ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİ, İSLAMÎ HAREKETLER VE "İLİM YAPMAK"
XIX. yüzyılda Cemaleddîn Afgânî (v. 1897), Muhammed Abduh (v. 1905), Reşit Rıza (v. 1935) ve Sir Seyyid Ahmed Han(v. 1898) ile başlayan ve modern müslümanın zihninde şu ya da bu şekilde etkilerini hala sürdüren çağdaş İslam düşüncesi ve bu düşüncenin etkisiyle gelişen, İslam"ı okuma/anlama yönteminden ve bu yöntem sonucu ortaya çıkan selefî, modernist ve reformist anlayışlardan söz ettiğimiz izahtan varestedir.
Müslümanların kolonyalizme karşı bilinçlenmesini ve direnmesini sağlayan bir yönü olması hasebiyle önemsenmesi gereken ancak bununla birlikte zâhirci, rasyonalist ve pozitivist doğası itibariyle eleştirel bir gözle okunduğunda çok daha sağlıklı faydalar devşirilebilecek olan bu düşünür ve hareket adamları maalesef doğru-yanlış sorgulamasına gidilmeksizin âmiyâne taklit psikolojisiyle okunmuş ve İslamî gelenek üzerinde onulmaz yaralar açan ve Müslümanların dünyevileşmesine kapı aralayan bir çizgi haline getirilmiştir.
Müslüman zihin üzerindeki etkinliğini evrim geçirerek de olsa hala koruyan ve farklı varyasyonlarıyla bu çizgiden beslenen yapılanmalar, kuşatıcı ve analitik bir gözle yeniden okunduğunda yaklaşık olarak şu vasıflarda ortak olduğu görülür:
- Konjonktürle biçimlenmiştir
- Tepkiseldir
- Tekfir meyillidir ve tekdüzedir; yalnızca kendinin "gerçek İslam"ı temsil ettiğini düşündüğü için kendisi dışında kalanları tekfir etmeye meyyâl olması ya da yadsıması sebebiyle tekdüzedir.
- Zamanla harîcî bir nitelik kazanır
- Nasslara yaklaşımı zahircidir ve bazılarına göre her türlü te"vil, yorum ve kıyas, ilâhî alana müdahale addedildiği için şirk sayılır. Hatta içlerinde düşünmenin bile şirk olduğunu kabul edenler vardır.
- İndirgemecidir
- Genellemecidir
- Tasavvuf karşıtıdır
- Mezhep karşıtıdır
- Genelde "asr-ı saadet" sonrası tüm İslâm tarihiyle özelde ise Osmanlı ile problemlidir
- Sekülerlik/Dünyevîlik yönü baskındır.
Ana gövdesi itibariyle aynı kaynaktan beslenen ve aynı mantalitenin muhtelif açılımları olarak gördüğümüz bu çizgiye bir bütün olarak bakıp farklı varyasyonlarını ondan sonra ele almak gerektiğini düşünüyoruz. Yoksa bu çizginin yan çizgileri olarak oluşan farklı ekolleri birbirinden bağımsız olarak incelemek yanıltıcı sonuçlara götürür.
Allah"ın dînine bir bütün olarak yaklaşan, "insanın bireysel anlamda Rabbi ile ilişkileri sağlıklı olursa toplum ve devlet anlayışı kendiliğinden sağlıklı hale gelir" savından hareketle, tasavvufu, ahlakı ve zikri merkeze alan ve buradan hareketle diğer alanlara sarkan bir tebliğ/davet yöntemi geliştirdiği için dînin geniş kitlelere ulaşmasına sebep olan ve bu yüzden de kanaatimizce başarılı olan Hasan el-Bennâ'yı (rh. a.) hariç tutarsak bu çizgiyi temsil eden diğer düşünür ve hareket adamlarının çabalarının "İslam Devleti", "İslam İktisadı", "İslam'da Sosyal Adalet" vb. temalarla dînin sadece dünyevi boyutunu önceleyip dünyevi temaları merkeze almaları ve bunlara aşırı vurgu yapmaları bu gün gelinen noktada Müslümanların sekülerleşmesinde/dünyevîleşmesinde etkin olmuştur. İslam"ın bir bütün olarak yaşanabilmesi için bir araç olan "devlet" bu düşünür ve hareket adamlarından beslenenler nezdinde İslam"ın adeta altıncı şartıymış gibi bir yere oturtulmuştur.
Mevcut şartların ve egemen söylemlerin bu çizgi üzerinde belirleyici olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Ulus devletlerin revaçta olduğu dönemlerde devletçi bir söylemin; sosyalizmin râic olduğu zamanlarda sosyalist bir söylemin; küreselleşmenin tartışmasız bir fenomen olduğu iddia edilen günümüzde ise küresel söylemlerin ve temaların egemen olduğu çok kaygan ve kırılgan bir zemindir modern İslamcı hareketlerin üzerinde durduğu alan. Görüş sahamızı biraz daha daraltarak bu ülke toprakları üzerinde vücut bulmuş olan ideolojik İslamcılığa baktığımızda bu kırılma, kopma ve değişme noktalarının çok daha keskin ve ibretamiz olduğu fark edilir. Yaşanan bu kırılmaya, çok güncel bir örnek olması hasebiyle, 90lı yılların sonlarına kadar "parti küfürdür" diyen Türkiye İslamcılarının, her fırsatta liberal ve muhafazakâr olduğunu söyleyen ve uzak durulması gereken üç kırmızı çizgisinden birini "dincilik" olarak deklare eden AKP'ye olan sınırsız desteği ve katılımı zikredilebilir.
Metodolojik ve düşünsel zaviyeden bakıldığında da konjonktürün İslamcılık üzerindeki belirleyiciliği yine çok nettir. Mesela aydınlanma felsefesi, bu akımın önde gelenlerinden biri olan Reşid Rıza üzerinde ünlü tefsirinin adını "el-Menâr" koyacak kadar baskındır. Tefsirin sayfalarını çevirdiğinizde mucizelerin, örneğin şakku"l-kamer mucizesinin akılla izah edilemediği için uydurma olduğunu ileri sürecek ve ebâbil kuşlarını, kanatlarında öldürücü mikroplar taşıyan sivrisinekler olarak açıklayacak denli rasyonalist ve pozitivist bir yaklaşımla kaleme alındığına ibretle tanıklık edersiniz.
Hep konjonktür tarafından biçimlendirildiği için günümüzde aynı çizginin uzantısı olan okuma biçiminin sınırlarının yine hâkim kültür tarafından belirlenmekte olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Nasıl mı? Uzağa gitmenize gerek yok. Hemen yanıbaşınızda bulunan "Avrupa İslâmı, Ilımlı İslâm, Türk İslâmı" vb. küreselleşme soslu bir İslam"dan sözeden ya da Ortaçağ hristiyanlığı sonrası İncil"e uygulanan bir okuma biçimi olan tarihselciliği Kur"ân'a uygulamaya çalışan araştırmanların ve yazarların gözünün içine bakın" ve" oradaki "usûl" eksikliğine" Bunun sonucunda ortaya çıkan rafine edilmemiş bilgiyle muhatap kılınmaya çalışılan, bu yüzden de kafası allak bullak olan kitleleri görürsünüz. İranlı düşünür Şayegan"ın ifadesiyle "hakim modern değerlerle yerli değerler arasında gide gele başı dönmüş" ve büyük bir düşünsel kaosun labirentleri arasında beyhude at koştururken hep çıkmaz sokaklara ulaştığı için vehimleriyle ördüğü bir ormanın içinden Müslümanlara yön vermeye çalışan, S. Hüseyin Nasr"ın tabiriyle bu "özür dileyici" güruhun onurlu gözükmeye çalışırken ne kadar da zavallı bir görüntüye büründükleri ibretle seyredilebilir. Lafa gelince insan hakları ve özgürlükler konusunda mangalda kül bırakmayan, sözde bir "gelenek engizisyonu"ndan bahsederken hâkim kültürün hegemonyası karşısında sesi kısılan kimi ilahiyatçıların, "ilim yaptıkları" üniversitelerde uygulanmakta olan insan hakları ihlalleri karşısındaki sâmit tutumlarını anlamak oldukça zordur. Bu adamların, İslam ilim tarihi içinde köşe taşı olmuş hikmet ehli büyüklere karşı özgürlükçü yaklaşım adına beylik laflar ederken ve ceffelkalem hüküm keserken, birazcık onuru olan sıradan bir insanın bile tahammül edemeyeceği uygulamalar karşısında sessiz bir kütle görüntüsü sergilemeleri çok manidardır.
Çelişkileri oldukça derin olan bu çizginin bazı farklı varyasyonlarında seyreden kimileri de sözgelimi "İmam Ebû Hanife sorgulanamaz mı?" diye tuttururken kendi tutunmuş olduğu düşünür ve hareket adamlarını sorgulamak aklının ucundan bile geçmemiş hatta bu zatların düşüncelerini tahlil edip objektif kriterlerle sorgulayanlar ise insafsız eleştirilere muhatap kılınırken bir anlamda kendi idollerini de üretmiştir. Tarikat sistemindeki "gassal elinde meyyit" anlayışını kıyasıya eleştirirken gerçekte kendi aralarında pratize ettikleri "abicililik" şeklindeki tuhaf uygulamalarıyla müntesiplerinin ilmî ve fikrî anlamda kısır kalmasına sebep olmuştur.
İslam ilim tarihine toptancı ve tasfiyeci bir içgüdüyle ve daha başından yoksaymaya koşullanmış histerik bir ruh haliyle yaklaştıklarından dolayı onlara göre selef (iyimser bir ifadeyle ilk dört asır) sonrasından günümüze kadar olan dönem, İslam"ın yanlış anlaşıldığı ve totaliterliğin egemen olduğu karanlık ve süflî bir dönemdir. O halde bu uzun süreç boyunca ortaya konan tüm çalışmalar gözardı edilerek Kuran ve Sünnet"e; bir kısmına göre ise yalnızca Kuran"a dönülmelidir. Kuran"a dönülürken de klasik usûl yöntemleri uygulanırsa sonuç alınmaz. Mutlaka batıda üretilen ve Rönesans"la birlikte Hıristiyanların İncil"e uyguladığı rasyonel ve tarihselci yaklaşımla Kuran"a yaklaşılmalıdır. Özellikle Osmanlı"nın, Hanefî ve üstelik sûfî bir anlayışı temsil ettiği için Müslümanlara hiçbir katkısı olmamıştır(!). Müslüman olmayan ilim adamlarının ve tarihçilerin bile hayranlıklarını gizleyemediği İslam medeniyetine yaklaşımları bu denli genellemeci ve bu kadar yüzeyseldir.
Bu akımın ürünleriyle beslenen kesimler aynı zamanda kendine malzeme olmaya elverişli bulduğu ilmî ve kültürel değerleri de sorumsuzca tüketen ve yağmalayan bir tutuma sahiptir. Bu tüketimden en fazla nasibini alanlardan biri de hiç kuşkusuz İbn Teymiye (v. 728/1328)"dir. Ehl-i sünnet ulemasının "Bazı konularda Ehl-i Sünnet"e muhalefet etmiştir" diye nitelediği İbn Teymiye maalesef kitapları tahrif edilerek ve sadece bazı uç görüşleri ön plana çıkarılarak bu gün o hale getirilmiştir ki Ehl-i Sünnet"e her konuda muhalefet eden, kıyas"a ve yoruma karşı çıkan, tasavvufu toptan reddeden, mücessime ve hâricî bir İbn Teymiye görüntüsü oluşturmaktan hiç çekinmemiştir.
Bu koşullanmış ideolojik zihniyet kendine malzeme olacak argümanlar bularak sağlam bir meşruiyet zemini edinebilmek için İbn-i Teymiye"yi tanınmaz hale getirdiği gibi İmam-ı Rabbânî"yi de ideolojik bir gözle okumaya çalışmıştır. Şöyle ki İmam-ı Rabbânî"nin yalnızca siyasî duruşu, devrimci yönü ve sosyopolitik düşüncelerine vurgu yapılarak "modern" ve "Seküler" bir İmam-ı Rabbânî portresi oluşturulmak istenmiştir. Ancak bu tür bir İmam-ı Rabbânî okuması eşyanın tabiatına aykırı olduğundan bu anakronist çaba akim kalmıştır.
Çünkü bir tarafta Kuran"ın da tezekkî, ihlas, ihsan, takvâ ve benzeri nitelemelerle merkeze aldığı tasavvuftan beslenen bir anlayış sonucu gelişen "içten içe" bir tecdid anlayışı diğer tarafta ise çok temel ölçülerin konjonktür uğruna feda edildiği rasyonalist/kuru akılcı, pozitivist, indirgemeci, genellemeci ve tekdüze bir zihniyetten sadır olan "dıştan içe" bir reform anlayışı. Tabii ki bu değerlendirmelerin amacının, İmam-ı Rabbânî"yi anladığını sanan gerçekte ise onu tipik sıradan bir derviş olarak okumaktan öte gidemeyen sözüm ona kimi sûfîleri tezkiye etmek olmadığını ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım.
darulhikme.org