Çekilen sancılar sadece ölümün değil, yeni bir doğuşun da...

Selâhaddin Çakırgil

Çekilen sancılar sadece ölümün değil, yeni bir doğuşun da habercisi olabilir..

 

Voltaire, "ömrü boyunca birçok hükûmetlerin yıkılması ve kurulmasında, savaşlarda, barış andlaşmalarının yapılmasında hazır bulunduğundan" sözeder ve amma, hemen sonra, "bunun salonlardaki dedikodu ve entrikalarla sınırlı olduğunu, gerçek meydanlarda olmadığını"  hatırlatırır..

"Onlar ki laf ile verirler dünyaya nizâmat, / Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde.." diyen Ziyâ Pâşâ da Voltaire"in sözlerini değişik şekilde belirtmiş olmuyor mu?.

Bugün, çoğumuzun da durumu böyle değil midir?

*

24 Temmuz 1923"de, Lausanne  (Lozan)"da Osmanlı"nın enkazı üzerinde yığınla devletçikler oluşturulurken, Anadolu coğrafyasında, emperyalist dayatmalara ve de bu dayatmalar karşısında, o zamanki uluslararası denklemlere göre kurulan ve takib edeceği yol "laik" yol haritası bile orada belirlenip dikte olunmuş olan andlaşmanın mahiyetini düşünmeden, "Ahh bir hükûmet bizde olsa, şunu şöyle yapardım, bunu böyle yapardım.." diye nutuklar atarız..

Halbuki, o sistemin içinde kaldıkça, yapmamız mümkün olmayan şeyler vardır..

 

Nicelerimiz, II. Dünya Savaşı"nın son günlerinde, 1945 Şubatı"nda B. Amerika, Sovyet ve İngiltere liderlerinin katılımıyla tertib olunan (Karadeniz kıyısındaki) Yalta  ve 17 Temmuz - 2 Ağustos 1945'de (Berlin yakınlarındaki) Potsdam toplantılarında oluşturulan yeni Avrupa"nın irili-ufaklı rejimlerinin hemen tamamının, o emperyalist dayatmalara göre şekillendiğini kabul ederiz..

Aynı şekilde, Irak ve Afganistan"daki Amerikan işgalinden sonra, oralarda USA emperyalizminin istemediği hükûmetlerin kurulamıyacağını kabul ile, bunun mantıkî bir sonucu olarak oradaki bütün hükûmetleri kukla olarak bile görürüz de.. Aynı durumun, Osmanlı"nın enkazı üzerinde oluşturulan bütün rejimler için de hâlâ da geçerli ve maalesef bir türlü kırılamamış olan bir zencir olduğunu kabullenmek ve TC. rejiminin de temelde özü itibariyle aynı emperyalist dayatmalarla şekillendiğini görmek istemeyiz..

*

Son zamanlarda, TC. rejiminin temel kuruluş felsefesine aykırı olduğu düşünülen bir şxekilde., ve amma daha çok da, bu temelden bozuk rejimin bile, az-biraz milletin iradesine uygun hâle getirilmeye çalışılması ve bu yoldaki hizmetlerle ülkenin güçlenmesinden ve hattâ, açık bir meydan okuma havası vermeksizin, fiilen IMF"in ülkenin sosyo-ekonomik yapısını derinden etkileyen müdahale kararlarının etkisizleştirilmesinden ve bu kurumun tasını tarağını toplayıp çekip gitmesinden sonra..

Kezâ, Batı dünyasının, özellikle Amerikan emperyalizminin taleblerine, geçmişte olduğu gibi hemen, "Yes men../ Başüstüne efendim!" demeyip direnebilecek bir duruma gelmesi ve ayrıca, emperyalizmin Ortadoğu"daki ileri karakolu durumunda olan siyonist İsrail rejimine karşı çok açık bir "Hayır!" diyebilecek noktaya gelmesi üzerine, "Eyvah Türkiye Batı ekseninden, laik eksenden kayıyor, müslüman coğrafyalarına doğru yöneliyor.." diye korkuların yükseltilmesi de üzerinde durulması gereken yeni bir olgudur..

*

Böyle bir durumda, Türkiye"nin bu muhtemel yönelişlerini durdurmak ve ona boyun eğdirmek için, birçok etkili yoldan birisinin de terörü daha bir ateşlemek olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır..

Bu arada, TC. içindeki kamuoyunu etkileme araçlarının, medyanın ve anket kuruluşlarının içine sızmış olan "unsur"ların Türkiye"yi bu yeni noktaya getirmekteki etkisi inkar edilemiyecek olan Tayyîb Erdoğan"ı zayıflatmak için, her türlü şeytanî oyunu kuracağı da açık..

50 gün sonralardda 12 eylûl 2010 günü yapılacak olan anayasa değişikliği referandumunda Tayyîb Erdoğan"ın durdurulması için işbirliği yapan çevrelerin iç ve dış güç merkezleri olarak ayrı gözükmelerine rağmen, herbirisinin hedefinin Erdoğan"ın zayıflatılması olduğunu üzerinde durulması gerekir.. Çünkü, Erdoğan, Türkiye için siyaset sahnesinde olduğundan daha daha fazla, hattâ denilebilir ki, müslüman coğrafyalarda estirdiği yeni bir heyecan dalgası ve dünya siyaset sahnesindeki güçlü konumuyla tedirgin eden ve bertaraf edilmesi üzerinde uluslararası planların yapılmasını gerektiren çapta bir "fenomen / hadise şahsiyet" haline gelmiştir.. Bu durumu bugün sadece iç siyasî bakış açılarıyla değerlendirenler, onun bertaraf edilmesi halinde, nelerin nasıl kırıldığını belki o zaman anlıyacaklardır, ama, o zaman, "atı alan Üsküdar"ı geçmiş olacaktır.."

*

Bu şartlarda, PKK"nın terör silahını daha bir "ölüm makinası" haline dönüştürmek için düğmeye basmış olmasına şaşılmamalıdır.. Nasıl ki, PKK"nın siyasî plandaki uzantısı BDP, anayasa değişikliklerine karşı çıkmış ve referanduma  katılmamak için de boykot kararı almışsa, terör konusunun yeniden ateşlenmesinin hedefi de, (AK Parti"nin değil) Tayyîb Erdoğan"ın etkisizleştirilmesidir.. Çünkü, o etkisizleştirilemezse, halkımız arasındaki -herşeye rağmen, etkisini etkili şekilde hâlâ da hissettiren- İslamî kardeşlik duygularından beslenen birlik ruhu da zayıflatılamamış olacaktır. Ama, o etkisizleştirilebilirse, türkçü, kürdçü, vs. gibi zehirli kavmiyetçi duygular sosyal bünyemizi daha bir etkisi altına alacaktır..

*

Terör, sloganlarla, boş öğünmelerle, kin ve nefretle mi önlenecek?

Terör..

Çeyrek yüzyılı aşkın zamandır, "yok edildi-edilecek, bir avuç çapulcu.." diye değerlendirilen terör odaklarının, özellikle PKK"nın artık, bir uluslararası terör taşeronu ve ölüm oyuncusu olarak, güçlü şekilde yerini aldığı görülmektedir ve bunun sorumlusu olarak, sadece Kuzey Irak"da, Irak Kürdistanı"nda Mesud Barzânî başkanlığındaki eyalet hükûmetini suçlamak, tablonun gerçeğini görmemek için gözleri kapamak demek olacaktır.. Çünkü, Irak toprakları Amerikan topraklarının direkt askerî işgali altındadır ve siyonist İsrail rejimi de, bu işgalle birlikte Irak"daki çalışmalarına daha bir hız vermiştir.. PKK"yı asıl destekleyen ve yönlendiren dış odaklar bunlardır..

Başka konularda, "NATO"nun en güçlü ordusu" diye anılan ve NATO ve Batı dünyası ve kezâ siyonist İsrail rejimi tarafından alkışlanan TSK"nın bu terör hadisesiyle 25 yıldır başa çıkamamış olması, oyunun dış etkenlerinin de etkisiyledir..

Halbuki, halkımıza pompalanan hava ile, TS K, Ortadoğu"da asla karşı konulamaz muazzam bir güç gibi gösteriliyordu.. Hele de, siyonist İsrail rejimi ile arab rejimlerinin savaşları sözkonusu olduğunda, Filistinlilerin onca yoksulluklarına ve imkansızlıklarına rağmen, teslim olmayan mücadelelerine, direnişlerine bakmayıp; "Pis arablar.. Ne bilirler onlar savaşmayı.. Ahh, bizim ordumuz olsa, yahudinin işi sadece 48 saatte tamam olur.." lafları söylenirdi..

*

İç etkenler ise..

Temelde, "kemalist-laik-türkçü" olan TC. rejimi ile dünyaya bakış açısından aynı paralellik gösteren "apoist-laik-kürdçü" PKK"nın birbirlerini gözetelemekte olduğu, yeni bir durum değildir.. Ocak-2001"de, PKK"nın yayın organı olan Ö. Politika gazetesinde, Öcalan"a aid olduğu belirtilen bir yazıda, "laik TC güçleriyle mücadelemiz sınırlı ve kontrollü olmalıdır.  Çünkü, kürd halkının ufak bir manipulasyonla yeniden dinî bir hüviyete bürünmesinin kolaylığı ve bu durumda, laik TC rejimi ile işbirliği yapabileceğimiz unutulmamalıdır.."  mânasındaki görüşlerin yayınlanmış olması üzerinde düşünülmelidir..

Bu bakımdan, 20 Temmuz 2010 günü medyaya yansıyan ve "Balyoz Darbe Planı" dâvasının sanıklarından em. Gen. Süha Tanyeri'nden ele geçirilen ve iddianâmede de yer alan notlardaki, "irticaya karşı PKK"yla işbirliği yapılması gerektiği"  yönündeki planlar, bu  konuları takib edenler hiç de şaşırtıcı olmamıştır..

İddianâmede yer alan bilgilere göre Tanyeri, el yazısı notlarında öncelikli hedef olarak gördükleri irtica ile mücadele için PKK'yla işbirliği yapılması gerektiğini belirtiyor. Tanyeri, iddianamenin 953. sayfasında yer verilen "Süha Tanyeri Defteri Plan Semineri Hazırlık Notları" adlı dosyada, "Bölgede PKK-KADEK ile işbirliği yapacak kişiler önceden tesbit edilmelidir."  ifadelerini kullanıyor. Süha Tanyeri, notlarında  "birinci tehdidin irtica olduğunu"  iddia ve "İrticaî faaliyetlerde bulunan kişilerin yanı sıra bölgedeki basın yayın organlarının, kurumların tesbit edilmesi gerektiğini"  ifade ediyor.

"Süha Tanyeri Konuşma El Kartları"  adlı dosyada, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi öncesi ve sonrasında sıkıyönetim komutanlıkları tarafından yayımlanan bildirilere de yer verilmiş olup,  bununla, "Sıkıyönetim sırasında hangi işlemlerin yapıldığı öğrenilmeye çalışıldığı, o dönemden kopya çekmeye çalışıldığı" anlaşılmaktadır..

Aynı notlarda, ülkeyi sıkıyönetime götürecek karıştırma senaryo"larından bazıları ise, şöyle kaleme alınmış:

"... 22 Şubat 2002 tarihinde İzmit'te bir grup ilköğretim okulu müdürü ve öğretmenleri çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarında türban ve başörtüsü yasağını protesto etmeye yönelik kanunsuz bir yürüyüş yapmaya teşebbüs etmiştir... Başlangıçta yürüyüşün önlenmesi için alınan tedbirleri müteakip meydana gelen olaylar giderek büyümüş, emniyet güçlerinin olaylara müdahale etmede gecikmiş olması, bazı bölgelerde ise müdahale etmeyerek pasif destek vermesi nedeniyle pek çok işyeri tahrib edilmiş ve iki gün içinde 25 kişi ölmüş, yaklaşık 500 kişi de yaralanmıştır.  (") İstanbul Fatih'te 28 Şubat 2002 tarihinde aşırı dinciler tarafından Atatürkçü düşünceyi savunan dernek binalarına yapılan saldırı sonucunda çıkan çatışmalarda çok sayıda bina ve işyeri tahrib edilmiş, olayların İstanbul genelinde yayılması sonucu 30'un üzerinde insan ölmüştür. Kentteki pek çok mağaza ve ev yağmalanmıştır. Can derdine düşen halk, orduya aid kışla ve jandarma karakollarına sığınmıştır. İstanbul'un birçok semtinde sokak çatışmaları hergün vuku"bulmaktadır. İstanbul genelinde halk sokağa çıkamaz hale gelmiştir, işyerleri ve birçok alışveriş merkezlerine yönelik yağmalama olaylarının artış göstermesi nedeniyle esnaf kepenk kapatmak zorunda kalmış ve birçok zarurî gıda maddesi ... temininde zorluklar yaşanmaya başlanmıştır. Yetkililer tarafından İzmit ve Adapazarı'nda da gerilimin oldukça yükseldiği dile getirilmiştir. Bu olaylar üzerine Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulu'nun tavsiyesi ile sıkıyönetim ilan etmiş ve karar Resmî Gazete'de yayımlanarak aynı gün TBMM onayına sunulmuştur. Ancak TBMM'de üye yeterli sayısına ulaşılamadığı için sıkıyönetim kararı onaylanamamıştır."

Bu gibi senaryo notları, belki de şimdi nicelerince başka türlü yine hazırlanıyordur..

*

Bu senaryolar, benzeri olan diğer nice senaryolara bakıldığında, belki de sıradan ve önemsiz görülebilir.. Ama, bir ordu düşününüz ki, kendisini ülkenin ve milletin hayatının, haysiyet ve namusunun korunması için değil de; resmî ideolojinin ikonu haline, putu getirilmiş bir ismin ilke ve devrimlerini temel vazife saymışsa.. O hedef-vazifenin yerine getirilmesi için, bu gibi daha nice entrika planlarının da hazırlanmakta olduğu düşünülebilir..

*

Bu arada, TSK"nın bünyesinden bazı unsarların PKK"yla işbirliği yapılması konusundaki yeni yeni ipuçları ortaya çıktıkca.. Bazı konuların aydınlanıp geniş kitlelerce de anlaşılması belki daha bir kolaylaşır.. (Unutmayalım ki, daha birkaç hafta öncesine kadar, Öcalan da, bizzat TSK generallerinin direkt pençesindeydi ve o da dışarıya, onların gözü önünde, avukatları aracılığıyla mesajlarını ulaştırıyor ve kemalist-laiklerin ağzıyla, "ülkeyi tarikat cumhuriyetine dönüştürmeye çalışan AK Parti" gibi suçlamaları tekrarlıyor ve "M. Kemal"in cumhuriyetine sahib çıkılması gibi" kemalist mesajlar veriyor ve bu mesajlar, yazık ki, kürd gençlerinden bazı tecrübesiz kimseleri etkileyebiliyor ve bir işaretle yeni terör tırmanışları sergilenebiliyordu..)

*

Halkın çocuklarını birbirine boğazlatanlar, hangi şerr odakları?

Ya, TSK içinden bazı subayların, terör odaklarına karşı mücadele yerine, PKK ile işbirliği yaptıklarına ve hele de, "insansız uçaklar" olan "Heron"ların düşürülmesi" için emirler verildiğine dair ciddî iddialara ne demeli?

Geçen hafta, 15 Temmuz günü, bu konu Bugün gazetesince ortaya atıldığında, gözler Gen. Kur. Başkanlığı"na çevrildi, tabiatiyle..

Başında bulunduğu TSK kurumunun hizmet kusurlarını veya suçlamaları ört-bas etmek için; bazı konuları, devletin diğer güvenlik birimlerinin, polislerin üzerine atmasıyla, akıl almaz bir aymazlık sergileyen Org. Başbuğ"un bu iddialara karşı ne diyeceği merak ediliyordu..

5 günlük bir suskunluk sonunda, Genelkurmay Başkanlığı'ndan açıklama geldi. Ekim 2007'de MİT'in dinlemesine takılan telefon konuşması şüphe uyandırmıştı. İddiaya göre, PKK mevzilerinin ağır darbeler yemesi üzerine, bir subay bir başka subaya, "Heronları düşürün, ya da koordinatları değiştirin. Bizim adamlarımıza çok zayiat veriyor" demiş ve böylece PKK"lıların korunmasını sağlamıştı..

MİT, bilgileri sür"atle dönemin KKK. Org. İlker Başbuğ'a intikal ettirmiş ve Başbuğ da hemen soruşturma başlatmıştı..

Yani, görüntüye göre, ortada bir savsaklama söz konusu değildi.

Ama, aradan geçen 3 yıla yakın bir süreye rağmen, soruşturma bir sonuca varamamıştı..

Böylesi bir soruşturma laubaliliği olur mu?
Konuyu, sürüncemede bıraktığı belirtilen bir başka kişi, adı son zamanlarda ağır suçlamalarla karşı karşıya bulunan ve halen "çürük çetesi" suçlamasından dolayı  tutuklu olan Hava K. Başsavcısı Alb. Ahmet Zeki Üçok idi.. Üçok"un bu konuda cezaevinden yaptığı açıklamaya göre,  "Ses benzerliği bulunan Havacı Üstğm. Fırat Ç.'nin, konuşmanın yapıldığı 12 Ekim 2007'de, F-4 jet uçağında olduğu tespit edildi. Üsteğmenin telefonla aradığı Hava pilot yarbay Selami Selçuk Ç. ise, o tarihte İtalya'nın Napoli kentinde görevliydi."

***

Ancaak, daha sonra, Üstğm. Fırat Ç.'nin bir tuğamiral (Alaaddin Sevim) ile konuştuğu anlaşıldı..

Hürriyet"in Ankara temsilcisi Metehan Demirci ise, konuyla  ilgili olarak, soruşturmanın, dönemin KKK. Org. İlker Başbuğ tarafından verildiğini duyurarak,  "Bugün gazetesinde yer alan "bir üsteğmen ile yarbay arasındaki teröristleri korumaya yönelik konuşmayla ilgili Genelkurmay Başkanlığı ve ilgili birimlerinin suskunluğunun tepkilere yol açtığını" vurguluyor ve "Askerî kaynaklar, olayda farklı kuvvetlere mensub subayların bulunması nedeniyle (havacı, karacı ve denizci) yetki kargaşası yaşandığına ve konunun kuvvetlerin mahkemeleri arasında gidip geldiğine işaret" ile, ilgili subayların sorgulandığını ve gereken adımların atıldığını, konunun Genelkurmay Askeri Savcılığı"nın iddianamesinin ardından mahkemeye taşınabileceğini bildirdiler."  diye yazıyordu..

Bu iddiayla ilgili dosya Ekim 2007'da işleme alınmış ve ancak, Temmuz 2010'da yetkili mahkemesine ulaşabilmiş..

Bu sür"at çağında, bu kaplumbağa hızına ne demeli? Ve bu yolda, savsatma dolayısiyle, o üç yıl boyunca yüzlerce insan birbirini öldürdü..

O Genelkurmay Başkanı Başbuğ ki, aylarca Alb. Dursun Çiçek"e sahib çıktı, "ıslak imza idi- değildi.." tartışmalarına katıldı, yığınla kurtarma çabalarına başvurdu... Sonunda ise, herşeyin neredeyse inkarı mümkün olmayacak derecede ap-açık ortaya çıkması üzerine, Alb. Dursun Çiçek"in fedâ edilerek ötekilerin kurtarılması yolunun denenmesine ağırlık verildiği gibi bir görüntü meydana geldi..

Aynı Başbuğ, 3. Ordu K. Org. Saldıray Berk"i mahkemeye göndermemek için de uyduruk ma"zeret ve bahaneler icad ettirdi.. Ağır ithamlar altında olan emekli orgeneralleri hapiste tutturmamak için onlara Gülhane Askerî Tıb Akademisi (GATA)"nın yolunu açtırdı ve askerî hekimlerce verilen raporlarla, hapiste tutulamıyacak derecede hasta olduklarına dair rapor verilen bu em. generallerinii şimdi sosyal hayatın içinde turp gibi gezdikleri görülüyor..

*

Haa, o yargılamalardan bir netice çıkar mı?

O da biraz şübheli.. ama, en azından, daha birkaç yıl öncesine kadar, Meclis"in soruşturma komisyonlarına bilgi vermeleri için yapılan davetlere icabet etmek tenezzülünde bile bulunmayan nice em. Orgenerallerin şimdi tutuklanmaya, ve haklarında iddianâmeler hazırlanarak yargılanmaya başlanması bile, hele de bizim gibi, asırlar boyun, sultanların, şeflerin kararlarına göre yapılan göstermelik yargılamaların adalet diye gösterildiği toplumlar açısından, çok büyük bir sosyal gelişme olarak ele alınabilecek çapta..

Bu noktada, elbette, Başbakan Erdoğan da suçlanabilir.. "Hâlen muvazzaf /vazifede olan generalleri niçin, azletmiyor?" diye..

Ama, bilinmeli ki, Başbakan, çivili sandalyede oturuyor.. Ve o sivil makam, o generallerin sahib olduğu kadar bir kanunî korunma imkânına sahib değil.. O, hem dikleşmeden dik durmaya dikkat gösteriyor, hem de arabayı devirmeden götürmeye..

Üstelik de karşısında, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi"nden bu yana gerçekleştirilen 4 askerî müdahalenin herbirisinden sonra, kendilerini daha bir zırhlarla korumuş olan askerî kurum ve kişiler bulunuyor.. Hattâ o kadar ki, Hükûmet"lerin rolü, sadece generallerin ve diğer subayların vazifelendirilmesi, terfi ve emekliliklerinde geçerli olan, TSK-İçhizmet Kanunu"na göre yıllarca önceden hazırlanmış olan bir takvim ve yol haritasıdır.

*

Evet, İçhizmet Kanunu"ndaki 35. madde ilkelliğine son verilmeli..

Bu vesileyle belirtelim ki, Meclis Başkanı M. Ali Şahin, 22 Temmuz günü, İçhizmet Kanunu"nun 35. maddesinin kaldırılması gerektiğini, bu konuda geç bile kalındığını söylemiş..

Bilindiği üzere, bu madde Hükûmet"leri devirmekte başarılı olan askerî darbelere katılanların tek kanunî dayanağı.. Darbeciler, bu maddeye, hiçbir yerden emir almaksızın, Cumhuriyet"i kollamak için, müdahale ettiklerini ve kanuna uygun davrandıklarını  söyleyebiliyorlar..

Halbuki, "Cumhûriyeti tehlike gördüm, onun için darbe yaptım!" gibi bir mantık, kontrol tanımaz bir ilkelliği yansıtmaktadır ve kontrol edilemiyen bir güç, gerçekte güç değildir..

Bir sistem, kendisini tehlikede görürse, elbette, geretiğinde askerî güçlerine de emir verip vazifeler yükler.. Ama, herhangi bir subay, "ben rejimi tehlikede gördüm" diye darbe yapamamalıdır, hele de kanun adına diyerek.. (Ki, başarılı olamadığında öyleleri, zâten vatana hıyanetten yargılanırlar, ama, onlar başarılı olduklarında kahraman sayılırlar..

Unutulmamalı ki, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi"nde 27-28 yaşındaki Muzaffer Özdağ, Numan Esin, Ahmet Er gibi yüzbaşıların bile, "cumhuriyeti tehlikede gördük.." diyerek ve hiçbir üst makamdan emir almadan, kendiliğinden müdahale edip, millete ne büyük acılar çektirmişlerdir..)

Bu bakımdan, Meclis Başkanı Şahin"in, bir gazetecinin, "Darbelerin kanunî  dayanağı olduğu iddia edilen İç Hizmet Kanunu 35. maddesinin değiştirilmesi gerekir mi?" sorusuna, "Değiştirilse iyi olur diye düşünüyorum. Şu ana kadar değiştirilmemiş olmasını da bir eksiklik olarak görürüm. Türkiye'de millet iradesini savunmak ve millet iradesinin yansıdığı parlamentonun hukukunu korumak, herkesin görevidir. Özellikle şu anda bu parlamentonun başkanı olarak görev yapan benim, üzerinde en hassasiyetle durmam gereken konudur diye değerlendiriyorum"  şeklinde karşılık vermesi ilginç bir diğer gelişmedir..

Gerçi, daha önce, CHP"nin o zamanki Gen. Başk. Deniz Baykal da, İçhizmet Kanunu"nun 35. maddesinin değiştirilmesi teklifinde bulunmuştu, ama, Tayyîb Erdoğan, bu öneriyi, "Bizim öyle bir rahatsızlığımız yok.." diye savmış ve bu sözleri bazı çevrelerce şaşırtıcı bulunmuştu.. Ancak, Baykal"ın o teklifinin, Erdoğan ile, TSK"yı karşı karşıya getirmek için bir taktik olduğu daha sonra anlaşılmıştı..

Nitekim, birkaç ay önce de, aynı Baykal, bir taraftan, 12 Eylûl 1980 darbecilerinin yargılanması için kanunî değişiklikler yapılmasını ateşli şekilde savunurken; Meclis"ten darbe çalışmalarına katılmakla suçlanan subayların askerî mahkemelerde değil, sivil mahkemelerde muhakeme edilmesini, yargılanmasını sağlayan kanun değişikliğine şiddetle karşı çıkmış ve o kanunun kabul edilmesi üzerine de, Anayasa Mahkemesi"nde ibtal davası açıp, o kanunu engellemiş, yok saydırmıştı..

Şimdi ise, o gibi suçların sivil mahkemelerde görülmesi, referanduma sunulan anayayasada yapılan değişiklik teklifinin içinde yer almaktadır.. Eğer, anayasa değişikliği referandumda "EVET"lenirse, o zaman, gereken düzenlemeler biraz daha düzeltilmiş ve makûl bir çizgiye çekilmiş olabilecek olacaktır..

Yaşanan acıların ve çekilen sancıların bir ölüm kıvranışı olarak değerlendirilmesi mümkün olabileceği gibi, bir yeni doğuşun sancıları olarak değerlendirilmesi de mümkündür..

Herkes, durduğu yere ve bakışındaki temel kriterlere göre farklı değerlendirmeler yapabilir.. Gelecekten karamsar olanlar için herşey karanlık görülebilir; umutlu olanlar için ise; yeni ve hayırlı gelişmelere doğru yol alındığı düşünülebilir..

Nil nehri, Hz. Mûsâ için âb-ı hayat idi; Fir"avun"a göre ise, kan rengindeydi..

haksöz