Ramazan Bayramı'nda Kaynar'daki halamı arayıp "Geliyoruz" demiştik de gidememiştik. İçimize dert olmuştu. Kurban Bayramı'nın birinci günü akşamleyin "Yarın basalım Kaynar'a gidelim, halamı görelim. Cinören'de kimse kalmamış ama oraya da gidelim. Vatanımdır. Hiç değilse kabristanı ziyaret edip ölülerimiz için dua ederiz. Sonra Kayseri'deki akrabalara da uğrarız" dedim.
Bayramın ikinci günü sabahın geç saatlerinde arabayla yola koyulduk. Akşam dörde doğru Kayseri'ye, beşe doğru Pınarbaşı'na, beşi on geçe de Uzunyayla'nın baş köyü Kaynar'a vardık. Halam çok sevindi, ecir duaları etti tabii. Ev ana-baba günüydü. Hala oğlu ve hala kızları, yenge ve enişteler / damatlar, dünya güzeli çocukları da gelmişti İstanbul'dan ve Kayseri'den. Çocukluğumun aziz hatıralarından Kaynarlı ağabeyler, dostlar, ahbaplar da vardı. Uzun uzun hasret giderdik, köyde yer alıp inek besleme hayalleri kurduk. Çocuklar dama çıkıp oynadılar. Ev tıka basa doluydu ama köy yerinde tıka basa dolu evlerde her zaman boş yer bulunur; geceyi orada geçirdik. Sabahleyin kahvaltıdan sonra müsaade istedik. Önce Kaynar kabristanına uğrayıp altı yıl önce ahirete uğurladığımız sevgili bacımı -halamın ortanca kızını- ziyaret ettik. Oradan Çörümşek Boğazı'na doğru yola koyulduk. Tersakan'ı geçtik. İnören'i tam geçecekken durduk. "Teyzem muhtemelen Kayseri'de, çocuklarının yanında"ydı. "Ama, olur ya, belki de köyde"ydi. "Dur bir bakalım" dedik, baktık. Kapısı kapalıydı. O esnada oradan bir delikanlı geçiyordu. Sorduk, teyzemgilin Kayseri'de olduğunu söyledi. Bu arada delikanlıyla bayramlaştık. İnörenli değilmiş. Çerkez de değilmiş. Burada çobanlık yapıyormuş. Az ilerideki bir evin bahçesine girdi. Bizim çocuklar evin bahçesindeki köpeği görünce "Baba ne olur oraya gidelim" dediler. Gittik. Delikanlının babası, annesi, kardeşleri ile de bayramlaştık. "İlle yemeğimizi yiyeceksiniz" dediler, ne güzel. "Sofradan yeni kalktık, Allah razı olsun" dedik. Derken evin telefonu çaldı. Evin kızı eve girdi, telefona baktı ve "Abi sana" dedi. "Abi" dediği bendim. Sübhanallah! Acayip olduk tabii. Telefona baktım, Hayriye'deki halamın kızıymış. "Hemen buraya geliyorsunuz" dedi. "Orası neresi?" diye sordum. "Karşıdaki ev" dedi. Meğer kocasının / damadımızın bir akrabası bizi görmüş, ona çobanın bahçesine girdiğimizi söylemiş. "Doğru ya" dedim, "Sen İnören'e gelin gelmiştin, değil mi?" Gittik, çayını içtik, hasret giderdik. Yeni akrabalarıyla tanıştık, birbirimizi sevdik. 10 dakika oturup gidecekken iki saat oturduk, doyamadık. Sonra ver elini Cinören. Namı diğer Koceplıj (Kırmızı Köy). Kimse yok diyorduk, fakat amcaoğulları varmış. İstanbul'dan kalkıp gelmişler. Birbirimize sürpriz oldu, bayramımız iyice bayram oldu. Biraz evlerinde oturduk, biraz köyü gezdik beraber. Köyün kırmızı toprağıyla sıvanmış bir duvarı okşadım. Gezerken eski bir dosta rastladık, onunla ayaküstü halleştik. Annemin bir gençlik arkadaşına uğradık. Babamın rahmetli amcasının evinin kalıntıları üzerinde maziye kısa bir yolculuk yaptık. Son durak kabristandı. Dedemin ve iki amcamın mezarını ziyaret ettik. Onlar için ve bütün müteveffa Cinörenliler için dua ettik. Kızlarım oradan bir avuç toprak aldılar. Ve, Allah'a ısmarladık. Komşu köy Demircören'den geçerken hanıma ve çocuklara anlattım: "Çocukken Almanya'da babama 'Nereye gidiyorsun?' diye sorduğumuzda hep 'Hasaköy'e gidiyorum' derdi. 'Bu Hasaköy nedir, neresidir?' diye acayip merak ederdik. Gizemli bir yerdi bizim için. Sonradan öğrendik ki, işte burasıymış. Bizimkiler Demircören'e Hasaköy diyorlarmış." Çocuklar "O zaman dedeye buradan bir taş götürelim. Nereden getirdiğimizi sorarsa 'Hasaköy'den getirdik' deriz" dediler. Arabayı bir duvarın dibinde durdurduk. Orada bir adam vardı. "Selamun aleykum", "Aleykum selam". "Bayramınız mübarek olsun", "Allah razı olsun, sizin de bayramınız mübarek olsun". Sonra "Köyünüzden bir taş alabilir miyiz?" diye sordum. Hiç yadırgamadan "Alın tabii" dedi. Ve, çocuklar dedelerinin seveceği bir taş aramaya koyulurken, "Buyrun eve gidek yav" dedi. Hemen yani. Tanışmadan-etmeden. Pat diye. Kulağıma ve kalbime öyle güzel geldi ki bu. Bir de "İnsanlık öldü" derler. İnsan içine çıktığınızda ölmediğini görüyorsunuz.
yenişafak