur’an’da istediği şekilde iman etmek, insanın akaidini düzeltmez, insanı sapıklıktan kurtarmaz. Hadis rivayetlerine ulaşamayan veya Kur’an’ın ifadesiyle zannın haktan bir şeyi içermediği için imanını Kur’an’a göre belirleyen kimsenin akaidi bozuktur, o kimse sapıktır. Beni açık açık tekfir etmekten çekinmeyen Konya’daki medrese hocası gibilere göre ise (bak, ben de isim vermedim!), hâindir, kâfirdir.
Selefîlerin Yolunu Tâkip Ettikleri ve Bunu Dinin Görevi Olarak Bildikleri Âlimlerin Ebû Hanife Hakkında Görüşleri
Daha önce, facebookta yazdığım âlimlerin eleştirilerinin özetini, biraz daha sistematik şekilde tekrar hatırlatayım:
MUHAMMED BİN İDRİS EŞ-ŞÂFİÎ (İMAM ŞÂFİÎ): "Ebu Hanife'nin reyini sihirbazın ipine benzetiyorum. Şöyle çekersen sarı, böyle çekersen yeşil gelir."; “Ebu Hanife, Kur’an ve Hadis câhilidir.”; “Yazdığı kitapların yarısından çoğu Kitap ve Sünnete muhaliftir.”
MÂLİK BİN ENES (İMAM MÂLİK): "Dinde hile yaptı" der. Ebu Hanife'nin, eline kılıç alıp bu ümmete karşı savaşmasının, kıyas ve reyi onlar arasında yaymasından daha ehven olacağını söyler. İbn Adiyy’in naklettiğine göre; İmam Mâlik, “Ebu Hanife beldenizde anılıyor mu?” diye sorduğunda "evet" cevabı alınca; “O beldede durulmaması gerekir” diyor.
İMAM AHMED BİN HANBEL: “Ehl-i Re’yden, Ebû Hanife ve ashâbından hadis rivayet olunmaz.” Derdi. Ona göre, Ebu Hanife'nin meclisinde bulunmak bile bir cerh sebebidir.
BUHÂRÎ: Ebû Hanife’yi cerh etmiş, hiçbir hadisini kitabına almamıştır. “Ebû Hanife, mürciedendir. Re’y ve hadisi terk edilir. Buhari’nin, "Sahih"inde zaman zaman "bazı insanlar dediler ki" diye başlayarak üstü kapalı bir biçimde Ebu Hanife'yi ve onun görüşlerini tenkid ettiği bilinmektedir.
MÜSLİM BİN HACCAC (İMAM MÜSLİM): "Ebu Hanife, rey sahibidir. Hadisi muztaribdir ve fazla sahih hadisi yoktur.” der ve Ebû Hanife’yi cerheder, hiçbir hadisini kitabına almaz.
NESÂÎ: O da Ebû Hanife'yi cerhedenlerdendir. Nesâî, Ebu Hanife hakkında şöyle der: "Hadiste kuvvetli değildir. Rivayeti az olmasına rağmen hata ve galatı çoktur."
EVZAÎ: “Biz onu, kendisine bir hadis ulaştığı halde başka bir görüşle hadise muhalefet ettiğinden dolayı kınıyoruz."
SÜFYÂN-I SEVRÎ: Süfyân, Ebû Hanife’nin ölüm haberini alınca; "Elhamdülillah!” diyor ve ilâve ediyor: “O İslâm’ı ilmek ilmek çözen birisiydi. İslâm’da ondan daha uğursuz biri doğmamıştır." Ebu Hanife'yi iki veya üç kere tevbeye dâvet ettiğini söyler.
KADI ŞERİK: Şerik'e sorulur. Ebu Hanife'yi neden dolayı tevbeye davet ettiniz? Şerik'in cevabı kesindir: "Küfürden." Yine, Şerik şöyle der: "Kûfe'nin dört bir tarafında içki satıcısı olmak oralarda Ebu Hanife'nin kavliyle konuşan birinin bulunmasından daha hayırlıdır"
İBN EBÎ ŞEYBE: Buhârî’nin naklettiğine göre o, Ebû Hanife hakkında şöyle demiştir: "Onun bir Yahudi olduğu kanaatindeyim"
EBÛ ZUR’A ER-RÂZÎ: Ebû Hanife, cehmiyye’ye şiddetle karşı çıktığı halde; onu cehmiyyeden sayar ve hadis konusunda zayıf olduğunu söyler.
İBN KUTEYBE: Ebu Hanife ve talebelerini Mürcie'ye mensub kimseler arasında sayan İbn Kuteybe, bunların da içinde yer aldığı rey ehlini "mazeretsiz olarak Kur'an'a ve Resulüllahın sünnetine muhalefet” ile suçlar.
UKAYLÎ: Ebû Hanife’yi yalancı, hadis ve reyine güvenilmez, sahtekâr, zaman zaman küfre düşen bir insan olarak takdim etmiştir.
HAMMÂD BİN SELEME: "Ebû Hanife bir şeytandı. Resulullah’ın (s.a.s.) hadislerini alır, ama re’yi ile reddederdi."
VEKÎ’: İmam Şâfii’nin hocası Vekî’ şöyle der: “Ebû Hanife, Hasen b. Salih'i kasdederek: "Annesiyle nikâhlansa bile imanı Cebrail'in imam gibidir" dedi. Bundan sonra Şerîk, onun ve ashabının şehadetini kabul etmedi. Sevrî ise ölene kadar onunla konuşmadı."
İBN EBÎ DÂVUD: “Ebu Hanife'yi kötüleme konusunda ulemanın icmâı vardır.” (Ne kolay icmâ var diye iddia edebiliyorlar!) “Çünkü Basra'nın imamı Eyyüb es-Sahtiyânî, Kûfe'nin imamı Sevrî, Hicaz'ın imamı Mâlik, Mısır'ın imamı Leys b. Sa'd, Şam'ın imamı Evzâî, Horasan'ın imamı Abdullah b. Mübarek onun aleyhinde konuşmuşlardır.”
İBN HIBBÂN: Ebu Hanife'ye yönelik ithamlarını şu şekilde maddeleştirebiliriz:
Hadis bilgisi zayıf, rivayet ettiği 130 hadisin 120’sinde hata etmiş,
200 civarında hadis rivayet etti. Bunlardan sadece dördünde isabet etti. Geri kalanların ya isnadını karıştırdı ya da metnini değiştirdi" (İtham ettiği iki maddedeki ifadenin birbirleriyle çeliştiğine dikkat)
Mürcie'den ve ircaya davet ediyor,
Küfürden iki defa tevbeye davet edildi. (Sevrî'den naklen),
Kur'an mahlûktur diyor,
Bu ümmetin fitnecisi (Sevrî’den naklen),
Muhammed’in (s.a.s.) dinini değiştiren,
Hz. Peygamberin bir hadisine hezeyan, başka bir hadisine hurâfe diyen,
Domuz eti yiyen bir kimse hakkında ne dersin? diye soran birisine: “Bir şey gerekmez” diyen,
Allah'a yakınlık maksadıyla bir katıra ibâdet eden kimsenin bu davranışında bir beis görmeyen kişi olarak Ebû Hanife’ye ithamlarda bulunuyor.
İBN ADİYY: Hz. Peygamber'i rüyasında gören bir şahıs, Ebu Hanife'den hadis alınıp alınamayacağını soruyor. Hz. Peygamber "alınmaz" diyor.
Ebu Hanife birisine, "size rivayet ettiklerimin hepsi hata" diyor.
Fadl b. Dükeyn, "doğuda ve batıda hayırla yadedilen hiçbir fakih yoktur ki Ebu Hanife meclisini ayıplamamış olsun" diyor.
Ebu Hanife'nin işe yarar hadisleri olmakla beraber; genel olarak rivayetleri, galat, tashif, sened ve metinlerde ziyadeler, raviler arasında tashiflerle doludur. On küsur hadisi dışında, rivayetlerinin tamamı gayrı sahihtir.
EBÛ NUAYM EL-İSFEHÂNÎ: “Kur'an'ın mahlûk olduğunu söyledi. Bu rezil sözünden dolayı birçok defa tevbeye davet edildi. Hatası ve evhamı çok birisidir.”
HATÎB BAĞDÂDÎ: “Bir kısmı dini asıllara, bir kısmı furuata ait olan birçok çirkin işlerden dolayı (bu imamlar), onun (Ebu Hanife) hakkında çok şey söylemişlerdir.”
CÜVEYNÎ: Ebû Hanife için: “Kendisi saptığı gibi, başkalarını da saptırdı.” Ebu Hanife'nin nazarının (re’yinin) çoğunun; Kur'an, Sünnet, âsâr ve icma-ı ümmete muhâlif olduğunu söyler.
GAZÂLÎ: “Ebu Hanife'ye gelince o, müçtehit değildir. Çünkü lügat (Arapça) bilmiyordu. O, hadisleri de bilmiyordu. Bu yüzden zayıf hadisleri kabul edecek, sahihleri reddedecek derecede cüretkârdı. Bizatihi anlayış sahibi biri de değildi, fakat akıllı geçinirdi.”
Yukarıdaki ehl-i hadis âlimlerin yanında; Beyhakî, Darekutnî, İbnü'l-Cevzî, Ca'fer b. Muhammed es-Sâdık, İbn Ebî Hatim er-Râzî, Fahreddin Râzî ve kısmen Nâsıruddîn el-Elbânî gibi selefi geçinenlerin izinden gitmeye çalıştıkları Ebû Hanife’ye muhâliflikte aşırı gidenlerdendir. Yukarıdaki âlimlerin bu görüşlerinin kaynakları için bkz. Ahmed Kalkan’ın facebook sayfasındaki “Ebû Hanife’ye Ehl-i Hadis Âlimlerin Düşmanlığı” adlı 2. Yazının sonundaki dipnotlar ve D.İ.B. yayınlarından, Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu adlı kitabının 219-322 sayfaları.
Bu yazılardan sonra, insanın aklına şöyle sorular geliyor:
1- Ebu Hanife’ye cephe alan düzen ve âlimler, onun siyasi tevhid anlayışına, hadis rivayetlerini Kur’an’a arz etmesine, sahih kabul edilse bile Kur’an’a ters düşen hadis rivayetleriyle hüküm vermeyip kıyası, re’yi o rivayetlere tercih etmesi gibi sebeplerle ona düşmanlık yapmışlar. Günümüzde de benzer çizgiyi savunan kesimlere düzenin ve âlim geçinenlerin düşman olması da aynı gerekçelere dayandığı için tarih tekrar ediyor denilebilir mi?
2- Birbirine zıt iki çizgiden birini seçmek zorunda isek ve hakkın tarafını tutmamız gerekiyorsa, ya Ebu Hanife’nin yolunu izlemek veya onun düşmanlarının yolunu kabul etmekten birini tercih etmek, birbirine zıt her iki tarafı da aynı derece doğru kabul etmenin mümkün olmadığını kabullenmek zorunda değil miyiz?
3- Ebu Hanife’ye yukarıda söz söyleyen âlimler doğru söylüyorlar ise, Ebû Hanife hiç sevilecek bir âlim değil. O zaman onun mezhebi ve Ehl-i Sünnet de bu yargıdan pay alır ve Hanefilik ve Ehl-i Sünnet, İslâmî özellikten tümüyle uzak kabul edilmiş olmaz mı?
4- Yukarıda isimleri ve sözleri zikredilen çok sayıdaki âlimin sözleri doğru değil, yalan ve iftira ise, Ebu Hanife’ye şeytan demek, onun lânetli olduğunu ileri sürmek, dalâlet ehli veya kâfir demek çok büyük bir bühtan ve itham ise; imam kabul edilen büyük bir İslâm âlimine yalan, hakaret ve iftira ile saldıran âlim denilen bu şahıslara nasıl ve ne kadar güvenilebilir? Yalan söyleyen, gıybet eden, iftira atan, tadlil ve tekfir eden kimselerin din hakkındaki hükümlerine ve hadis konusundaki titizliklerine ne kadar güvenilebilir? Bu şahıslar ve bu şahısları yücelten kişiler, dinle ilgili diğer konularda nasıl referans kabul edilebilir?
5- “Ebu Hanife hakkındaki bu sözleri bu ismi geçen âlimler söylememiştir. Onların kitaplarına ve onların sözlerini alıp nakleden kitaplara sonradan konulmuştur” denilirse, o zaman “Buhari’nin ve İmam hakkında ağır söz söyleyenlerin kitaplarına güvenilmez, o kitaplar orijinalliğini koruyamamış, içlerine nice yalan katılmıştır; kim bilir kimler onların kitaplarına kimbilir neler ilave etmiştir” diyenlere ne denilebilir?
6- Ebu Hanife’ye çok net şekilde saldıran, onu güvenilir kabul etmeyen, Allah rasulü’ne atfettiği sözleri doğru kabul etmeyen kişiler nasıl Ehl-i Sünnet kabul edilebiliyor? Onlar mı Ehl-i Sünnet, Ebu Hanife çizgisini bu asra taşıyan onun görüşlerini savunanlar mı? Ebu Hanife’ye, dolayısıyla gerçek Hanefiliğe ve esas Ehl-i Sünnete kim daha yakın olmuş olur?
7- “Biz, Ebu Hanife’yi severiz, ona atılan iftiraları onaylamayız, o sözleri söyleyenlerden berîyiz” diyenler, Ebu Hanife düşmanlarının diğer görüşlerinin de benzer yanlışlıklar içerebileceğini, Buhari dâhil, hepsinin üzerine bir soru işareti koymaları gerektiğini söyleyenlere ne derler?
8- Hanefi olduğunu ileri süren veya Ehl-i Sünnet’i ciddi şekilde savunan kimseler, Ebu Hanife’ye bu kadar ağır söz söyleyen kimseleri nasıl sevebilir, onları otorite olarak nasıl kabul edilebilir?
9- Bu şahıslar, bu tavırları mezhebi bağnazlık, cahillik, hırs ve zâlim devletin propagandası gereği bunları yaptığı kabul edildiğine göre, bu vasıflara sahip olan bu âlimlerin rivayet ettikleri hadislere ve din hakkındaki hükümlerine ne kadar güvenilebilir?
10- Buhari’nin, Ebu Hanife’nin olmayan özelliklerinden yola çıkıp ağır ithamlarda bulunarak ondan hiç hadis almadığını biliyoruz. Ancak, aynı Buhari, en az altı şii bilgininden çok sayıda hadis rivayet etmekte sakınca görmemiştir. Müslim, Tirmizi, Ebû Dâvud gibi diğer Kütüb-i Sitte müellifleri de aynı gerekçelerle Ebu Hanife’nin tek bir hadis rivayetini bile kitaplarına almamışlardır. Peki, Ebu Hanife dostlarının, onun düşmanlarını, aynı Ebu Hanife’yi sevdikleri gibi sevmeleri beklenebilir mi?
11- Bir İslâm âlimine bunca ağır sözler söyleyen kimseleri ve o kimseleri referans kabul edenleri yüceltip onların din hakkında verdikleri fetva ve hükümleri delil kabul etmek, ne kadar doğru olur?
12- Ebu Hanife’ye bu kadar ağır itham ve iftirlarda bulunanlar, zâlim yönetime ve yöneticilere karşı niye dilsiz rolü oynayıp hakkı gizlemişlerdir? Bir büyük âlime haksız yere düşmanlığı tercih edip, görevleri olan zulme ve zâlime tavır göstermeyip tam tersine, devletin zulmünü onaylayacak şekilde suçladığını suçlayarak zâlimlere meyledenlere ne demeli?
13- “Her insan hata yapabilir, onlar da bu konuda hata yapmıştır, büyütmemeli” diyenler çıkabilir. Böyle önemli hatadan onların döndükleri, tevbe ettikleri bilinmemektedir. Onlar, hatalarından dolayı diğer âlimler tarafından dışlanmamış, sonraki Ehl-i sünnet taraftarları tarafından küçük yollu eleştiriye bile muhatap kılınmamışlardır. Bu durumda, âlimlerin hatırına, dinin hükümleri yok sayılmış olmuyor mu?
14- Ebu Hanife çizgisi, devletin gösterdiği şiddetli ceza ve çağdaşı olan ve ondan sonraki dönemde yaşayanlar tarafından suçlanıp yok edilirken, talebelerinin çizgisi, kendinden iki asır sonra yaşayan Maturidi’nin mezhebi haline gelmiştir. Devlete karşı çıkan Ebu Hanife’ye nispet edilen Hanefilik, kendisinden hemen sonra devlet mezhebi haline gelmiş, Diyanet ve benzeri kuruluşlarla günümüze kadar bu çizgi devam etmiştir, denilebilir mi?
15- Günümüzde mezhepleri öne çıkaran, Hanefiliği ve ehl-i sünneti bayraklaştıran kesimleri, TGRT’deki fesatlardan direkt sorumlu Ehl-i Sünnetçi Enver Örenleri, “Ehl-i Sünnet elden gidiyor, Ehl-i Sünnet karşıtlarıyla mücadele edeceğiz!” diye bağıran Cüppelileri, bütün fetvalarını Hanefi esaslarına göre verdiğini söyleyen Diyanet’i ve bütün bu kesimlerle aynı söylemleri dillendiren mezhepçilere ne demeli, kim demeli, nasıl demeli? Ebu Hanife’yi ağır şekilde suçlayanların çoğunluğunu, ehl-i hadis denilen selefiler oluşturuyor. Bugünkü Selefiler, Ebu Hanife’ye nasıl bakıyorlar, onun siyasi görüşlerini niye öne çıkartmıyorlar? Selefilik ve neoselefilik ile Hanefilik ve Ehl-i sünnet ilişkisi ve Ebu Hanife’ye bakışları; tarihsel ve güncel boyutuyla irdelenmeli değil mi?
Hem ehl-i sünnet/hadisçi, hem hanefi olanların çelişkisi!
Ebû Hanife bugün yaşasaydı Kur’an’a uyduğu için, her hadis rivayetine inanmadığı için ehl-i sünnet geçinen ve selefi olduğunu söyleyen hocaların reddiyelerine ve hışmına uğrardı!
Ebû Hanife’nin Hadis Anlayışı
Ebû Hanîfe rey ehli olarak bilinir, hadisleri sadece senet ve rivayet açısından değil, anlam açısından da kritiğe tabi tutar. Mana açısından Peygamberimize (a.s) atfedilemeyeceğine inandığı hadisleri kabul etmez ve bu hadislere aykırı fetvalar vermekten çekinmez. Bu şekilde 200 kadar hadise aykırı fetvası bilinir ve bu yüzden hadisleri dinde “mutlak nass” gören hadisçiler tarafından şiddetle tenkit edilmiştir. Ebû Hanife, bugün Ebu Hanife çizgisini sürdüren Müslümanlara bazı ehl-i hadis çizgisini sürdüren, selefi geçinenlerce iftira ve damga olarak “hadis inkârcılığı” diye suçlanan, hadis rivayetlerini Kur’an’a arzedip Kur’an’a ters düşenleri kabul etmeme konusunda şöyle diyor:
“Tekzip etmek, ancak “Ben Hz. Peygamber’in sözünü yalanlıyorum,” diyen kimsenin yalanlamasıdır. Lâkin bir kimse “Ben Hz. Peygamber’in söylediği her şeye iman ederim, fakat o kötülük yapılmasını söylemedi, Kur’ân’a da muhalefet etmedi” derse, bu söz o kimsenin, Hz. Peygamber’i ve Kur’ân-ı Kerim’i tasdik etmesi; Allah’ın Resulünü, Kur’ân’a muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer, Hz. Peygamber, Kur’ân’a muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi, Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu husus Kur’ân’da şöyle belirtilir: “Eğer peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiçbiriniz de buna mâni olamazdı.” (Hâkka, 69/45-47)
Allah’ın peygamberi, Allah’ın kitabına muhalefet etmez, Allah’ın kitabına muhalefet eden kimse de Allah’ın peygamberi olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kur’ân’a muhaliftir. Çünkü Allah; Kur’ân-ı Kerîm’de “Zina eden kadın ve erkek..” (Nur, 24/2) ayetinde zâni ve zâniyeden iman vasfını nefyetmemiştir. Keza, “Sizden fuhşu irtikap edenlerin her ikisini de..” (Nisa, 4/16) ayetinde Allah “sizden” kaydı ile Yahudi ve Hıristiyanları değil, Müslümanları kastetmektedir. O halde Kur’ân-ı Kerim’in hilafına, Hz. Peygamber’den hadis nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber’i reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Bilakis, Hz. Peygamber adına bâtılı rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. İtham Hz. Peygamber’e değil, nakleden kimseye râcidir. Hz. Peygamber’in söylediğini duyduğumuz yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların Allah’ın Resulü’nün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamber’in, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mâni olmadığına şahitlik ederiz. O, hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah’ın emrine muvafakat etmiş, hiçbir bid’at ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir şeyi de, Allah’a isnat etmemiştir. Bunun için Allah Teâlâ “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 4/80) buyurmaktadır.” (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, Tercüme, Mustafa Öz, 2. Bs., İFAV Yayınları, İstanbul, 1992, “el-Âlim ve’l-Müteallim”, s: 24-25)”
Selefî bakışa göre "asırların en kötüsünde (son asır) imamları ve müctehid âlimleri küçük görüp onlara hakaret eden, onları taklidi kötüleyen ve bunu terke dâvet eden sapık bir grup peydahlandı.” Öyle diyor birileri. Hiçbir Müslümanın âlimleri küçük görmesini ve onlara hakaret etmesini doğru görmeyiz; bunu selefi geçinenler yapsa da, muhâlif düşüncede olanlar yapsa da yanlıştır. Ama, sanki kendileri veya izinden gittikleri selef âlimleri böyle yapmamış gibi bu tavrı eleştirmeye Selefî geçinenlerin hiç ama hiç hakkı yoktur. Evet, âlimlere ve müçtehitlere hakaret etmek çok çirkindir, ama onlar hakkında ağır sözler söylemeleri için önce kendi ilkeleriyle hesaplaşmaları gerekir. Çünkü, bazı mezhep imamlarına ve müctehid âlimlere, kendilerinin örnek aldığı selef ulemâsı, ehl-i hadis büyük hakaretler yapmış ve küçük görmüştür. Ebû Hanife gibi bir âlim, mezhep imamı ve müctehid zâta dil uzatanları takdir edin, örnek alın, izinden gidilmesi gerekir, en doğru din anlayışı budur” deyin; sonra da bazı gençlerin yaptığını sert ifadelerle kınayın. O terbiye hududunu aşan gençler, selef âlimlerini, Ebu Hanife’yi küçük gören sizin uyulmasını şart gibi gördüğünüz zatları örnek almışlar, onların yolunu takip etmişler, yani bir konuda selefi olmuşlar; bunu kınamanın kendileriyle çeliştiğini bile düşünmüyorlar. Selefî geçinenler, kendileri meselâ Ebû Hanife’nin aleyhinde hakaret dolu ithamlarda bulunmazlarsa, kendi inançlarına, akidelerine ters davranmış olurlar. Onların akîde şeklinde değerlendirdikleri, hadis rivâyeti şöyledir: “Ümmetimin en hayırlısı benim çağımdır. Sonra onların ardından gelenler. Onlardan sonra daha sonra gelenlerdir…” (Buhari, Fezâil 1). Kendilerinin selefî olduğunu söyleyenlerin akidesi, ilk üç “hayırlı nesil” Sahabe, onlara güzellikle tâbi olan Tâbiûn ve de onlardan sonra gelen Etba’ut Tâbiîn imamlarının kısacası selef âlimlerinin akidesidir. İster Ebû Hanife’nin çağdaşı olan etbau’t-tâbiînden, ister onlardan sonra yaşayan selefîlerin görüşlerine uymayı, eserlerini takip etmeyi ısrarla tavsiye ettikleri örnek gördükleri şahsiyetler Ebû Hanife’ye ne hakaretler yapmışlar. Onların izinden gidilmesi gerektiğine göre, kendileri eğer Ebu Hanife’ye veya onun benzeri bir müçtehide, âlime hakaret etmezlerse selef ulemasının izinden gitmemiş ve akidelerine ters düşmüş olurlar. O yüzden Ebu Hanife’ye hakaretler yapmayı, hatta tekfir etmeyi normal gören zihniyet, bize hakaret etmiş, tekfir etmiş, gayet doğal. Onların zihniyetlerinin, inançlarının gereği bu. Ebû Hanife’ye kendi yorumlarını, kendi din anlayışlarını kabul etmedi diye büyük hakaretler yapanların izinden gitmeyi en doğru din anlayışı, hatta dinin kendisi görenler, kendileri gibi düşünmeyen âlimlere, davetçilere elbette hakaret edecekler, etmezlerse kendi prensiplerine ters düşerler. O yüzden kendi prensiplerine ters düşen ve selefi olmayan âlimlere saygı ile bakan bir selefi olduğunu söyleyen kimseye rastlamadım. Sadece geçici bir zaman, takıyye yaparak saygılı şekilde gözüktüğünü, ilk fırsatta kin ve nefretini ortaya saçtığını gördüm.
Bir selefi geçinen şahsın, geçmiş nesillerdeki âlimlere uyup yaşadığı zamandaki Ebû Hanife çizgisindeki hocalara, âlimlere, yazarlara, gençlere çatmaması, onlara hücum etmemesi, onların akidelerinin bozuk olmadığını düşünmeleri, eğer gerçekten o yolu takip ediyorlarsa mümkün değildir. Yoksa akidelerine ters düşmüş olurlar. O yüzden, kendilerinin akîde kavgası verdiklerini söylüyorlardı. Ama bizim çevre bunu anlamakta zorlanıyordu.
Selefilerin bu konuda kendilerini temize çıkarmaları için şunu yapmaları gerekir:
“İlk üç nesil içinde yer alsa bile, onlara yakın zamanda yaşasa bile, selef âlimlerinin tüm sözleri ve davranışları bizi bağlamaz, onlar mâsum değildir. Kur’an’a ve Sünnete ters söz ve davranışlarını kesinlikle almayız. Yanlış yanlıştır, kim yaparsa yapsın; selef âlimleri de beşer olmaları gereği hata yapabilirler. Biz Kur’an’a ve Sünnete ters olduğunu gördüğümüz onların hatalarına uymanın da yanlış olduğunu kabul ve ilan ederiz” diyecekler. Bunu veya buna benzeyen aynı anlamları içeren sözü söylemedikleri müddetçe eskilerin yukarıdaki suçlarına ortak olduklarını bilmek zorundayız.
Kur’an’da 49 yerde geçen “akletme”yi önemsemeyip hep taklidi öne çıkaran bu anlayış, dini dondurmaya çalıştıkları ve ilk üç asırdaki görüş ve yorumları dinleştirdikleri gibi; kendi aralarında her türlü zıtlıkla uzlaşabiliyor, kendi zihniyetleri dışında kendilerine daha yakın fikirleri olanlarla bile (Ebû Hanife örneğinde olduğu gibi) düşmanlık diyebileceğimiz bir ilişki geliştiriyorlar. Işid bunların ürünü; Vehhabilik de, bugünkü Suud yönetimi de (nasıl oluyorsa) bunların çizgisi. Yani, bazı selefiler savaş ve şiddet yanlısı olabiliyor; bazıları da tâğutları destekleme mesajları veriyor, oy vermeyi vacip kabul ediyor, Suud yönetimini ve bu ülke yönetimini destekleyebiliyor. Bunlar, aynı akideyi (nasıl oluyorsa) paylaştıkları için birbirleriyle gayet güzel geçinebiliyor; ama tevhid ehli kesim, bunların zihniyetinde olmadığı için, selefi zihniyetine uymayanlara her türlü hakaretle yaklaşabiliyor, kaba şekilde suçluyor, hatta tekfir edebiliyorlar.
Biz âhiret gününe iman ediyoruz. Herkesin her sözünün ve her davranışının hesaba çekileceği günün dehşetinden korkuyoruz. Ve bu selefi geçinen kimseleri, bizi tekfir edenler de dâhil, bana savaş açan Konya’daki medrese hocası da dâhil, biz Müslüman kabul ediyoruz. Hatalarından dönmelerini bekliyoruz. Bizim kendilerine ters gelen doğrularımızı hata kabul ederek bizi ağır şekilde suçlamaları üzerine yazılan bu yazıda Müslüman kardeşlerimi inciten bir ifade geçtiyse, haklarını helal etmelerini isterim. Hatalarım varsa, Allah’tan affetmesini talep ederim. Selâmun aleykum.