Darbe senaryolarının, iç hesaplaşmaların tozu dumanı arasında etrafımızda, yakınımızda ya da uzağımızda neler olduğunu, bazı gelişmelerin Türkiye'nin "içeri"deki kavgasında nerelere tekabül ettiğini, Atlantik kıyılarından Pasifik'e kadar uzanan coğrafyada yaşanan büyük eksen kaymasının Türkiye'nin yeni yüzyıla dönük pozisyon arayışını nasıl etkilediğini, içerideki keskin tartışmaların aslında bu yeni güçler dengesini, oluşumunu anlayıp anlayamamakla, kabullenip kabullenmemekle alakalı olduğunu artık biliyoruz. Bu yüzden de, varolan tartışmanın girdabına kapılıp gitmeden, mümkün olduğunca, her yeni gelişmeyi aktarmaya çalışıyorum.
Mesela 1 Ocak 2010 tarihinde Asya'da dev bir ortaklık kuruldu. Avrupa Birliği ve Kuzey Amerika serbest ticaret bölgesine benzeyen ancak neredeyse iki milyar insanı içine alan ekonomik yakınlaşmanın zamanla, siyasi ve askeri yakınlaşmaya dönüşeceğini, dünyanın ağırlık merkezinin kaydığı bölgede çok güçlü bir blokun oluştuğunu biliyoruz. Biliyoruz ama bunun bizi ne kadar ilgilendirdiğini düşünmüyoruz.
Daha 2005 yılında söz konusu gelişmeyle ilgili bu köşede tartışmalar yapmıştık. Mesela 12 Nisan 2005'teki şu cümleler, bugün bile bir haberden öteye ilgimizi çekmeyen gelişmeyle ilgiliydi: "Laos'ta toplanan ASEAN ülkeleriyle Çin, Japonya ve Güney Kore, "dünyanın en büyük ortak pazarı"nı kurma konusunda anlaştı. ABD'nin jandarmaları olan Avustralya ve Yeni Zelanda'yı dışlayan ve 2 milyarlık nüfusu içine alan dev ortaklık ABD'nin bölgesel nüfuzunu sınırlayacak bir gelişme olarak tanımlanıyor.
Aynı dönemde, 18-24 Nisan tarihlerinde, 55 ülkenin lideri Endonezya'nın başkenti Cakarta'da bir araya geliyordu. Asya ve Afrika ülkeleri zirvesi olarak planlanan toplantı, 1955'teki Bandung Konferansı'nın 50. yıldönümünde yapıldı ve zirveye 105 ülke davet edildi. Zirvede, dünya nüfusunun yüzde 73'üne karşılık gelen 4.6 milyar kişi temsil ediliyordu.
Bunların ne anlama geldiğini, Batı'nın tartışılmaz küresel üstünlüğü sona yaklaşırken Asya'da neler olduğunu o gün de, bu gün de yeterince kavrayabilmiş değiliz. Gerçekten de, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünya kuruluyor. Peki Türkiye bunun neresinde ne kadar yer alacak? Altı ESEAN ülkesi ve Çin, dünyanın en büyük ekonomik yapılanmasını oluştururken, Pasifik Okyanusu'nun iki kıyısında 21. Yüzyıl'a şekil verecek bir kapışmanın hazırlıkları yapılırken, biz Türkiye olarak nerede duracağız?
Geçtiğimiz günlerde, Uluslararası danışmanlık şirketi Pricewaterhouse-Coopers (PwC) tarafından bir rapor yayınlandı. Raporda; 2020 yılında gelişmekte olan 7 ülkenin (E7) ekonomik büyüklükte sanayileşmiş ülkeler olarak adlandırılan G7'yi geçebileceğini bildirdi. Çin ekonomisindeki hızlı büyümenin Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Meksika, Endonezya ve Türkiye'nin yer aldığı E7 ülkelerindeki büyüme için motor güç oluşturduğuna işaret edilerek, Çin ekonomisinin 2020'de ABD'nin önüne geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olmasının beklendiği belirtildi. Küresel eğilimlerde, sarsıcı bir hızla izlediğimiz değişim, güç kayması, yeni denklem, içerideki yıpratıcı, tüketici kavgalara aldırış etmeden devam ediyor. Türkiye'ye, gelişmekte olan yedi ülke içinde yer veren, bu yedi ülkenin G-7 gibi dünyanın patronlarını geçebileceğini söyleyen rapor hiç mi anlamlı değil? Hem de on yıl sonra! Öteden beri, benzer süreçlere dikkat çekerek ezberlerin bozulması gerektiğini, yeni sözler söyleyemeyenlerin geleceğin dünyasında yeri olmayacağını, bu çevrelerin Türkiye'nin geleceği üzerinde de belirleyici etkisi olamayacağını tekrarlıyoruz.
Artık bizim için, büyümenin, güçlenmenin, etkili ülke olmanın ana yolu Avrupa'dan geçmiyor. Atlantik İttifakı'nın üzerimizdeki kayıtsız şartsız tahakkümü sona ermek ya da dengeli bir hal almak zorunda. Çünkü Türkiye'nin önüne yepyeni yollar açıldı. Hal böyle iken, tek yönlü bağımlılık ilişkisini sürdürmek bu ülkenin geleceğini karatmaktır. Ezberlere devam etmek, Soğuk Savaş döneminin algılarıyla Türkiye'ye yön vermeye çalışmak, iç siyasi yapıyı dizayn etmek bu ülkeye çok ağır zararlar verecektir. Türkiye'yi yeniden Anadolu sınırlarına hapsetme rüyası görenler büyük hayal kırıklıkları yaşayacaktır.
Güney ve Doğu Asya'nın, Avrupa'nın, Kuzey Amerika'nın ekonomik ve siyasi alanda birleşmeye doğru gittiği, acımasız bir ekonomik mücadelenin yaşandığı, devletlerin tek başına bu mücadele içinde ayakta duramayacağının anlaşıldığı, bölgesel entegrasyon projelerinin alabildiğine yaygınlaştığı, merkez güçlerin geçmiş birikim ve zenginliklerini bugüne taşıyarak güç kazanmaya çalıştığı bir dönemde Türkiye, tek başına ayakta kalamaz. Ülkeler değil bölgeler ve bloklar öne çıkıyor artık. Sürece, dünyanın en güçlü ülkesi ABD bile tek başına direnemiyor. Böyle bir dönemde Türkiye'yi yalnızlaştırmak isteyenler, yüzyıllara dayanan siyasi birikimi ve bölgesel zenginliğini harekete geçirmeye çalışmasını ideolojik kılıflarla engellemeye çalışanlar bu ülkeye yazık ediyor.
Bu yüzden; Türkiye'nin yakın çevresini harekete geçirmeye, ekonomik yakınlıklar kurmaya, ikili serbest ticaret anlaşmaları yapmaya, vizeleri kaldırmaya, ortak ekonomik alan oluşturmaya, uluslar arası platformlarda ortak tavır göstermeye yönelik, son yıllarda etkili sonuçlar doğuran yaklaşımını dikkatle izlemek ve takdir etmek gerekiyor. Küresel eğilimleri gerçekten iyi okumanın göstergesi bunlar. "Kaos kuşağı", "Fay hattı" gibi, bize ve çevremize biçilen rolü reddeden, çatışma alanlarını daraltıp ortak enerjiye yönelten bu yaklaşım, hiç de hesapta olmayan bir güç birikimini harekete geçiriyor. Öyleyse şunu sormalıyız?
Neden bu bölgede AB gibi bir yapı oluşmasın? Ekonomik entegrasyon, siyasal ortaklıklar ve askeri güvenlik stratejilerinde birliktelik neden olmasın? Dünyanın bu konuda en zengin mirasına sahip bu coğrafyada neden Asya'da yapılanlar, Kuzey Amerika'da yapılanlar gerçekleşmesin? Kurtuluşumuzun, iç barışımızın, güç kazanmamızın tek yolu bu. Bu yüzden, yakın gelecekte, içerideki tartışmaların çok daha keskinleşeceğini söylemek durumundayız. Neden acaba? Bütün hesapları bozacak bir gelişme bu!