"Cadı kazanı ve cadı avı"ndan, "kurumlar savaşı"na doğru mu?

Selâhaddin Çakırgil

Bir "belge savaşı"dır, gidiyor..

Bu "sosyo-psikolojik ve para-militer mücadele"nin daha bir süre devam edeceği söylenebilir.. Üstelik, bu konuyla direkt ilgisi olmasa bile, bu gelişmelerin de etkili olduğu düşünülebilecek bir gelişmeyle, son anda yapılan önemli bir kanun değişikliğiyle, bundan sonra "asker kişilerce işlenecek ve (askerî darb, uyuşturucu kaçakçılığı veya örgütlü suçlar gibi), yargılaması "Ağır Ceza Mahkemeleri"nin yetki alanına giren konularda, bundan böyle, sivil mahkemelerin yetkili olduğunu"  yolu açıldı.. Bu, bugünkü şartlarda yeterli olmasa bile, yine de alkışlanacak bir adım..

"İrticayla Mücadele Eylem Planı" adı altında ve "AK Parti"yi ve "Gülen Cemaati" denilen bir sosyal kesimi "bitirmeye"  yönelik olduğu anlaşılan ve Genelkurmay karargâhındaki önemli bir birimin sorumlusu olan bir albayın imzası altında hazırlanmış bir belgeden koptu asıl fırtına..

Ancak, belgenin aslı elde edilemedi, yayınlanan belge, bir fotokopi...

Fotokopinin ise, aslına uygunluğunun kesinlikle belirlenmesinin mümkün olamıyacağı açıklanıyor, uzmanlarca..

Yani, bundan sonra böyle karanlık işlere girişecek olanlara da bir "tiyö" verilmiş oluyor:

"Çalışmalarınızın asıllarını yokedin.. Çünkü, kopyaların delil sayılması neredeyse imkansız.. Hiç korkmayın.. Bir de farklı bilgisayar ve internetler  kullandınız mı, hiç endişeye mahal kalmaz.."

Genelkurmay Başkanlığı,  tam iki hafta geçtikten sonra o belgeyle ilgili kararını nihayet açıklayabildi..

Bir TSK düşünelim ki, Suriye sınırına (kaçakçılığı önlemek bahanesiyle) yerleştirdiği ve Türkiye"ye, kaçakçıların verdiği zararın binlerce-milyonlarca katını yaşatan bu mayınlı arazîleri temizleyemiyor.. Çünkü, krokileri yok olmuş.. Ve 3,5 milyon mayının nerede olduğu bilinmiyor.. Ve, daha da mühimi, bu mayınlı aaraziyi ancak (veya en iyi şekilde)  İsrail veya NATO"nun temizleyebileceğini rapor ediyor, Hükûmet"e.. Ve onun üzerine, büyük gürültüler kopuyor..

Çünkü, Hükûmet, elbette hazırladığı mayın temizleme yöntemleri ve  şıkları arasında, TSK gibi önemli bir kurumun raporunu da gözönünde bulundurmak zorunda..

Ama, sınırın ötesinde, Suriye"nin, kendi tarafındaki mayınları temizlediği biliniyor da, nasıl temizlediğini ona sormak, akledilemiyor..

Ve daha da ilginç olan şu ki, Gen. Kur. Başkanı, bir önceki basın toplantısında, durumu, "her taraftan bombalar- silahlar fışkırıyor.." diye niteleyen gazeteciyi azarlıyordu. Ki, o gazeteci,  kendi kurumunun "akredite" verdiği birisiydi.. 

Ama, o silahlar her taraftan fışkırmaya devam ediyor..

Bir TSK düşününüz ki, (Makine-Kimya Endüstrisi Kurumu) MKE"de özel olarak TSK için üretilen el bombaları ve ayrıca TSK"ya aid diğer silah ve mermiler gömüldükleri yerlerden, çöplüklerden, mezarlıklardan ve hattâ denizden çıkarılıyor; ya da gece karanlığında parklara, otobüs duraklarına gelişigüzel bırakılmış olarak bulunuyor.. (Hani, askerî darbe veya sıkıyönetim dönemlerinde, evlerindeki İslamî içerikli eserleri, korkuyla yakmaları veya sağa sola gizlemeleri veya çöplüklere atmalarındaki gibi bir panik hali.. Korku, korkusuz sanılanları da sardı, anlaşılan..)

ve sonra da MKE"de üretilen bu bombaların yüzde 70"inin "Emniyet" tarafından kullanıldığını,  ayrıca TSK olarak kendilerinin silah envanterlerinde hiçbir noksanlık olmadığını iddia ediyordu.. Amma, arkasından, Emniyet Genel Müdürlüğü de kendi silah envanterlerinde de bir noksanlık olmadığını belirtiyor ve ayrıca "MKE" de, ele geçirilen bombaların seri numaralarının, bunların TSK için yapıldığını ve  TSK"ya teslim edildiğini gösterdiğini açıklıyordu.. Ve Org. Başbuğ, bunları duymazlıktan geliyordu, bir ayı aşkın bir zamandır..

Ama, TSK bünyesinden Dursun Çiçek isimli bir "kur. albay"a aid olduğu ileri sürülen ve bir ihtilal denemesi mahiyetinde, nelerin- nasıl yapılması gerektiğine dair ve geçmişteki nice askerî darbelerin projelerinden farklı olmayan bir "darbe veya cunta planı" olması muhtemel bir yazılı belge çıkınca..

Gen. Kur. Savcılığı, hemen konuyla ilgili bir yayın yasağı getirdi, iddianın taraflarının  hukukî temsilcilerinin, avukatlarının bilgi almasının yolu bile tıkandı ve sonra da, -hukukçu olmaları şartı bile olmayan- askerî hâkimlere, emirle nasıl hükümler inşa ettirildiği bile ortadayken.. Askerî Yargı içindeki yeri açık olan Gen. Kur. Askerî Savcılığı"nın,  "fotokopi üzerinden inceleme yapılamıyacağı, dolayısiyle görevsizlik kararı vermesi"  üzerine Gen. Kur. Başkanı, bu iddianın üzerinden tam iki hafta geçtikten sonra..

*

Bir belgeyi ancak iki haftada  açıklayabilmek, bu ne sür"at, TSK?

26 Haziran günü bir açıklama yapmak ihtiyacını duydu..

Bu kadar hassas bir konuda bu kadar sür"at; pess yani..

Günümüz dünyasında iki haftada, dev savaşlar yapılıyor ve barış anlaşmaları bile imzalanıyor.. TSK ise, mayınları otemizleyemediği, kendisine emanet olunan silahların hesabını veremediği gibi, bu cuntacılık veya darbecilik özlemine aid konuyu araştırmakta da, sınıfta kalmıştır..

Başbuğ"un sözleri, o tehdid havası olmasaydı, belki yine de dinlenebilirdi.. Ama, o tehdid ve öğrencisine kelimeleri nasıl telaffuz edeceğini öğreten öğretmenin hece hece konuşması gibi bir uslûb, açıklamasına itibar edilmemesi gerektiğini ihtar ediyordu, dinleyenlere..

Üstelik,  nasıl bir açıklama..

Evlere şenlik..

Arkasına da, en üst rütbeli 35 generali, aksesuar olarak dizmek sûretiyle..

Âdetâ, bir "çıkarma" yapıyor ve kamuoyuna gözdağı veriyor gibiydi Org. Başbuğ..  

"Bakınız, ordu olarak, hepimiz yekvücuduz, biz bize karşı ve bizim gibi düşünrmeyenleri  ezer geçeriz!." dercesine, korkakları korkutmakta etkili olan bir görüntüyle..

Aslında, hiç bir tv. kanalı, Başbuğ"un o toplantısına, o güç gösterisine gitmemeliydi.. O güç gösterisine, onlar da âlet olmaktadırlar.. Modern bir toplumda, Genelkurmay Başkanı"nın, hele de bağlı olduğu sivil otoriteden habersiz, izinsiz ve onları da dolaylı olarak tehdid edecek çaptaki açıklamalarına ve tavırlarına alkış tutulmaz, destek verilmez, o gibiler adem"e/  yokluğa mahkûm edilir..

Ama, medya bu kadar ilgi gösterirse, onlar daha çok basın toplantılar da yaparlar da, darbeler de yapmak isteyebilirler..

*

Başbuğ"a göre, Askerî Savcılık o belgenin doğru olduğuna dair bir kanıt bulamamıştır; o halde, resmî mantık gereği, böyle bir belge artık yok sayılmalıdır..

Her ne kadar, ifadesine başvurulan albay, bu kez, geçmişteki imza sirkulerlerinde bulunan imzalarının örneklerine hiç benzemeyen tamamen değişik bir imza atmak gibi bir taktik kullanmış olsa bile..

Evet, mahkeme kararına bile gerek yoktur, savcının kararı yeterlidir.. Ve, Savcılık kararını vermiştir ve artık o bir kağıt parçasıdır..  (Sahi, bir sivil kişi de, aynı mahiyette ve askeriye aleyhine böyle bir belge hazırlamış olsa ve aynen bu örnekteki gibi benzer noksanlık ve sakatlıkları taşısaydı, o askerî savcılık ve hattâ Genelkurmay, onun yakasının bu kadar rahatlıkla bırakır mıydı?)

Ki, o belgede de, 10-12 yıl öncelerdeki "28 Şubat zorbalığı" günlerinin  ve daha önceki askerî darbelerin gerekçelerinde dile getirilen görüşlere paralel düşünceler yazılıydı,  onların bir kopyası gibiydi.. Yani, bildik bir kemalist tepeden inmecilik, bir jakobenizm belgesi..  

Bu gibi belgelerin gerçek olma ihtimalinin en sağlıklı cevabını, geçmiş örneklerden hareketle halkımız vermekte zorlanmıyacaktır..

Ama, Org. Başbuğ, ya bir şeylerin sonunun nereye varacağını bildiğinden, ya da, sırf başında bulunduğu kurumu korumak refleksiyle, bu belgeyi önemsizleştirmeye, yok saymaya çalışıyor..

*

Bu tehdid dolu konuşmalar, TSK"yı rahatlatmak için mi?

Em. Koramiral Atilla Kıyat, iki hafta önce, "32 . Gün" isimli bir tv. proğramında, 700 bin kişilik dev bir silahlı güç olan orduyu idare etmenin zorluğundan ve emrindeki güçler nazarında itibarını yitiren bir Gen. Kur. Başkanı durumuna düşenlerin, o zaman bu gücü asla yönetemez hale geleceğinden sözediyor ve bu bakımdan, yüksek komutanların çıkışlarının,  bir bakıma düdüklü tencerelerin üzerindeki emniyet subapları gibi, içteki tazyiki, baskıyı azaltmak fonksiyonu üstlendiğini ifade ediyordu..

Başbuğ"un bu açıklaması da böyle bir şey miydi, yoksa?

Yoksa, bir şeylerin üzerini ört-bas etme çabalarının bir yansıması mı sözkonusuydu?

Şurası açıktır ki, Başbuğ"un bu açıklamalarından hareketle, başarıya ulaşamamış herbir darbeye aid bütün çalışmaların sahte olarak nitelenebilmesi için her türlü kamuflaj ve sahtelik iddialarının yolu daha da bir açılmış olmaktadır..

Başarıya ulaşan kalkışmaların ise, bu gibi tevillere ihtiyacı zâten yoktur; çünkü o zaman, bütün entrikalar görüntüsü bir kahramanlık gibi sahiblenilir..

Nitekim..

27 Mayıs 60 Askerî Darbesi"nin yüzbaşı rütbesindeki genç subaylarından, ihtilalden sonra Millî Birlik Komitesi  (MBK) üyesi de olan Kâmil  Karavelioğlu isimli kişi, daha bir ay önce, bir tv. proğramında, İst. Radyosunu korumak için vazifeli birliğin başındaki subayın kendi ihtilal hücrelerinden Yzb. Ahmet Er (ki, daha sonra o da MBK üyesi olacaktı) ve Cumhurbaşkanı"nı ve Cumhurbaşkanlığı"nı korumakla vazifeli "C. Başkanlığı Muhafız Alayı"nın  komutanı Kur. Alb. Osman Köksal"ın da aynı ihtilal hücresi içinde olduğunu  (ki, daha sonra o da MBK üyesi olacaktı..) utanmadan, ballandıra - ballandıra anlatıyordu, sivil yöneticileri nasıl şapa oturttuklarının ve onları dârağaçlarında nasıl sallandırdıklarının  zevkıni bir daha yaşarcasına..

27 Mayıs"ta Harbokulu öğrencilerinin "Ankara"ya Sovyet paraşütçüleri indi.." diye harekete geçirildiği nasıl unutulabilir?

Daha sonraki bütün askerî darbelerin hile ve entrikaları da, üç aşağı, beş yukarı aynı değil miydi?

Şimdilerde, yaptığı askerî darbe sebebiyle, yargılanmasına engel olan anayasa maddeleri değiştirilmek istenen ve "yargılanırsam, intihar ederim.." tehdidini savuran Ken"an Evren de, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi öncesindeki o kanlı boğuşmaları sadece seyretmekle kalmayıp, bir de kendi müdahaleleri için istenen kıvama ulaşmasını bile beklediklerini itiraf etmemiş miydi..

Yani, kemalist rejimin tehlikeye düşmemesi için, toplum iyice bunalımın pençesine düşürülecek ve sonra da, yine kemalist güçler, daha çok kemalist olmak için, sahneye "kurtarıcı"  gibi fırlamanın yolunu bulacaklardı..  Ki, General Evren"in, milletin ensesine çöküp, iktidar makamlarına silah zoruyla oturmasından sonraki dönemde meydanlarda, "Sabrettik ve muradımıza erdik,  hedefimize vardık.." şeklindeki sözlerini unutmayalım..

Kezâ, "12 Eylûl" darbesinin, aslında, Temmuz-80"de yapılmasının kararlaştırıldığını ve amma, halkın müdahaleyi iyice benimsemesi için, 15 ay geciktirildiğini söyleyen de, o dönemin 2. Ordu Kom. Org. Bedrettin Demirel  değil miydi?

Süleyman Demirel"in nâdiren de olsa söylediği doğrulardan birisi de, Ken"an Evren"e söylediği sözlerdi, daha sonraları.. "Siz Genelkurmay Başkanı"ydınız, sıkıyönetim vardı, bütün imkanlar vardı, istediğiniz kanun değişiklikleri sağlanıyordu, ama, 12 Eylûl öncesinde sokak savaşlarında hergün, ortalama 20-30 kişi öldürülürken, 12 Eylûl sonrasında birden bire nasıl kesilmişti? Siz Antalya"da Tapu Müdürü müydünüz, Gen. Kur. Başkanı mıydınız? Demek ki, iktidara  elkoymak için, bilerek öyle yapmıştınız.." demişti Demirel..

Bütün bu gerilimler, hep, ülkenin korunması gibi bir bahane adına, gerçekte ise, kemalist ideolojinin, 80-90 yıllık mütegallibe zümresinin, ve o resmî ideolojinin özünü üretmiş olan İttihad-Terakkî çeteciliğinin sürmesi için tezgahlanıyordu.. 28 Şubat 1997 Zorbalığı"nda da bu anlayış vardı, 27 Nisan 2007 Muhtırası"nda da.. Ve, 2004-06 arasındaki tezgahlanmak istendiği anlaşılan ve ancaak, Başbakan Tayyîb Erdoğan"ın, geçmiştekilerde pek görülmeyen dik duruşuyla bozulan ihtilal /darbe denemelerinde de aynı anlayış vardı..

*

Şimdi, şeklen ve ismen kaldırılmış olsa bile, zihniyet olarak varlığını sürdüren ve 400 senelik bir başına buyrukluk geleneğinin sembolü olan Yeniçeriliğin  bütün bu geçmişine bir "redd-i miras" eylemedikçe, Başbuğ"un beyanları ne mâna taşır?

Unutmayalım, Deniz Kuvvetleri eski Kom. (em.) Oramiral Özden Örnek"e aid olduğu söylenen  "Darbe Günlükleri"nin, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı"na aid resmî bilgisayardan çıktığı teknik olarak kesinlikle isbatlandığı halde, ne yapılabilmiştir?

Zamanın Genelkurmay Başkanı Y. Büyükanıt, "Biz Özden Paşa"ya sorduk, "Ben yazmadım" dedi.." diyerek konuyu kapatmamış mıydı?

28 Şubat Zorbalıkları"nın hesabı sorulabilmiş miydi? TSK, o günlerdeki zorbalıklara "redd-i miras" eylemiş miydi? Ki, şimdi 5 bin lira civarındaki em. maaşlarıyla, devletin kendilerine tahsis ettiği özel lojman, araba ve korumalarıyla saltanat süren em. generallerinden niceleri, hâtıralarında, "28 Şubat"ta Sincan"da tankları o değil, ben yürüttüm.." diye birbirleriyle güç yarışını hâlâ sürdürmüyorlar mı? TSK onların bu aymazlıklarına, isyankârlıklarına, zorbalıklarına veya andıçlama zulümlerine karşı ne yapabilmiştir?

"TSK bünyesinde JİTEM diye bir birim yoktur.." denildiği halde, sonunda TSK bünyesinde öyle bir oluşumun varlığı, askerî mahkeme kararıyla da sâbit olmamış mıydı?

Ki, o anlı-şanlı generaller, Meclis"in Susurluk Araştırma Komisyonu"nun, kendilerini bilgilendirmeleri için yaptığı rica-minnet dolu davetlerine icabete bile tenezzül etmemişlerdi..

(Yine de, Başbuğ"un sözlerine inanmak isteyenlere, geçmişte, Şemdinli Dosyası"nı araştıran Savcı Ferhat Sarıkaya"nın başına nelerin getirildiğini ve sivil mahkemede 39"ar seneye mahkûm olan  Büyükanıt"ın "iyi çocuklar"ına aid kararın, daha sonra,  Temyiz tarafından bozulup, dosyanın askerî mahkemeye gönderilmesi ve askeri mahkeme tarafından da serbest bırakılışlarını hatırlaatamak yetmez mi?  Onun için bu konuda fazla konuşmaya gerek yok.. Son 50 yılımızın, 4"ü başarılı, bir o kadarı da başarısız askerî darbe teşebbüsleri gözönüne alınırsa, Başbuğ"un ne kadar inandırıcı bulunduğu-bulunması gerektiği anlaşılır kolaylıkla..)

*

"Belge Genelkurmay"da hazırlanmamıştır.." demek, "askerîyeye aid değildir" midir?

Bütün bunlardan sonra, Başbuğ"un 26 Haziran açıklamalarına dönebiliriz, yeniden..

Askerî Savcılık"ın, "böyle bir belgenin Genelkurmay bünyesinde hazırlandığına dair bir bulguya rastlanamamıştır.." demesi, hukuken yeterli midir? (Bu ifade, aynı zamanda, bu belgenin, Genelkurmay dışındaki bir yerde, ve hattâ başka resmî ve hattâ askerî birimlerde hazırlanmış olabileceği ihtimalini de reddetmemektedir; geçelim..)

Yaa, Başbuğ"un, "resmî olarak varlığının isbatlanamadığı" belirtilen o belge için, tıpkı Baykal gibi ve Baykal"dan bir kaç saat sonra, ısrarla "kağıt parçası" demesi, gerçekte bir suçluluk psikolojini de yansıtmaz mı?

Kaldı ki,  "Gen. Kur. Askerî Savcılığı", "görevsizlik" kararı vermişti.. Hukuk terminolojisini bütünüyle bilmeyenler, (ki, bu Başbuğ"un da bu sınıfa girdiği görülüyor, başkasını câhillikle suçlayacak olana sadece o değil ya..) bunun ne mânaya geldiği bilemiye biliyorlarlar veya bazıları da, bilinemiyeceğini düşünerek konuyu yanlış şekilde yorumlamaktan fayda umuyorlardı..

Halbuki, "görevsizlik kararı",  kendi vazife alanı dışında olduğunun, başkasının vazife alanına girdiğinin belirtilmesidir, bu.. Yani, "benim vazife alanım dışında.. Başka yerlerde varsa, orada araştırılabilir.."

Sahteliği de savcılıklar kesinleştiremez.. Hele de askerî savcılık daha bir böyledir ya, bütün savcılıklar, bir takım belge, bilgi, delil, isnad ve iddiaların eldeki mevcud deliller itibariyle değerlendirmeye alınıp alınamıyacağına karar verir ve gerisini mahkemeye bırakır.. Hepsi o kadar..  

Kaldı ki, o bir kağıt parçası değil, sahte olması halinde de, başka bir suç için delil teşkil edebilecek bir belgedir..

Gerçi, Başbuğ konuşmasının bir bölümünde bu mânaya gelecek şekilde de konuşuyor, ama, daha sonra cümlesini öyle bir kuruyor ki, "sivil savcı"lara, "bu kağıt parçasının, bir belge gerçekliğinin olmadığının doğrulanması" vazifesini dikte etmeye kalkışıyor..

Alışmış ya, emir vermeye, sivil mahkemelere de emir veriyor..

Ancak, emir vermeye alışanlar, emir almak durumunda kalabileceklerini de unutmamalılar..

*

Bu arada, Başbuğ, "dedikodularla cadı avcılığı yapmayız-yapmıyacağız.." diyor ve emrindeki muhtemel suçluluk psikolojisi ve yakalanma korkusu içinde olanları himaye altına alıyor.. Cadı avcılığı, bu zaten olmayacak bir şey idi.. Çünkü, cadı avcılığı yapmak isteyenler, cadı kazanının veya cadı kazanına dönüştürülmüş acaib güç kombinasyonlarının içinden çıkmalıdırlar önce..

İkincisi de, bu zamana kadar, irtica vs. gerekçelerle geniş halk kitlelerine karşı, hele de askerî darbe ve sıkıyönetim dönemleri başta olmak üzere, çeşitli vesilelerle, "cadı avcılığı"na girişmiş olanların, kendi içlerinde nasıl bir cadı avcılığına kalkışabilecekleri, çok su götürür..

Nitekim, ilginç uygulamayla, Başbuğ"un basın toplantısı yaptığı saatlerde, Genelkurmay"ın yan salonlarından birinde faaliyet gösteren bir Askerî Mahkeme"de, Mustafa Dönmez isimli bir yarbay yargılanıyordu.. Bu yarbayın evinde ve krokileri ele geçirilen yerlerde gizlediği dünya kadar silahlar bulunmuş ve amma, Genelkurmay, onu Ergenekon Yargılaması"nın yapıldığı Silivri Mahkemesi"ne vermemiş ve iki aya yakın zaman gizledikten sonra askerî mahkemede yargılamaya başlamıştı.. Bu yarbay ise, Başbuğ"un açıklama yaptığı saatlerde, kendisinin şahsında, TSK"ya Emniyet"in, polisin komplo kurduğunu, o silahları oralara polisin koyduğunu, kendi elyazısı notlarının da kaligrafi uzmanlarınca taklid edildiğini,  yani bütün suçlamaların herbirisinin polisin marifeti olduğunu iddia ediyordu..Ve daha ilginç olanı ise, Başbuğ"un da, üstü kapalı olarak, Emniyet"i suçladığı  hissediliyor, "bazı şeyleri biz de biliyoruz, ama söylemiyoruz.."  diyerek, bu belgelerin açıklanmasının kimler tarafından sızdırıldığını dolaylı olarak açıklamaya çalıştığı görülüyordu..

Böylesine bir yaklaşımın, ülkeyi bir "kurumlar çatışması"na sürüklemesinden endişe edilmelidir..

Başbuğ, sadece kendi kurumunu değil, ülkenin bütününü savunmaktan sorumludur..

*

Asimetrik savaştan kurtulmak için, eşit silahlarla donanmak mı?

Başbuğ bu arada, TSK"ya karşı "asimetrik" ve "psikolojik bir savaş" yapıldığından yakınıyor..

Sizin elinizde, tanklar, toplar, bombardıman uçakları var diye..

Savaşın "simetrik" olması için, karşı taraf da mı aynı silahlarla donansın?

Doğru... Sizi eleştiren veya size karşı olduğunu düşündüğünüz çevrelerin elinde de, fısıltı gazetesinden veya medya gücüne kadar, başka silahlar var.. Bu "asimetrik" durumdan şikayetçi iseniz, siz de durumu düzeltmek veya dengelemek için medya gücünü kullanmaya kalkışamazsınız..

Çünkü, karşı tarafın da tankla, topla, bombalarla, bombardıman uçaklarıyla techiz edilmesini isteyemezsiniz, bu hem muhaldir ve hem de, o silahlar babanızın malı değil, milletin size bir emanetidir.. Ve millet, o silahları, bir ideolojiyi, bir kişinin ismini, resmini, ilkelerini korumanız için değil, ülkenin, milletin hayatının ve haysiyetinin korunması için emanet etmiştir..

*

Sahi, "27 Nisan 2007  e-muhtırası"nı kim yazmıştı General Başbuğ?  Bu psikolojik ve de "asimetrik bir savaş" değil miydi ve de siz o zaman, yine en üst rütbelerdeki komutanlardan birisi değil miydiniz?

O halde, böyle bir itiraz ve yakınmaya hakkınız nasıl olabilir?

Yoksa, Şarlo"nun mantığıyla mı cevab verilmeli, size..

Hani, ünlü komedyen Şarlo (Charlie Chaplin), Hitler"in ağır şekilde iğneleyen, "Diktatör" isimli mizah filminin Hitler"i çok kızdırdığını öğrenmesi üzerine, ona, "Gel öyleyse, rolleri değiştirelim, sen komedyen ol, ben de diktatör olayım.." teklifinde bulunmuştu. 

Başbuğ, konuyu önümüzdeki MGK toplantısına taşıyacağını da haber veriyor..

Son 5-6 yıldır, MGK toplantılarını unutmuştuk artık.. Onun bir uzmanlık ve tavsiye kurulu olduğunu düşünmeye başlamıştık.. Ama, önümüzdeki MGK toplantısı öncesinde, medyanın havayı germek için nasıl bir yol takib edeceğini göreceğiz..

*

Ve Tayyîb Bey"e de bir-kaç hatırlatma..

Bu arada, Tayyîb Erdoğan"a da bir çift sözümüz olmalı.. 

Bu cuntacılık-  darbecilik - çağdaş yeniçerilik hastalığını yansıtan belge için,  baştan beri dikkatli ve kararlı bir tavır içinde, Tayyîb Bey..

Ama, bu arada, "Nereye varırsa varsın, sonu kadar gideceğiz.." diyor ki, bunun izahı iyi yapılamayınca, okkanın altına giren, kendisi oluyor..

Bu söz doğrudur da, kanun düzeni ve sınırları içinde..

Karşınıza kanunî sınırlar çıkar ve siz orada kala-kalırsınız ve başkaları da sizin  sonuna kadar varamadığınızı düşünür..

Nitekim, geçmişte, Şemdinli Dosyası konusunda da aynı sözü söylemiştiniz, ama, kanunların kimleri nasıl koruduğunu görünce,  korunması gereken bir savcıyı bile koruyamaz duruma düşmüştünüz..

"Sonuna kadar.." dediğiniz yerde, kanunî imkan ve sınırlar içinde şartını da zikretmelisiniz...

Çünkü, kanun düzeni temelden bozuksa o zaman, yapacağınız fazla bir şey kalmayabiliyor..

Nitekim, 411 m. vekilinin oyu ile yaptığınız anayasa değişikliği, 11 kişilik Anayasa Mahkemesi"nce ve tamamen ındî mülâhazalarla -ve yetkisi de olmadığı halde- ibtal edilmiştir ve Anayasa Mahkemesi"nin ve yargının yetkilerinin yeniden düzenlenmesinde, hattâ askerîyeye getirmeye çalıştığınız kısmî bir-iki düzenleme kadar bile bir düzeltme yapamamaktasınız..

Aynı şekilde, başarıyla sonuçlanan bütün askerî darbeler için, darbecilere, "laik cumhuriyeti kollamak için, onun tehlikeye düştüğü anda, hiç bir yerden emir almadan,  re"sen harekete geçmek  yetkisine"  kanunî dayanak olarak gösterilen, "TSK.  İçhizmet Kanunu"nun 35. maddesini değiştirememektesiniz..

Çünkü,  Anayasa Mahkemesi ve bütünüyle Yargı"nın yetkilerini yeniden düzenlemeye dair yapacağınız her değişikliğin Anayasa Mahkemesi"nce ibtal edileceği tehdidini yemiş durumdasınız, en yetkili ağızlardan..

Bunun içindir ki, Kızıltepe"de, babasıyla birlikte ve sırtından sıkılan 13 kurşunla öldürülen 12 yaşındaki bir çocuğu öldüren polisler yargı tarafından beraet ettirilmişlerdir.. Ve eminim ki, az-biraz vicdanı olan her insanı isyan ettirecek derecede bir korkunç zulüm örneğidir, bu..

Ama, mâdem ki, "yüce yargı" diye yüceltilen kurum, böyle bir karar vermiştir, sizin de eliniz bağlıdır..

O halde, bazı şeyleri niçin yapamadığınızı millete anlatmalısınız.. "İktidar ağlama yeri değildir, icra yeridir.." diye sizi eleştirmeye kalkışanların geçmişte neleri nasıl yaptıkları da millet tarafından biliniyor.. O halde, bu yöndeki bir açıklmamanız, iktidara sahib olmadığınız ve zaafiyetinizi açığa vurduğunuz gibi bir mânaya gelmez.. Belki, millet, gerçekleri daha iyi anlayabilir, bu vesileyle.. Bu sistemin nasıl çetrefilli bir "oligarşik diktatörlük" olduğunu millete, siz de anlatabilirsiniz, uygulamalı örneklerle..

Haksöz