Evet, sonunda Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı son anlara ulaşıldı.
Herkes lafını söyledi..
Rakibler ve arkalarında yer alanlar, birbirleri aleyhine yakışısıksız laflar da ettiler.
Bazıları, seçildiği büyük ihtimalle 11 Ağustos sabahı belirlenmiş olacak olan yeni cumhurbaşkanıyla karşılaştıklarında, yüz-yüze nasıl bakacaklar?
’Bir siyaset oyunudur ki, oynandı, geçti; olanlar- söylenenler dünde kaldı.. şimdi sadece yarınlara bakacağız artık..’ denilip geçilecek midir? O zaman, bugün ve yarınlar, dünün çirkinlikleri üzerine bina edilmiş olmaz mı?
Eğer öyleyse, bu siyaseçetçiler normal insanlardan farklı mıdır lar, ya da robot mudurlar, duvar gibi hissiz midirler? Ya da, her an değişik bir çehre ile ortaya çıkmayı başarabilecek büyük aktör müdürler?
Gerçi, hakkını yemiyelim, hepsi aynı durumda değil..
*
Meselâ..
İhsanoğlu..
Cumhurbaşkanlığı adaylarından Ekmeleddin İhsanoğlu, daha önce de bu sütunda belirtilmeye çalışıldığı üzere, kendisine yazık etti.
S. Demirel’in, ’C. Başkanlığı öyle bir makamdır ki, ona kimse ilgisiz kalamaz..’ şeklinde bir sözü vardı.. İhsanoğlu da o sözü doğruladı ve kendisine yapılan teklife hemen balıklamasına atladı. (Halbuki, Tayyîb Erdoğan, 2007’deki kriz günlerinde, -geçmişte, hükûmetlerin hemen istifa etmesine yol açan- askerî muhtıralara bile siyasî tarihimizde ilk kez ve örnek teşkil edecek yiğitçe bir tavırla karşı çıktıktan sonra, cumhurbaşkanı seçilmesi için önünde hiçbir engel kalmamışken, kendisini değil de Abdullah Gül’ü aday göstermekle, Demirel’in sözünün tersi istikamette bir örnek oluşturmuştu.) İhsanoğlu ise, kendisinin adaylığını açıklayan Kılıçdaroğlu ile görüşürken, henüz adaylığının sözkonusu olmadığı günlere gidiyor ve, ’Siz cumhurbaşkanında bulunması gereken özellikleri sayarken, dostlar bana, efendim sizi tarif ediyor..’ diyecek kadar ve kendisinden beklenmiyen ilginç laflar ediyordu. Ki, hele de Kılıçdaroğlu’nun daha birkaç ay öncesine kadar İhsanoğlu’nu yakından tanımadığı, onun adını telaffuuz etmekte zorlanışından bile belli.. Bahçeli ise, onu bazan Ekmaleddin yaptı, bazan Eslameddin; bazen de İslamoğlu vs.. Penssylvania Şeyhi ise, daha önceki konuşmalarında pek vurgulamadığı, ’iman-ı ekmel, ihsan-ı ekmel, yakîn-i ekmel..’ vs. gibi 6-7 terkibi sıralayınca.. ’Ekmel’i işaret ediyor’ diyenleri hemen münafık olarak nitelemekte tereddüd etmedi. İslamî terimlerin böylesine bol keseden kullanılması da bir ayrı facia..
Hele, Ekmel isminden hareketle, ekmek çağrısı yapılabileceğini zanneden çevrelerce telkın olunduğu anlaşılan o acaib ve ortamekteb öğrencisi seviyesindeki basit slogana bile karşı çıkmayışıyla ve sanki açlar ülkesindeki bir insanlara umut dağıtacakmış gibi meydanlara sürüklenmesiyle de, kendisine yazık etti.
Çünkü, bilmediği bir sahada, birilerinin iteklemesiyle sahaya sürüklendi ve ismi etrafında az-çok varolan saygı hâlesini kendi eliyle ayaklar altına attı.
Üstelik de, kendisinin bu zamana kadar yakın durmadığı ve aile geçmişinin ağır darbeler yediği kemalist- laik rejimin ve onun 90 yıllık partisinin eliyle piyasaya sürülmeyi kabullenmesiyle..
Şimdi, bir yanar-dönere döndü.. Babasının, Mehmed Âkif’in yakın dostu olduğunu sık sık hatırlatırken, onların Mısır’a kendilerini sürgün edişlerinin aslî etkeni olan M. Kemal’in devrimlerine karşı çıkışlarını hatırlamazlıktan geliyor ve o kişiye övgü dolu nutuklar ediyor.
Sonra, CHP’li seçmenlere gidiyor, Atatürk’lü konuşmalar yapıyor. MHP’li seçmenlere gidiyor, onların etnik duygularını ve damarlarını kabartacak sözler söylüyor.
Diyarbekir’e gidiyor, ’Kürd kardeşlerim bana oy vereceklerddir..’ diyor. Alevî ve ateist çevrelere gidiyor, onlara da gülücükler sunuyor; herkese bir gül göstererek netice eldeceğini sanıyor.
AK Parti’lilere hitab etmek istediği zaman da, ’Biz aynı ailedeniz..’ gibi laflar dökülüyor dudaklarından.. Dahası, AK Parti’li birçok üst yetkili isimlerin kendisine yapılan adaylık teklifini kabul etmesi yönünde tavsiyede bulunduklarını iddia ediyor.
Bunlarla yetinmeyip, kendisini yüksek bürokrat olarak istihdam eden AK Parti iktidarını açık -kapalı ağır sözlerlere ve muhalif partilerin ağzıyla eleştirdikten sonra karşılığını alınca, ’Dünlerde bana itibar ediyordunuz, şimdi ne oldu?’ diye sızlandı..
Genel Sektererliği’ne Erdoğan Türkiyesi’nin gücüyle seçildiği İslam İşbirliği Teşkilatı’ndaki bazı çalışmaları da sanki başına buyruk birisi gibi kendisine mal edip, ’Ben şunu yaptım, bunu yaptım..’ demesi ise, komik idi. Yaptıkları, Erdoğan Hükûmeti’nin siyasetinin gereği idi. Bu o kadar öyleydi ki, General A. Fettah es’Sisî, Mısır’da 3 Temmuz 2013 günü, askerî darbe yaptığında, Erdoğan Hükûmeti bu darbeye kesinlikle karşı çıktığı halde, İhsanoğlu İİT Genel Sekreteri olarak, maslahata daha muvafık bularak susmayı tercih edince, Erdoğan ve Davudoğlu’nun, ’Sen orada ne iş yapıyorsun, ne işe yarıyorsun? Nasıl olur da böylesi bir zulmü, bir askerî darbeye karşı Genel Sekreteri olduğun kuruluş adına itiraz yükseltmiyorsun?’ gibi azarlamalarına muhatab oldu ve böylece aralarındaki ipler de tamamen koptu. O vazifeyi bıraktıktan sonra da köşesine çekilip, Boğaziçi’ndeki villasında sessiz bir hayat sürerken..
Kılıçdaroğlu’nun kendisine göre kurnazca ve akıllıca bir teklifiyle karşılaşınca, yeni bir İhsanoğlu ile karşılaşıverdik.. Ve dahası, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin ağzıyla konuşuyor, onların ölçüsüz, hırçın ve saldırgan ve ahlâk sınırlarını aşan laflarını bile tekrar ediyor.
Ayrıca, yaptığı resmî vazifelerdeki bazı kararları kendi iradesiyle yaptığını iddia ediyor. Halbuki, bu gibi mekanizmaların işleyişinin tabiatını bilenler için açıktır ki, bu gibi yüksek bürokratlar, tabiatiyle, kendilerini vazifelendiren hükûmetlerin görüşlerini yerine getirirler, getiremedikleri zaman da, güçlerini ve etkilerini kaybederler.
Bu bakımdan şimdi İhsanoğlu, ’Beni beğenmiyor idiyseniz, dün niye o vazifelere tayin ettiniz?’ diye yakınıyor ve Erdoğan ve Davudoğlu’na laf sokuşturmaya çalışıyor.
Kendisine gereken karşılık verilince de, hanımının ağzından, ’Düne kadar ne kadar yakın dost idik.. Şaşırıyoruz, niye böyle oldu..’ sözleriyle pişmanlık beyanında bulunuyor.
’Deveye binen, çalının ardına gizlenemez..’
Ve, ’Meydana düşenin başı kurtulmaz, seng-i kazâdan’ (kazâ taşından)..
Bütün bunlardan sonra, İhsanoğlu hattâ, farazâ ve kazaen seçilse bile, daha şimdiden o çığın altında kalmış; bir yanan-dönene çevirdiği şahsiyetini öldürmüştür; Allah rahmet eyleye..
*
Diğer aday Selahattin Demirtaş’a gelince..
Bu seçim kampanyasının ilginç simalarından birisi oldu Demirtaş..
Konuşması güzel, düzgün.. Mesajlarını daha anlaşılır şekilde ifade etmekte, İhsanoğlu ile kıyas kabul etmiyecek derecede başarılı..
Siyasî atışmalarda bulunurken, bir hukukçu olduğu halde, Kılıçdaroğlu’nun mesnedsiz, isbatlanamamış yolsuzluk iddialarına tutunmaktan kurtulamadıysa da, en azından, ilk kez olarak, sadece kürd etnisitesine hitab eden bir siyasetçi görünümünden çıkıp, bütün ülkeye hitab eden bir figür haline gelmek şansına erişti.
Bu arada, onun, geçen hafta, Ağrı’da, türkçülük ve başka kavmiyetçi eğilimlere çatarken, ’Benden kürdçülük yapmamı da beklemeyiniz..’ diyebilecek kadar net mesajlar vermesi de ilginçti. Hele, Ortadoğu’nun bugünkü karmaşık yapısına değinirken, ’Daha geçen aya kadar, IŞİD güçleri eErbil’e dayanacaklardır..’ denilseydi, kimse inanmazdı, ama, bugün, işte durum ortada.. Erbil’e 40 km. öteye kadar yaklaştılar. Biz ayrılık peşinde değil, birlik olmak zorundayız..’ gibi mesajlar vermesi ve Türkiye’nin bu tehlike karşısında sessiz kalmaması gerektiğini ve müdahale etmesini zımnen istemesi, yeni ve ilginç bir siyasetçi profili oluşturmasına vesile oluyordu.
Bnun da etkesiyle, bazı kemalist-laik çevreler, İhsanoğlu’nun konuşma kabiliyetinin sınırlı olması hasebiyle ve de onun geçmiş kimliğine duydukları uzaklık ve soğukluk hasebiyle, oylarını ya hiç vermiyeceklerini, ya da Demirtaş’a vereceklerinini söyleyecek noktaya gelmiş bulunuyorlar.
Nitekim, anketlerde, Demirtaş’ın alması muhtemel oy nisbeti, BDP’nin seçimlerde aldığı yüzde 6 civarındaki oy yüzdesinin üstünde, yüzde 9’lara yükselmiştir. Bu durumda, Kılıçadaroğlu’nun, ’Demirtaş’a oy verecekler bir daha düşünsünler, oyları boşa gitmesin, İhsanoğlu’nun Erdoğan’ı yakalamasına az bir şey kaldı..’ gibi laflar etmesi daha bir anlaşılır. Demirtaş ise, bu çağrıya, bir de, ’Ekmeleddin amca.. Bu iş senin işin değil..’ diye karşılık verince.. Bazı çevreleri daha bir umutsuz hale düşürmüşe benziyor.
Temenni olunur ki, Demirtaş ve arkadaşları, ülkenin tamamına hitab etmeyi, hep sürdürsünler ve bir bölge değil ülke partisi olmaya çalışsınlar. Böyle yaparlarsa, sadece ülke ve halkımızın değil, kendilerinin de güçleneceği ortaya daha bir çıkmış durumda..
Demirtaş’a verilecek oylar ilk planda İhsanoğlu’nun aleyhine olacak gibi gözükse bile, Demirtaş sadece kürd etnisitesine aid çevrelerden oy alırsa, bu durum, Erdoğan’ın da aleyhine olabilir. Ve amma, Erdoğan bütün bunlara rağmen, tek başına, yüzde 50’yi aşarsa, -ki, öyle olacağı sanılıyor- o zaman da, Demirtaş ve diğer kürd etnisitesi üzerinde siyaset yapanların pazarlık gücü zayıflayacak demektir.
Ama, öyle değil de, seçimler ikinci tura kalırsa, işte o zaman, ikinci turda, en çok oy alan iki aday arasındaki yarışta, geride kalan üçüncü adayın desteğinin yöneleceği tarafın pazarlık gücünün zirve yapacağı açıktır ki, bunun da ardından o zaman uluslararası oyunlar bile devreye daha bir açıkça girer ve ülkenin geleceği açısından son derece önemli ve olumsuz neticeler ortaya çıkabilir.
*
Üçüncü aday durumunda olan Tayyîb Erdoğan’a gelince..
O bu seçimin favorisi olarak görülüyor-gösteriliyor ise de, sandıkların ortaya çıkaracağı sonuçtan önce kesin konuşmak yanlış olabilir.
Tayyîb Erdoğan, elbette ki, hele de 20 senedir, ülkenin genelinin yabancısı olmayan bir isim.. Ve kimliği de, yaptıkları, yapamadıkları da ortada.. İdealler açısından bakılırsa, onun da elbette bir çok noksan ve yanlışları sözkonusu edilebilir. Ama, en ideal olanlardan, asırlarca o kadar uzak düşdük ki, insafsızlık yapmamak için, mevcud şartlar açısından bir değerlendirme yapmak daha yerinde olsa gerek..
Ve, Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’nun, özellikle Ergenekon- Balyoz Dosyaları etrafındaki yargılamalar sırasında, ’mahkemelerde kesin hükümle mahkûm olmayanların mâsumluğu’karinesini sık sık hatırlatırken, Erdoğan hakkında ise, hiç bir hukukî mesnedi olmayan yolsuzluk suçlamalarını sık sık dile getirmeleri ve bunların özellikle F.G. kontrolündeki yayın organlarındaki bazı müslüman kimlikli kalemler tarafından da, vebali gerektirecek şekilde dillendirilmeleri karşısında, Erdoğan’ın onlara sert karşılıklar vermesini anlayışla karşılamak mümkündür. Kaldı ki, 77 milyonluk bir ülkede, her şeyin âdilâne cereyan etmediğini, yolsuzlukların, yanlışlıkların, hırsızlıkların kanunlara aykırı ya da kanunlara uygun şekilde sürdüğünü bizzat Erdoğan da biliyor.
Buna rağmen, onun, bu son seçim kampanyasında, rakiblerinin ve karşıtlarının umutsuz çırpınışlarına bile fazlaca önem verip, seçime bu kadar asılmasını anlamakta zorlayanlar yok değil.. Ancak, o, işi herhalde son âna kadar oluruna bırakmak istemedi ve meydanlara vargücüyle çıktı.
Ancak, o da kendisine yapılan ve hukuken isbatlanamamış ağır ve çirkin suçlamalar üzerine -bu satırların sahibi de dâhil, bazılarına, ’keşke bu kadar sert konuşmasa..’ dedirttirecek cinsten ve amma, kitlelerin siyasî tercihlerinin şekillenmesinde etkili olan - sert bir uslûbu tercih etti ve CHP’nin Genel Başkan Yardımcıları’nın bile haberi yokken Kılıçdaroğlu’nun tek başına bulmuş gibi göstermeye çalıştığı ve Bahçeli’ye kabul ettirdiği İhsanoğlu isminin, bir Penssylvania Projesi olduğunu söyledi ve ’paralel yapı’ dediği mâlum Cemaat’le,’Bu can bu tende kaldığı müddetçe sonuna kadar mücadele edeceğini’ hemen her mitinginde, her konuşmasında tekrarladı. Ve hattâ, kendi çevresindeki bazı arkadaşlarının bu konuda yeteri kadar hassasiyet göstermediğinden de yakınarak.. Penssylvania Şeyhi’nin elindeki medya organlarının ve yazar-çizer taifesinin topyekûn ’anti-Erdoğan’cı bir cebhe oluşturması ve F.G.’nin bütün bunlara destek vermesi de, bu proje iddiasını daha bir güçlendiriyor.
Ayrıca, Tayyîb Erdoğan’ın C. Başkanı seçilse bile, bu mücadeleden el çekmiyeceğini bilhassa vurgulaması, sadece kendisinin aldatılmış olmasına bir tepki olarak nitelenmiyecek derecede bir durum ortaya çıkarıyor. Çünkü, 2010 tarihinde yapılan anayasa değişikliğinden sonra, o özü itibariyle zâten bir zulüm âbidesi olan o anayasanın daha bir yamalı bohçaya dönüşmesi ve organlar arasındaki yetki karmaşasının daha da artması hasebiyle, ortaya çıkan tablo daha bir karmaşık hale gelmişe benziyor.
Nitekim, Başbakan’ın makam otosu ve makam odasına ’böcek’ denilen dinleme cihazlarının, bizzat Erdoğan’ın çok güvendiği kendi ’Koruma Müdürü’ ve emrindeki polis aracılığıyla yerleştirildiği idarî soruşturmayla anlaşıldıktan sonra, savcılık eliyle yargıya intikal eden şikayetler, geçmişte emsaline rastlanmıyan bir şekilde önemsenmeyip, suçlananların serbest bırakıldığı uygulamalar, devlet mekanizmasındaki uyumsuzluğun boyutlarını gösteriyor.
Bu durumda, Tayyîb Erdoğan’ın C. Başkanı olması neredeyse şart gibi gözüküyor. Çünkü, o zaman yetkileri daha etkili olacak ve oyun oynamak isteyenleri ve kanunların boşluklarından faydalanmaya kalkışanları daha bir güçlü kontrol edebilecektir. Aksi halde, bir örümcek ağı gibi, her tarafı kuşatmış olan bu yapının ülkeye çoook çektireceği var.
Ama, daha da ilginç olan, şu ki, 12 seneye yaklaşan iktidarında Tayyîb Erdoğan ve ekibinin ülkeyi yüzükoyun halden kaldırıp ekonomik açıdan imrenilecek hale getirdiğini, hattâ ortada olan ve tarafı olmayan veya tarafını belli etmeyen çeşitli çevrelerce dahi kabul edilmesine rağmen, onun, güçlendikçe, İslamî kimliğinin kendisini daha etkili şekilde hissettirmesi, sadece içteki bazı mahfilleri değil, uluslararası güç odaklarını da rahatsız ediyor.
İçerdekiler, onun toplumu kutublaştırdığını iddia ederken; gerçekte, 90 yıla -100 yıla yaklaşan bir dayatmacı, , mütegallibe kesiminin, ’taife-i laicus’ düzenin tek kutuplu olarak göstermeye çalıştığı toplumda; Erdoğan’ın ezilen, susturulan büyük kitlelerin bu zamana kadar görülmüş en güçlü sesi olmasından, kendi kutublarının kelaynakkuşları gibi ortaya çıkmasından rahatsız oluyorlar.
Dışardaki güç odakları ise..
Başta Filistin müslüman coğrafyası üzerinde 67 yıldır bir işgal ve gasb neticesinde varlığını sürdüren sionist İsrail rejimi olmak üzere, Suriye, Mısır, Suudî, İran Körfezi’ndeki petrol şeyhlikleri, Irak ve hattâ İran gibi Ortadoğu ülkelerindeki rejimlerin tamamının, Erdoğan’ın kaybetmesinden büyük sevinç duyacakları, sürûra garkolacakları açıktır.
Avrupa ve Amerika cebhesi ise.. Bütün hesablarını onu durdurmaya, engellemeye, sahneden dışarı atmaya yönelik olarak yapıyorlar ve onun güçlenmesinin, NATO’nun içinde, giderek söz geçirmekte zorlanacakları bir figür oluşturacağının, ve bunun halkına da yansıyacağının ve de geçmiş tarihte Batı dünyası için tehlike teşkil eden asırları tekrar yaşatacağının endişesi içindeler..
Nitekim, bunu yayınlarından da, resmî çevrelerin açıklamalarından da anlamak mümkün..
Ve Erdoğan’ın kaybetmesi halinde ise, 12 senedir, -mâlum Cemaat mensublarının son bir-iki yıllık hayal kırıklıkları dışında- rahat nefes alan ülkemiz halkı gibi, Filistin’in mazlum halkının da mâteme boğulacağı açıktır.
Bütün bunları göze aldığımızda..
Bu satırların sahibi, geçmişte de belirttiği üzere reyini, açıkça belirtmekte fayda görüyor ve AK Parti’ye değil, Erdoğan’ın şahsına verdiğini ve onun bundan sonra da yapacağı hayırlı hizmetlerinin üzerine inancının mührünü daha bir güçlü şekilde vuracağına; dârağaçları, sarhoş kusmukları, zindanlar, sürgünler, zorbalıklar ve oldu-bitti yöntemleriyle 90 yıl öncelerde oluşturulan ’cumhur’suz bir cumhuriyet’ten, ilk kez, ’cumhur’lu bir cumhuriyet’e doğru yola koyulduğuna olan ümidlerini tekrarlıyor.
Allah’u Tealâ’nın, halkımız ve bütün müslüman halklar ve bütün insanlık için hayırlı olanı nasib etmesi temennisiyle..
*
haksöz