PKK kampına gidip askerleri teslim alması, onu 28 Şubat sürecinde Çevik Bir'in ilk andıçladığı isim haline getirdi. Erbaş'ın anlatımıyla 28 Şubat süreci. İşte o söyleşi"
Sizinle önce 28 Şubat'a giden süreçte 'andıçlanmanıza' sebep olan asker kurtarma olayını konuşmak isteriz. 1995 yılında K. Irak'ta PKK'nın esir aldığı 8 askeri askerleri kurtarmanızla ilgili oldukça ilginç anılarınız var. Bu olayı anlatır mısınız?
Bu olayı biraz geriden alarak anlatayım isterseniz. Ben 1977'de Van belediye başkan adayı oldum. Seçimlere babamın ısrarıyla giremedim. Daha sonra 1987 yılı seçimlerine katıldım. O zaman baraj vardı. İl barajı yüzde 24'ti. Onu aştık. Fakat Türkiye genelinde baraj yüzde 10'du. Onu aşamayınca da 2 milletvekili çıkaracak kadar oy almamıza rağmen 5 milletvekilinin 5'ini de Anavatan Partisi aldı. 1989'da Van belediye başkanlığına tekrar aday oldum. Cenab-ı hak nasip etti ve belediye başkanı olduk. O sırada Kuzey Irak'ta bir problem olmuştu. Saddam, K. Irak'taki Kürtler'in üzerine büyük bir tank birliği gönderdi. Hepsi kaçtılar. Bizim sınırımıza doğru geldiler. Ben o sırada belediye başkanıydım. Başkanlığım sırasında bölgede 300 bin insan olunca tabi hiç kimse onlara bakacak durumda değil. Devlet de çok fazla yardım edemiyor. Götürdüğü yardımlar da kapıda kapışılıyor. İç taraflara hiçbir şey gitmiyor. Kamerayla bölgedeki olumsuzlukları, olumlulukları ne varsa bir gün sabahtan akşama kadar çektim. Belediye başkanı olarak bir istişare heyetim vardı. O heyetle oturduk ne yapabiliriz diye tartıştık. Bunlar tartışıldıktan sonra dedik ki, Türkiye'deki bütün Milli Görüşçü il başkanlarına yazalım telefon açalım bize yardım etsinler. O zaman zaten 5 belediyemiz vardı, bir tanesi Konya Büyükşehir Belediye Başkanlığı idi.
K. IRAK'TA BARIŞ İÇİN ARACI OLDUM
Biz bütün kör çadırları topladık, araç-gereç, iş makinelerini götürdük, orayı insanın yaşayacağı bir hale getirdik. Tuvalet sorunu, banyo sorunu, susuzluk sorunu vardı. O dağın başında birkaç gün için su kaynaklarını bulduk, boruları çektik ve problemi hallettik. Yaya yolu olarak kullanılacak alanı hallettik. Ondan sonra da oraya 286 büyük kamyonla eşya taşıttık. Sonra da belediye personeli ile 40'a yakın zabıta ile dağıtım işini yaptık. Çok intizamlı bir şekilde, onları orada aşağı yukarı üç dört ay idare ettik. O bölgenin halkı tabi genelde kadirşinas adamlar. Bizi tanıdılar. Orada kimse el uzatmadı, devlet de pek öyle el uzatmadı. Belediye olarak, sivil toplum kurumlarından topladığımız eşyaları oraya sevkettik. Hatta yurtdışından bile eşya getirenler oldu.
Bütün bunlardan sonra Kuzey Irak ile ilk temaslarım o dönemlere rastladı. Daha sonra, 1994 yılında da Talabani'nin güçleri ile Şeyh Osman'ın güçleri arasında büyük bir çatışma çıktı. Günde 10-15 kişi ölüyordu. O zaman da Hocamız bize 'İki Müslüman savaşırsa, diğerlerine düşen barıştırmaktır. Bunları barıştırın.' dedi. Gittik, o zaman öyle, hakikaten televizyonlarda da göstermişlerdi, yerel televizyonlarda, hiçbir şeyden haberim yok, baktım büyük bir tören. Karşılıyorlar, geliyorlar... 'Bir şey var herhalde' dedim kendi kendime. Ama ben kendimden bilmiyorum. Kendi kendime diyorum ki 'Bu işte bir yanlışlık vardır.' Meğer teveccüh bize imiş. O karşılayan insanlar, 'Burası Osmanlı, Burası Osmanlı'nın kalesi' diyorlar. 'Gelin buraları alın bu Saddam zalimine bırakmayın' diyorlar. 'Bizi de kurtarın, kendinizi de kurtarın' diyorlar. Öyle telkinlerde bulunuyorlar. Bu telkinler yüzünden kendimi bir anda Osmanlı Paşası gibi hissettim.
O dönem iki grup arasında sistematik bir yol ile ikisini de razı ettik, barıştırdık. Oradan da ilişkilerimiz oldu. O başarıdan sonra, hem Talabani, hem Şeyh Osman Efendi bize minnet duydular. Ben Ankara'da idim. Şeyh Osman Efendi Ankara'ya geldiği zaman, telefon ederlerdi, gider karşılardım, eve getirirdim. Otelde kalmasın diye. Sıkıldığı zamanda, Meclis'in lojmanları vardı, güzel bir yer, o sıkılmasın diye de o yeşil alanda gezdirirdik. Tüm bu ilişkiler sebebiyle, Kuzey Irak'taki ilişkilerimiz iyiliklerle geçti.
AİLELER 'ÇOCUKLARI KURTAR' DİYE BANA GELDİLER
Peki kaçırılan askerlerin kurtarılmasına müdahaleniz nasıl gerçekleşti?
Son dönem bu, 1995 üzeri, seçimlere çok az vardı. 1995'in Ağustos ya da Eylül'ü falan. Milliyet gazetesinde bir resim çıkmış, resimde de kaçırılan askerlerin fotoğrafı varmış. Bu askerlerin ailelerine 'Çocuğunuz öldü' demişler. Onlar da o resimleri almışlar ellerine, düşmüşler yola, her siyasinin kapısına gitmişler. En sonunda da bize gelmişler. Refah Partisi o zaman 38 milletvekili ile Meclis'te idi. 40 milletvekiliydik. Milletvekili olan Melih Gökçek belediye başkanı oldu, Hasan Mezarcı da bizim partiden istifa etti. 38 milletvekili ile ana muhalefet partisi gibi idik o dönem. Güçlü bir muhalefet yapıyorduk.
İşte o aileler de Genel Merkez'e gelmişler. Ben de gece 10-11'e kadar çalışıyorum. Erbakan Hocam, '3 milyon insanı partiye kaydedeceksiniz, savcılığa bildireceksiniz' diye emretmiş. Hocam emretmişse iş bitmiştir. Bizimkilerde tabi, biraz rahat davranmışlar, üç milyon olmamış, biraz gerilerde. Görevi verdiler, 'Bunu yapacaksın' dediler. Sabah gidiyorum, topluyorum çocukları. 4-5 tane bilgisayar var. Kayıtlar bilgisayara işleniyor, oradan disketlere geçiliyor, onu da götürüp savcılığa veriyoruz. Bu minval üzere çalışıyoruz.
Bir de baktım, beni aşağıdan çağırdılar, bir grup insan parti binası önünde toplandı diye... Diyorlar ki, 'Yetkili ile görüşeceğiz'. Arkadaşlarımız 'Yetkili yok' diyorlar ama dinlemiyorlar. Bu sefer de gelip dediler ki 'Bunlar böyle bekleyecek, en iyisi gel sen birşey söyle.' Ben indim aşağı, 'Mesele nedir?' diye sordum. Dediler ki 'Çocuklarımız kaçırılmış. Devlet de bize diyor ki ölmüş, halbuki fotoğraflar burada. Bütün partilere gittik, kimse kabul etmedi. En son olarak da size geldik. Siz ne yapacaksınız?' Ben de bunun üzerine dedim ki 'Biz zaten en küçük partiyiz, 38 milletvekilimiz var, diğer partiler birşey yapamadı ise biz ne yapalım? Seçimlerden sonra seçilir de gelirsek, inşaallah size yardım ederiz.'
Sonra seçimler oldu, biz birinci parti çıktık. 150 civarında milletvekili çıkardık. Bu 150 civarındaki milletvekili ile Hükümet bekliyoruz. Demirel hükümet kurma görevini bize vermedi, DYP ile ANAP'ı birleştirdi. Meclis Başkanlığı'nı da Mustafa Kalemli'ye verdirdi. Yani o dönem biz hiçbir şey kazanamadık.
Bir müddet sonra, Şevket Kazan, o zaman grup başkanvekili idi bize dedi ki 'Tansu Çiller hakkında soruşturma önergeleri verelim, yolsuzlukla ilgili'... 'Varan 1, Varan 2, Varan 3, Varan 4' öyle birşey. Peşpeşe önergeleri vermeye başladık. Bir kısmının hazırlanmasında da büyük katkım oldu.
Onlar bittikten sonra, Mustafa Kamalak, Anayasa Mahkemesi'ne dava açtı, Hükümet'in güvenoyu alması hakkında. Hükümeti düşürdü. Hükümet düşünce de Demirel bu kez yetkiyi Erbakan Hoca'ya verdi. Erbakan Hoca, Mesut Yılmaz ile anlaşmaya gayret etti. Sonra Mesut Yılmaz, kim ne dedi ise bilmiyorum, devreye girdiler.
RP'Yİ İSTEMEYENLER YILMAZ'I KORKUTUP KOALİSYONA ENGEL OLDULAR
Yani hükümet kurma olayına dışarıdan müdahale edildi"
Mesut Yılmaz'ı çok korkuttular. 'Bir Rize'ye gidip geleyip Hocam, tamam' dedi. Rize'ye gitti geldi, oradan bir beyanat verdi. 'Ben yokum' diye. Elimizde bir tek Tansu Çiller kaldı. O da yemin etmiş daha önce 'Ben Refah Partisi ile koalisyon kurmayacağım' diye. Tabi biz soruşturmaları hızlandırınca, diyor ki 'Bir şartla gelirim Hocam. Hakkımdaki soruşturma önergelerini geri çekin'. O soruşturma önergelerini geri geçtik. Tabi aynı zamanda o önergelerin oylanması lazım. Yani Yüce Divan'a gidip gitmemesi hususunun. O noktada, ben parti disiplinine aykırı hareket ettim, 'Yüce Divan'a gitsin' diye oy kullandım. Bir kişi daha öyle hareket etmişti ama kimdi hatırlamıyorum.
O dönemde, Tansu Çiller aklandıktan sonra, iki parti koalisyon kurmaya karar verdiler. Koalisyon kurarlarken de 2 yıl Refah Partisi'nin de 2 yıl da Doğru Yol Partisi'nin Başbakanlığı alması kararlaştırıldı. O minval üzere devam ederken, güven oylaması oldu. Güvenoyu da alındı. Bakanlar Kurulu filan derken, faaliyete başladılar.
Bu arada partimiz iktidarda, askerlerin aileleri geldi tekrar. 'Siz böyle söz vermiştiniz' dediler. Biz de 'Tamam' dedik. Bir basın toplantısı yaptık. Özgür Gündem diye bir gazeteleri vardı, orada 'Erbaş gelsin teslim edelim' diye beyanatlar çıkınca, aileler de 'Sana kaldı bu iş, Sen gelirsen alacağız, gelmezsen alamayacağız' dediler. Bir basın toplantısı daha yaptık Genel Merkez'de. Hem İHD Başkanı Akın Birdal'a hem de Mazlum-Der Başkanı İhsan Arslan'a da seslendim. Onlar da 'Hazırız' dediler gitmeye. O zaman Ben Şırnak'a gitmeye karar verdim. O zaman bizim partinin Şırnak'ta İl Genel Kurul vardı. Genel Kurul'a katıldım, bitirdim. Aileler de Silopi'ya geldiler o sırada. Onlar ile birlikte sınırı geçtik.
Daha önceden ben Barzani'ye Dışişleri'nden sorumlu bir arkadaşa telefon açtık, 'Bize gelin yardımcı olun' dedik. Onlar da, Allah razı olsun, geldiler, yardımcı oldular. Arabalar da geldi, Askerler geldi, Dohuk'a gittik.
BANA PKK'YI SELAMLATMAK İSTEDİLER
Peki oradan PKK'yla nasıl iletişime geçtiniz?
Dohuk'ta bir otele yerleştik, orada bekledik. Haber gelecek, biz de aileleri getireceğiz. İki gün bekledik, sonra baktık ki beklemekle olmuyor, Dedim 'Çıkalım bakalım, bunların büroları filan nerede' diye. Erbil'e gittik. Erbil'de birşey bulamayınca, Amed'e gittik. Amed'de, 'Siz burada kalın, gece oldu. Sabah olsun bakarız, görüşürüz dağdakilerle' dediler. Sabah dağdakilerle konuştuk. Demişler ki 'Hepsi burada, hepsi dağda'. Demek ki biz çıkınca, bizi bekliyorlarmış, haber almışlar.Biz çıkınca hemen demişler ki 'Buyurun, çocuklarınızı teslim edeceğiz'. Öyle olunca biz de dedik ki 'O zaman biz gitmeyelim,geri dönelim'. Ama o zaman da dediler ki ' O zaman vermezler.' Mecburen çıktık gittik, kamplarına. Kamplarına gidiş de epey sıkıntılı. Kampa gittik, herkes bizi karşıladı. İşte herkesle öpüştük. Sarıldılar filan. Ne bileyim kimdir bunlar? Sonradan Ankara'ya dönünce öğrendim ki, gazetede benimle bir adamın resmi var. Sonra bunların Murat Karayılan, Rıza Altun ve adını hatırlamadığım biri daha olduğunu öğrendim. Yani her bölgenin komutanı oraya toplanmıştı. Mikrofonu verdiler, dediler ki, 'Buyurun bu askerleri selamlayın'...
Yani size PKK militanlarını selamlatmak istediler"
Evet!.. Onlara baktım, onbeşe yakın kamera var, kameralara baktım, 'Eyvah, şimdi yandım ben' dedim içimden. Ne diyeceğim? Terörist desem olmuyor, gerilla desem olmuyor, asker desem olmuyor, hain desem olmuyor. Hiçbir yere koyamıyorsun. 'Ben Müslümanım. Kurtuluş da İslam'dadır. Esselamüaleyküm' dedim. Silahları çattılar 'Sağol' dediler. Tören kıtaları diyorlar ya, öyle bir senaryo yaptılar. Onlar da şaşırdı. Bekliyorlardı ki ben onlara 'Merhaba Gerilla' diyeceğim, onlar da 'Sağol' diyecekler. Yok mikrofonu verdiler, ne desem olmayacak, orada 'Selamünaleyküm' beni kurtardı. Oradan çıktık. O, kıtayı düzenleyenler dediler ki 'Fethullah Bey, bu kampta ikinci törendir. Birisi Abdullah Öcalan'a yapılmıştır. Birisi de sana yapılmıştır'. Dedim ki 'Ben iyi bir adammışım o zaman.' Dedi ki 'Yok, Sen mahvettin bizi.' 'Niye?' diye sordum ben de. O da dedi ki 'Esselamüaleyküm dedin, biz zannediyorduk ki 'Merhaba Gerilla diyeceksin'. Onu kullanacaklarmış demek. Ama hepsinin birden yüzü düştü aşağı. Hayal kırıklığı oldu.
Kampta daha sonra ne oldu?
Bizi bir mağaraya aldılar. Işıklı bir yerdi, Ağustos ışığını biliyorsunuz, güneş tam başımızda. Oraya gittik, mağaranın içine girince hiçbir şey görmüyorsun, gözbebeklerin küçülmüş. Bir noktaya gelinceye kadar da birşey göstermiyor insana. Biraz yürüdüm baktım, ayağım yumuşak bir yere denk geldi. Eğildim baktım, battaniye. Dediler ki 'Orada oturacaksın'. Ayakkabılarımı çıkardım, çorabımı çıkardım, ceketimi çıkardım. Sırtımı da dayadım mağaranın duvarına. Beş dakika sonra başladı kameralar çalışmaya. Bayrakları da gördüler, çektiler. Dedim ki, 'Çekmeyin, yahu duvarın neyini çekiyorsunuz?'. Yukarıya bir baktım bayraklar sallanıyor, dedim ki çocuklar 'Bunlar Galatasaray bayrağıdır, çekmeyin'.
BİR ER GELMEYİNCE TOKATLADIM
Siz işi espriye vurdunuz"
Öyle" Bütün gezinin hepsinin, tek akılda kalan, bayrağın altında birisi yatmış, böyle babasının evi gibi. Sonra iki er aldık. Çünkü onların Anneleri orada idi, onları teslim ettik.
Geriye kalan erleri anneleri gelmediği için vermemişler herhalde?
Evet, onların da daha sonra ikinci sefer gittiğimizde anneleri geldi. Anneler gelince diğer 6 askeri daha aldık. Dohuk'un dışında bir küçük dağlık yer var, orada teslim ettiler.
İkinci gidişinizde bir asker de firari olarak işlem gördüğü için gelmek istememiş sanırım. Onu nasıl ikna etmiştiniz?
İkinci gidişimizde, erlerden birisine diyorum ki, 'Hadi gidelim'. Diyor ki 'Ben gelemem'. 'Oğlum gel' diyorum. 'Ben gelirsem, beni asacaklar' diyor. 'Oğlum kim asacak?'. 'Ben firar etmişim de onun için beni asacaklar, öldürecekler.' 'Oğlum' diyorum 'Ben varım yanında Seni kim asabilir?'. Yok, kabul etmiyor. Başladı söylemeye, orada kalmak istiyor. Ben de o sırada onu ikna etmeye çalışıyorum. Anası da Babası da yalvarıyorlar. Kafam attı, buna iki tokat attım, bir ses çıktı ki. 'Senin canın Anan'dan Baban'dan daha mı kıymetli? Bunlar her Allah'ın günü ölüyorlar?' dedim. Öyle deyince sustu, bir köşeye çekildi. Neyse, onu da aldık.
İKİNCİ PKK BAYRAĞI KRİZİ
K. Irak'a ikinci kez gittiğinizde de yine bir bayrak krizi yaşanmış yanılmıyorsam"
Evet. Hepsi ile de arkadaşız gazetecilerin. Ben o gün de orucum. Teslim edilen yerde bir çadır var, dedim 'Çocuklar neyiniz var? Ben orucum.' Dediler 'Abi, bisküvi var, su var.'. Dedim ki 'Tamam getirin' dedim. Getirdiler. Orucumu açtım, akşam namazımı kılıyorum. Yanımda da PKK bayrağı varmış. Milliyet gazetesinde Murat diye gazeteci bir çocuk var. Şimdi o Murat, ben namaz kılarken, Sen gel, öyle tam beni ve PKK bayrağını çek. Dediler ki, 'Abi bak, biz hepimiz senin hatırına birşey yapmadık. Ama bu Murat sana kalleşlik yaptı.'. 'Ne oldu?' dedim. Şimdi bir bayrak meselesi var. Bir tane daha çıktı. Dedim Murat'a 'Filmi ver'. Çıkardı bir film verdi. Tabi zannediyorum ki o film. Getirdim Türkiye'de filmi banyo yaptım, baktım içinde hiçbir şey yok. Yanlış olmasın dedim ama yok içi boş filmin. Telefon açtım dedim ki 'Murat, biz arkadaşız, Sen benden bir zarar görmedin ki.' Bana işte geçiştirmek için bir şeyler söyledi. En son ben yine dedim ki 'Gönder'. Sonra gönderdi. Ben namaz kılıyorum, yanımda da PKK bayrağı var. Rükuda çekmiş, sücudda çekmiş. Yeni gazetelere yansısa birşey çıkacak ortaya tabi.
'O ZATI ENSESİNDEN TUTUN, MECLİS'İN ÖNÜNE BIRAKIN'
Peki bu askerleri kurtarmak için PKK kamplarına gitmeniz yurt içinde nasıl tepki çekti?
İlk gidişte çok tepki aldık. Meclis Başkanı Mustafa Kalemli falan tepki gösterdi. Ama Meclis Başkanı Mustafa Kalemli'den önce bizim partiden tepki oldu. Dediler 'Sen nasıl gidersin oraya?'. "Osmanlı'yı Lawrence'lar yıktı, sen de bu ülkenin Lawrence'ı oldun" gibi şeyler dediler.
Şevket Kazan Bey bana sahip çıktı. Bana, 'Sen kimse ile konuşma' dedi. Sonra bir basın toplantısı düzenledi. 'Benim vekilim kalkmış gitmiş kelle koltuğunda Kuzey Irak'a erleri almaya. Siz ne biçim insanlarız? ' dedi. Güçlü bir savunma yaptı. Grup Başkanvekili idi Şevket Bey beni öyle savununca bizimkiler duruldular.
Fakat Kalemli durmaz. 'İlla istifa edeceksin' diyor. Dedim ki 'Mustafa, İstifa edecek birisi varsa o da sensin. Baksana ortalık yolsuzluk kaynıyor. Sen bu ceylan derisi diye birşey getirmişsin. (O dönem çok fazla polemik konusu olan TBMM'ye alınan ceylan derisi koltukları kast ediyor.) Biz sana istifa et demiyoruz. Sen mi bana diyorsun? Etmiyorum.' dedim. Müthiş bir baskı içindeydim. 'Bu çatının altında Seni istemiyoruz.' diyordu. 'Ben de Seni istemiyorum' dedim.
Birşey daha oldu tabi. Rahmetli Türkeş de o zaman, 'O zatı ensesinden tutun, Meclis'in önüne bırakın' demiş. Ona hiçbir şey söylemedim. Çünkü bizden büyük. O dönem de seçilmemiş zaten. MHP girememişti Meclis'e. Sonra diğer arkadaşlardan da isteyenler oldu ama grup bana sahip çıkınca herkes sustu. Biz iktidar partisiyiz. Anavatan'dan birkaç kişi tepki koydular. İkinci gidişimizden sonra da diğerlerini getirdik, bir baktık peşpeşe davalar açıldı. Bir kısmından beraat ettik, bir kısmı da zamanaşımına uğradı.
'28 ŞUBAT'IN İLK ANDIÇLANAN İSMİ OLDUM'
Daha sonra bu olay yüzünden andıçlandığınız ortaya çıktı. Yanılmıyorsam 28 Şubat sürecinde ilk andıçlanan isim siz oldunuz. Andıçlanma olayı nasıl ortaya çıktı?
Evet. O dönem ilk andıçlanan isim ben oldum. Bir gün baktım, Hürriyet gazetesi, Sabah gazetesinin manşetinde benim boy boy fotoğraflarım. İkinci sayfada da tam boy fotoğraflarım. Baştan aşağı benim resmim var. Oraya da büyük harflerle yazmışlar 'İhanet Mesajları'... 'Sınır mınır yoktur, bu sınırları İngilizler yaptı' demişim güya. Şemdin Sakık bunları demiş. Şimdi o kadar yalan birşey söylüyorlar ki; Şemdin Sakık o zaman o kampta değildi zaten. O bölgede de değildi. Apo, Sakık'ı o zaman cezalandırmış, hapse attırmış.
Ben de telefon açtım o zaman Hürriyet Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni'ne dedim ki 'Kardeşim sen bunu nereden yazdın?' Dedi ki, 'Bunlar Şemdin Sakık'ın itirafları. Bize öyle bilgi geldi.'. Ben de 'Bu adamın ismini vereceksiniz kimse, çünkü bu benim şahsımı yıpratmaya yönelik bir şey' dedim. Vermediler. Sonra Sabah gazetesine telefon açtım. O da aynı şeyi söylüyor.
Sonra Sabah'takileri güç bela ikna ettim. Dediler ki, bir binbaşı geldi, Çevik Bir göndermiş, bunu yayınla demiş. Bu sefer ben de partide arkadaşlara 'Bu haberler tamamen Çevik Bir'in uydurma haberleridir. Şemdin Sakık orada yoktu. Öyle bir olay da yok' dedim.
O dönem Nazlı Ilıcak Hanım, 'Bunlarla mücadeleye girelim' dedi. Dedim ki 'Biz bir partiyiz. Bizim bir Genel Başkanımız var, Erbakan Hoca'mız. Genel İdare Kurulu'muz var. Bunlara danışmadan birşey yapamayız.'
Gittik o zaman, Recai Kutan Bey ile görüştük. Ondan sonra, Parti Yönetimi'nde ben de vardım. Durumu açıkladım, dediler ki 'Çevik Bir'in üzerine gidersen, sıkıntı daha da büyür'. Erbakan Hoca da 'Orduyu yıpratmak iyi olmaz, bu şahıs zaten malum şahıstır. Ordu yıpranırsa da bu hayırlı olmaz.' dedi. Ama bundan önce de bir andıç olayı olmuştu. İlk andıç daha önce Günaydın gazetesinde ortaya çıkmıştı.
'ASKERE SAYIŞTAY DENETİMİ İSTEDİM DİYE ANDIÇLANDIM'
O andıç nasıl olmuştu?
1994'te K. Irak'ta iken, bizim uçaklar PKK'nın Zeli kampını bombalamışlardı. Çok da bomba atmışlardı. Ben de o sırada oradaydım. K. Irak'taki yönetimin Başbakan'ı, dedi ki 'Yarın sizinkiler Zeli kampını bombalayacak'. 'Sen nereden biliyorsun?' dedim. 'Bize önceden haber verirler' dedi. 'Kim verdi?' diye sordum, 'Çekiç Güç'teki Amerikalılar' dedi. 'İyi, böyle birşey varsa görmek isterim, tahmin etmiyorum ama"' dedim. Kampın yukarısından bir yerden seyrediyorum, tam dedikleri saatte orada bizim uçaklar. Bombaladılar. Normal bir bombardıman oldu. Ama böyle siyah bir duman çıktı. Dediler ki 'PKK bu kampta hiçbir şey bırakmadı, herşeyi taşıdı. 10-15 bidon mazot vardı. Onlar kaldı.' Mazotu taşımaya gerek görmemişler. Bir de bir bina yerle bir oldu. Ama o mazot bidonları patlayınca, duman çıktı, ateş çıktı. Saat ikide de bir daha bombalandı. Daha sonra gazeteler oraya 180 milyon dolarlık bomba atıldığını yazdı.
Dönüşte de Silopi'ye girdim, Milliyet muhabiri; 'Ne vardı? Zeli kampı yerle bir olmuş mu?' diye sordu. Dedim ki 'Önceden haber vermişler hiçbir şey yoktu orada' . Bende milletvekiliyim, dilim durmadı. Söylesem mi söylemesem mi? Dedim ki 'Bu 180 milyon dolarla kompresör makinaları alsaydın, bir de üretim makinaları alsaydın, Türkiye'nin her yerini asfaltlardın. Ne lüzum var orada o taşı kırmak için? Daha önceden haber gitmiş, hiç ölen yok, yaralanan yok.' O olayda bir tane çoban yaralanmış. Otuz tane de hayvan telef olmuştu. Hatta oradaki görüntüleri CD'ye de çekmişler. Çıktık geldik, bizimkilere izlettirdim. Olay tabi bitti orada. Milliyet filan küçük haberlerle geçiştirdiler.
Tam 1995 seçimlerine giriyoruz. Birden bire Günaydın gazetesinde tam sayfa 'Refah'lı değil PKK'lı Milletvekili' diye başlık. Haberin başlığı böyle, altını okuyorsun pek birşey yok. Ama başlığı öyle atmış. Sordum dedim, 'Benim nerem PKK'lı?'. Vallahi herkes biliyor Ben Türkmen'im. Kürtçe bile bilmiyorum ben. Anlattım, hiç kabul etmedim. Şimdi bunu düşününce 'Demek yine bunu ordu yapmış' diyorum.
Aslında bu Meclis'teki oturumlarda 'Askeri denetlemek için Sayıştay'ı görevlendirelim diye önerge' vermemden kaynaklandı. Askeri alımlar şimdi yeni yeni denetime açılıyor. Yoksa o dönemde ne yaparlarsa yapsınlar, aralarında hallediyorlardı. Büyük Amerikan şirketlerinden faturayı alıyorlardı. Silahın gelmesine bile gerek yok. Hallediyorlardı aralarında. Diyordum ki 'Sayıştay'ın rızası olmadan hiçbir şey olmasın'. Bu önergeyi verdim, çıldırdılar. 'Seçilmeyeyim' diye bu olayı önüme çıkarttılar. Seçim zamanı MHP bu gazeteden çok miktarda almış. Tam seçim sırasında dağıttılar. Van'lı kardeşlerimiz 'Fethullah PKK'lı olmaz. Kürt bile değil. Namazında niyazında bir adam.' En son kimse inanmadı. Hatta Kürt kökenliler de baktılar, 'Bu bizdenmiş' dediler. Ben Van'dan tek milletvekili idim o zaman, Meclis'e 3 milletvekili ile geldim o zaman.
'ÇARKLARIN DÖNMESİ BİRİLERİNİN HOŞUNA GİTMEDİ'
28 Şubat müdahalesinin gerçek sebepleri nelerdi sizce? Neden ordu darbe yapma çabasına girişti ya da sivil unsur olarak 'Beşli çete' harekete geçti?
1996 yılında Hükümet kurulduğu zaman, 7 Temmuz'da güvenoyu aldı. Çok iyi icraatlar oldu. Hoca hemen bir havuz sistemi kurdu. Parası olmayanlar o havuzdan aldılar, parası olanlar oraya aktardılar. Dolayısıyla KİT'leri kendi içinde çevirmeye başladı. Dışarıya olan borçlarımız hızla azalmaya başladı. 20 milyar dolara yakın borç ödendi. O zaman IMF heyeti geldi, 'Çayımızı için, gidin, bizim paraya ihtiyacımız yok' dendi. Hoca kendi kaynaklarını kendisi buldu. Kaynak paketleri açmaya başladı. Her paket de böyle 10 milyar dolarlık paketlerdi. Döviz sıkıntımız kalmadı. Bolu tünelinin bitmeyeceği belli oldu o sıralarda. Bolu Dağı'nda gidiş geliş değildi. Orası hemen çift yola çevrildi. Çok kısa sürede bitti. Türkiye'nin her tarafında temeller yeniden atıldı. Mesela Van'da Organize Sanayi Bölgesi kuruldu. Van'da iki sınır kapıları açıldı. Öyle ki o dönem kazanılan para ile fabrikalar yapıldı Van'a. Memur zenginleşti, İşçi zenginleşti, Emekli zenginleşti. Benim babam 4 bin lira alıyordu, 16 bin lira almaya başladı. Mesela Hoca, pancarın fiyatın 11 bin liraya çıkardı, 3800 lira iken. Köylü birden nefes aldı öyle olunca. Traktörler alındı, işlemeye başladı.
Refah oldu. Parası olan adam ticaret yaptı. Para kazandılar, mal aldılar, çark dönmeye başladı. O kısa süre içerisinde hızlıca dönmeye başladı çark. Fakat bu birilerinin hoşuna gitmedi.
'GÜVEN ERKAYA BATI ÇALIŞMA GRUBUNU KURDU'
Kimlerin hoşuna gitmedi?
Birincisi TÜSİAD. 1996 yılının Ekim ya da Kasım ayında bir anket yaptırdı. Rapor da sundu. Refah Partisi'nin ilk seçimlerde %36 oranında oy alacağını ilk seçimlerde, 2005 yılında da %66 oy alacağını anket vasıtasıyla tahmin ettiler. Yine Ekim ayında yapılan Mahalli İdareler Seçimi idi. Bucak ve Osmaniye seçimi idi, ikisini de Refah Partisi kazandı. Oylarımız %36.5'a çıktı. Mini bir anket gibi oldu. TÜSİAD getirdi bunu Genelkurmay Başkanlığı ile paylaştı.
Refahyol'un düşürülmesi için birşey daha yapıldı. Beşli çete diye birşey vardı. TÜSİAD'dı, TOBB'du, DİSK'di, KESK'di, Türk-İş'ti. Bu beşli çete Atina'da bir toplantı yapıyorlar. Atina'da ABD Büyükelçiliği'nde yapıyorlar toplantıyı. Aralık ayının sonunda Ankara'da yapılırmış. Atina'da yapmışlar. Orada, Refah Partisi'nin tek başına iktidar olacağı, bunun önüne geçilmesi gerektiğini konuşuyorlar. Çok hızlı birşey oldu. Ocak ayının on yedisinde filan toplantılar yapıldı. Güven Erkaya, Batı Çalışma Grubu'nu kurdu. Batı Çalışma Grubu, çok organize bir kuruluş, iyi düşünülmüş. Bu çalışmaya başladıktan sonra her yerden birşey çıkıyor. 'Hoca tarikat liderlerine yemek verdi', filan.
Sonra ABD'de Alan Makovsky, daha işbaşına geldiğimiz zaman iktidarımızın Amerika ve İsrail'in çıkarına aykırı olduğu yönünde şeyler yazmış. Çevik Bir Paşa Amerika'ya gittiğinde bu konuda bilgilendirmişler. Çevik Bir, 'İhtilal yapayım' deyince, demişler ki 'Artık ihtilal dönemi bitti.'. İşte o sivil inisiyatif dediğimiz beşli çete oradan çıktı. O da yine askeri güçle kurulmuş birşeydi. Atina'daki toplantıda gerekli incelemeleri yapmışlar. 'Bunun için ne yapalım?' deyince orduyu ihtilal yapmaya davet etme kararı çıkmış. Ama orduya da ihtilal olmayacağı söylenince bu kez medyada bir askeri yetkiliye dayanan haberler çıktı. O arada Kudüs gecesi oldu, Ali Kalkancı gibi sahte şeyh olayları ortaya çıktı.
'ABD VE İSRAİL REFAH-YOL'DAN RAHATSIZ OLDU'
Amerika ve İsrail neden Refahyol hükümetinden rahatsız oldu?
Hükümet kurulduktan bir müddet sonra, Erbakan Hoca, İran'a gitmek istedi. Amerika itiraz etti, 'Gidemezsin' dedi. Hoca da itiraz etti: 'Nasıl gidemem? Bağımsız bir ülkenin Başbakanı'yım. Yoksa başka bir madde mi var? İçişlerimizde serbest dışişlerimizde size mi bağlıyız?' dedi. Dinlemedi Hoca, çekti gitti. Amerika işte, 'stratejik ortağız, İran'a gidemezsin' diye bastırdı bastırdı, Hoca dinlemedi. O zaman İran'da Rafsancani lider. Oradan Pakistan'a geçtiler. Pakistan'dan Bangladaş'e, Malezya'ya, Endonezya'ya geçtiler. Daha ilk aylarda orayı bitirdiler geldiler. D-8 programını açıklayınca, tüm dünyada böyle birşey oldu. Batı'nın pazarı elden gidiyordu. Adamlar sattıkları bütün ürünleri İslam dünyasına satıyorlardı. Bir malı 100 liraya üretiyorlar, 500 liraya İslam ülkelerine satıyorlar. Erbakan Hoca birden bunların can damarına el attı. Batılılar kaynaklarına el konulduğunda deli oluyorlar. Hoca da bunu bildiği önce pazarlarına el koydu. D-8 kurulduğu zaman, bütün teknoloji Türkiye'den geçiyor, İran'dan, Malezya'dan. Bütün teknolojiler çalışacak ve birlikte çalışacaklardı.
O noktada Hoca Mısır'a giderken, Mısır'da bayrak çekilmemiş diye birşey çıkarttılar. Oysa Mısırlıların öyle bir adeti yok. Bayrak çekmiyorlar kim gelirse gelsin. Sonradan öğrenildi. Sonra da Libya'da bizim alacaklarımız vardı. Müteahhitler her gün Hoca'nın kapısındaydılar. Hoca'da Libya'ya gitti. Kaddafi'nin adeti, Saray'da kimseyi karşılamaz. Çadırda Hoca'yı karşılamış. Orada ne oldu ise olmuş. Herhalde Kaddafi Arapça birşey söylemiş, Hoca da Arapça'yı çok iyi bilmez. Herhalde tercüman da iyi tercüme edememiş. Terbiyesizce birşeyler söylemiş. 'Ben bütün dünyanın Hakimiyim. Sen de Benim Komutanımsın' gibi birşeyler söylemiş. Hoca da pek cevap vermemiş. Hoca demiş ki 'Bizim paramızı ver, biz gidelim'. Ne kadar alacak varsa, hepsini almışlar. Türkiye'ye geldiler, kıyamet kopuyor. Kaddafi şöyle yaptı böyle yaptı. Kaddafi ne yaparsa yapsın kardeşim? Baksana, kaç milyon dolar para getirmişler oradan? Bizim ekonomimizden çıkmış para idi, getirdiler. Sonra da D-8'lerin protokolünü imzaladılar. İyi de oldu. İslam Birliği kurulmuş oldu. Ama o kurulduğu andan itibaren, Hoca da bitti. Hoca'yı düşürdüler.
Teşekkür ederiz"
Ben teşekkür ederim"