’Cumhûr’u Olan Bir Cumhûriyet’e Doğru..

Selâhaddin Çakırgil

Önce, bir başka konuya, kısaca.. 

1- ’Çerağan Baskını’ üzerine TRT.-1 ekranlarında bir dizi yayımlanıyor.

Ancak, iki adet Çerağan Vak’ası vardır ki, birincisi, Sultan Abdulaziz’in intihar veya katlinden sonra taht’a 5. Murad unvanıyla çıkan yeni sultanın üniformasıyla havuza atlamak gibi psikolojik dengesizlik emareleri göstermesi üzerine, tahttan indirilip, Şehzade Abdulhamid’in ’2. Abdulhamid’ unvanıyla tahta geçirilmesi ve amma, yeni Sultan’ın dizginleri güçlü bir şekilde ele geçireceğinin işaretlerini kısa zamanda vermesinden rahatsız olan ’derin devlet’ güçlerinin, miladî-1877-78 (Hicrî- Qamerî 1293) Harbi’nde uğranılan ağır yenilginin getirdiği büyük sosyo-politik ve psikolojik yıkımının etkisinden de faydalanarak, 5. Murad’ı tekrar taht’a çıkarmak için, İstanbul’daki ingiliz sefaretinin / elçiliği başta olmak üzere, bir takım başka güç odaklarının telkın ve teşvikleriyle hareket ettiği anlaşılan, dönemin ilginç düşünür- yazar ve eylemcilerinden Ali Suavî’nin, Sultan 2. Abdulhamid’i tahttan indirmek için tertiblediği bir baskın hikayesinin adıdır. O eylemde, Ali Suavî ve harekete geçirdiği güçler baskınlarında başarısız kalmışlar ve onlarca baskıncının ve askerin ölümünden sonra, durum kısa sürede normale döndürülmüştü.

TRT-1’de Çerağan Baskını isimli dizinin reklamını görünce, o birincinin değil, ondan -33 yıl kadar sonralarda meydana gelen- İkinci Çerağan Baskını’nın anlatılacağı zannına kapıldım. Çünkü, ikinci Çerağan Vak’ası / Baskını -daha doğrusu, soygun ve sonra da yangını- daha bir derin etkili olmuştu, tarihimizde..  Ama öyle olmadı..

’2. Çerağan Vak’ası’ ise, tarihimizin karanlık ve en kader belirleyici sahnelerinden olmuştur.

Bu ’İkinci Çerağan Vak’ası’2. Abdulhamid’in 33 yıllık saltanatının sona ermek üzere olduğu dönemde, en zengin Osmanlı saraylarından olan Çerağan’ın İttihad- Terakki komitacılarınca soyulup yakılması hadisesidir. Ki, Çerağan Sarayı’nın soyulup, sonra yakılmasından sonra geride o sarayın sadece yüksek duvarları Boğaz’da öylece kalmış ve o duvarların içinde, 70 küsur yıl boyunca mahalle takımlarının futbol sahaları ve bir kısmında da hanımlar için yüzme havuzları oluşturulmuştu. Ancak, Turgut Özal iktidara geldikten sonradır ki, 1985’lerde o  mekanda, bugünkü Çerağan Oteli inşa olunabildi.

TRT’deki dizinin bu İkinci Çerağan Baskını’nı -daha doğrusu soygun ve yangınını- anlatacağını ummuştum, ama, izleyince, 140 sene önceki Birinci Çerağan Vak’ası’nı kıyısından-köşesinden işlendiği anlaşılmıştı. Belki bir gün, bu İkinci Çerağan Vak’ası da işlenir ve evet, kıyısından-köseşinden de olsa, yakın geçmişte nelerin, nasıl acımasızca tezgahlandığından, halk kitlelerine popüler kültürle de olsa bir şeyler anlatma imkanı ortaya çıkar.

(Suyu Arayan Adam- gerçekte ise, Suyu Bulamayan Adam konumundaki) otobiografi de sayılabilecek eserin sahibi, müteveffâ  Şevket Süreyya Aydemir, Taksim- Elmadağ civarındaki bir lokalde, haftalık sohbet toplantıları tertib edirdi, 1975’lerde..

Çoğu laik-kemalist ve zengin tabakanın, yani, solcu kesimin çocukları katılırdı, o toplantıya..

Birgün, Çerağan Soygunu’na da geldi söz..

Şevket Süreyya, Çerağan Soygunu’na ’Mahmûd Celâl Bey’in (T.C’nin 3. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın) da katıldığını ve ama, Bayar’ın bunları kendi hâtırâtında itiraf etmediğini, gizlediğini’ söylemişti. Ve Celâl Bayar da henüz hayattaydı.

O sırada, söz almış ve ’Üstad, Çerağan Soygunu’na M. Kemal ve M. İsmet beylerin de katıldığına dair bazı ciddî hâtırât notları var. Ne dersiniz?’ diye sormuş, diğer izleyicilerin bir takım homurdanmalarına rağmen, Aydemir’den ilginç bir karşılık almıştım.

Şevket Süreyya çok samimî ve dürüst bir karşılık vermiş ve özetle;  ’Genç arkadaşım, ben tarihçi değilim. Bir ideolojinin adamıyım. Kimse benden kendi bindiğim dalı kesmemi beklemesin. Ben, Celâl Bey’in o soygunda yer aldığını belirledim; belgelerini de gösteriyorum.. O soyguna, M. Kemal ve M. İsmet’in de katıldığının belgelerini göstermek benim işim değildir.’ demişti. 

Belki, bu konular da bir gün, korkulardan azâde olarak ele alınmak şansına kavuşur.

*

Kendi mantığına kavuşmak isteyen bir cumhuriyet..

Doğrudan doğruya ’cumhûr’ tarafından seçilecek ilk cumhurbaşkanının belirleneceği seçim günü neredeyse gelip çattı.

Ve hemen belirtelim ki, cumhûriyet sistemi, ilk kez, cumhûr’la (yönetilen halkın büyük kesiminin iradesiyle) bütünleşmek yolunda büyük bir adım atmaktadır.

İyi de, nedir bu ’cumhûriyet’?

Cumhuriyet’in hele de bizdeki uygulaması, gerçekten de bir cumhûriyet tablosu oluşturabilmiş midir? Yoksa, cumhûriyet adına, cumhûr’la ilgisi olmayan, cumhûrsuz ve cumhûr’un, halkın büyük kesiminin bilgisi dışında ve onların dünya ve hayat değerlerine savaş açmayı şiar edinen bir yönetim biçimi ve hattâ, bir diktatörlük, bir diğer ve fiilî saltanat mı oluşturulmuştur?

Cumhûriyet (republique) ve demokrasi terimleri üzerine yığınla tarifler yapılmıştır. Bu yığınla tariflere bakıldığında bu terimlerin anlattığı yönetim mekanizmaları arasındaki farkın ne olduğu daha bir muğlaklaşmaktadır. Çünkü, hele de bizdeki bazı kemalist-laikler, cumhuriyetçi olmakla demokrat ve de laik olmanın birbirinden ayrılamıyacağını, bunların birbirini tamamladığını, birisi noksan olursa, orada cumhuriyet veya demokrasiden sözedilemiyeceğini söylemişlerdir. Ama, aynı kişilerin, daha sonra da İngiltere’deki kraliyet yönetimine ve bu yönetimin ingiliz / Anglikan Kilisesi’nin başkanı olduğu gerçeğine ve B. Amerika’da var olan ve bir kral kadar geniiiş yetkileri bulunan Başkan’ın varlığına rağmen, o yönetimlerin ’demokratiklik’lerine övgüler düzmekten kendilerini alamamışlardır.

Osmanlı Devleti’nin sistemi, bilindiği üzere, saltanat usûlüne, babadan oğula veya kardeşlere, kan bağına, sülâle arasındaki paylaşımı esas alan bir iktidar yapısına dayanıyordu. Ancak, Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nın galibi olan devletlerce  parçalandığı ve her parçanın üzerinde yeni rejimler kurulmaya çalışılırken, o zamana kadar hukukîliğini, meşruiyyetini, İstanbul’daki Halife- Sultan’dan alan Ankara Hükûmeti, kendisine bırakılmasını ümid ettiği topraklarda yeni bir sistem kurulmasının hazırlığını yaparak, 3 Kasım 1922 tarihinde, Osmanlı Saltanatı’na son verdiğini açıklayan fiilî bir durum meydana getirmiş ve Osmanlı Hanedânı’nın mensublarını İstanbul’dan ve de o zaman, uluslararası hukuk açısından, hâlâ da Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında  sayılan topraklardan çıkarmıştı. Ve ancak, bundan sonradır ki, Lozan Andlaşması Temmuz-1923’de imzalanmış ve yönetim sisteminin de Cumhuriyet rejimi olacağı ise, 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilmişti.  (Osmanlı Hanedânı’ndan Abdulmecid Efendi’ye devredilen Halifelik ise, daha sonra, bir süre daha devam etmiş, 3 Mart 1924 tarihinde, Hılafet’in, Türkiye Meclisi’nin şahs-i manevîsinde mündemiç olduğu, onun manevî varlığında cem’olduğu /varlığını sürdürdüğü gibi parlak cümlelerle, bu sıfat Abdulmecid Efendi’den de alınmış ve teorik bir kurum haline döndürülüp, Abdulmecid Efendi de yurt dışına çıkarılmıştı.)

Ancak, Cumhûriyet’in ne olduğu hakkında kimse fazla bir şey bilinmiyordu. Çünkü, örnek alınan Avrupa ülkelerindeki ’republique’ sisteminin çok farklı örnekleri vardı. 

Ki, çalışmalarına 23 Nisan 1920 günü Ankara’da başlayan Büyük Millet Meclisi üyelerinin bir kısmı, Osmanlı Meclis-i Mebusânı’nın seçilmiş üyeleriydi; bir kısmı ise, seçim bile yapılmaksızın, çevrelerinde dinî salâbet ve önder kişilikleriyle tanınan isimlerden oluşuyordu. Ve bu Meclis’in, büyük çapta emperyalist emellere karşı direnmeyi, bir cihad anlayışı içinde bir halk qıyâmını esas aldığı biliniyordu. Esasen, bu Meclis’in Reisi olarak seçilen M. Kemal Paşa da, Osmanlı Halife- Sultanı’nın vazifelendirdiği bir Osmanlı Paşası olarak, Meclis’in diğer bütün üyeleri gibi, Halife- Sultan’a bağlılık  yeminleri ederek vazife yapıyor ve müslüman halkın direnişini büyük çapta İslamî muhtevâlı beyanlarla yönlendirmeye çalışıyordu. Onun imzasıyla, 23 Nisan 1920 tarihinde dünya müslümanlarına hitaben yayınlanan beyanname de bu konuda ilginç bir örnektir.

*

Ama, üç sene sonralarda kurulan Cumhûriyet rejimi, aynı M. Kemal’in liderliğinde, bu kez, kısa sürede, cumhûr’un temel değerlerine karşı bir savaş açmayı kaçınılmaz bir devrim hecmesi haline getirecek ve o günlerde Osmanlıca alfabesiyle basılmış olan fransızca-türkçe lügatlarında‚ ’dinsizlik’ olarak açıklanan ’laicism’, fiilen bütün şiddetiyle uygulamaya konulacak ve hukukî bir temin olarak da 1937’de CHP’nin ’6 Ok’undan birisi olarak kabul edip, anayasaların da temel ölçüsü haline getirecek; o günün dünyasındaki anlaşıyın da etkisiyle, ateist (tanrı tanımaz, bezbojnik) anlayış ve cereyanlarla birlikte, ve bir ’deli gömleği’ halinde müslüman halkımıza zorla giydirmeye çalışacaktı.

O günkü dünyanın durumu da bu gelişmelere ayrı bir müsaid zemin oluşturuyordu..

Çünkü, Birinci Dünya Savaşı’nın ağır sonuçlarını kabul etmek istemiyen mağlub ülke ve halklar içinde derin çalkantılar meydana geliyor ve Rusya’da bütün dünyayı şaşkına döndüren komünist devrimin dünyaya yansımalarından ayrı olarak;  özellikle de Almanya’daki Adolf Hitler liderliğinde yükselen Nasyonal Sosyalizm (NAZİ) ideolojisi ve partisi ile, İtalya’da Benito Mussolini liderliğindeki faşist hareketler hemen bütün Avrupa’yı ve hattâ, dünyayı etkiliyor; şeflik sistemleri giderek daha bir güç kazanıyordu.

Bu sistemler de hep cumhuriyetçi fikirlerin semeresi olarak sunuluyordu dünyaya ve halk kitleleri adına geliştiriliyordu.

Rusya’da da Çarlık sistemi bolşevik/komünist devrimiyle yıkılmış, 300 yıllık Romanoff Hanedânı’na son verilmiş, bulmuş ve Viladimir İlich Ulyanov Lenin liderliğindeki yönetim/ rejim de, değişik halklardan oluşan, ama, fiiliyatta rus etnisitesinin hâkimiyetine dayanan ve sovyet / şûrâ /usûlünü esas alan bir ’Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni oluşturmuştu. Komünist sistemin kendi varlığını sürdürebilmesi için, karşısındaki en güçlü sosyal kurum olan din karşısında çok keskin bir ’bezbojnik- ateist- tanrıtanımaz’ tavır takınması da gerekliydi ve bunun için özü itibariyle vahye dayalı, (Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam gibi) kitabî dinlere ve bu dinlerin kültür, müessesese ve mâbedlerine karşı şiddetli bir savaş açılması esas alınmıştı.

Ankara’da kurulan yeni rejim de, her ne kadar kendisine Cumhûriyet adını vermiş ise de, cumhûr’la, hiç bir ilgisi olmayan, cumhura karşı bir korkuç tuzak halinde geliştiriliyor ve kendisine ancak, dârağaçları ile işlerlik kazandırabiliyor ve cumhuriyet, halkın halk tarafından, halk için değil; halka rağmen ve halkla irtibatı olmayan bir diktatoryal kadro yönetilmesi şeklinde algılanıyor ve halkın inançlarına, dinine müdahalede ’sovyet’ modeli esas alınıyordu. Yani, toplum yeniden dizayn ve halk/cumhûr, birilerinin istediği şekilde, birilerinin anlayışına, zevkıne veya emperyalistler karşısındaki aşağılık kompleksleriyle kendi halkı karşısındaki megalomani duygularına göre adam edilmek isteniyordu.

Reis-i cumhûr / Cumhurbaşkanı olarak isimlendirilen devlet başkanları ise.. Cumhûr’la değil, cumhur adına oluşturulan ’cumhursuz cumhuriyet’ sisteminin temel ilkelerine ve o ilkelerin korunması için geliştirilen ve meşrû görülen acaib yöntemlerle o mevkie, halk kitlelerinin etkisi olmaksızın, kapalı kapılar ardındaki oyunlarla gelip gidiyorlardı.

Cumhur’un reyi, iradesi adına ile iktidara gelip, hele de halkın oy ve iradesi ile gitmek diye bir usûl bir türlü benimsemeden, 90 yılın ilk 80 yılı böyle gelip geçti. Bu yapıyı önce ve biraz biraz, Adnan Menderes değiştirmek istedi, ama, kemalist-laik-oligarşik militarist diktatörlük, onun ve arkadaşlarının kellelerini kopararak karşılık verdi. Bu yapıyı, sonra biraz Turgut Özal zorladı, ama, onun da ömrü yetmedi.

Şimdi ise, Cumhuriyet sistemini, gerçekten de cumhûrun irade ve mantığına uygun bir zemine oturtmaya çalışan bir anlayış, halkın ekseriyetinin desteklediğini de yanına alarak ve oligarşik güçlere başeğmemeye kararlı bir liderlik hareketi halinde toplumun geleceğini, toplumun istek ve iradesine göre yönlendirmeye çalışıyor; ama, kemalist-laik- türkçü oligarşik yapı da, vargücüyle yine direniyor.

Nitekim, saltanatın kaldırılmasından sonra isim değiştiren ve cumhuriyet adına oluşturulan yeni saltanatın anayasal hukuk kuralları hâlâ da temelden değiştirilemedi; o yapı, millete bir ’deli gömleği’  gibi giydirilmişliğini korumaya çalışıyor. Ama, geniş halk kitleleri de, devlet mekanizmasının, ilk kez, kendilerine karşı bir silah olarak kullanılmadığının korkusuzluğunu ve tadını şu son 10 küsur yılda tattığını, yapılan seçimlerle ortaya koyuyor.

Ve şimdi ilk olarak, bir cumhur / halk, kendi başkanını, kendisine kapalı kapıların ardında oynanan oyunlarla yüklenmek endişesinden uzak, kendi hür iradesiyle seçmeye ve en üst yönetim organını, bir takım ideolojik dayatmalardan, ikonlaştırılmış, putlaştırılmış, fetiş haline getirilmiş bir takım isimler, resimler veya şekiller etrafında oluşturulmuş ilke ve kavramların cenderelerinden uzakta, doğrudan doğruya kendi iradesine göre belirlemeye hazırlanıyor.

(Bu konuya, sonraki yazıda da devam edelim, inşaallah..) 

haksöz