"İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla hoş olur. Şayet başına bir kötülük gelirse gerisin geri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir." (Hacc / 11)
Benlik zindanının bir diğer hücresi de; iki benliliktir. Kişinin dışındaki ben'i ile içindeki ben'i farklılık arz edip kendi benliklerinin çatışması arasında kaldığında yoğun bir kimlik erozyonu yaşayacaktır. Hele birde bu ben'lik İslamî bir daire içerisindeyse, kişi hem dünyasını hem de ahiretini kaybedecektir. Müslümanların nazarında İslamî motifler serdedip, söz, hal ve hareketleriyle İslamî bir hayat görüntüsü veren kişi iç beninde asli birçok konuda hâlâ mücadele veriyorsa bir türlü mutmain olamayacaktır. Bu manevî dâhiliye hastalığının elbet birçok sebebi vardır. Nifak, samimiyetsizlik, cahillik, tembellik, yönsüzlük, menfaatperestlik gibi birçok sebep kişide benlikler çatışmasını doğuracaktır. Yazımızın başındaki ayeti kerimenin ışığında bu konuya bakmaya çalışırsak uyumsuzluğun ana sebeplerinden bir kaçı da; cahillik ve menfaatperestliktir.
Kapitalist kuşatılmışlığın etkisinden çıkamayan manevî dâhiliye hastaları, dünyevî ve uhrevî kapitalizmden asla sıyrılamazlar. Allahu Teâlâ ile yapılan alış verişi semt pazarındaki domates alışverişiyle karıştırırlar. Allah için verdiklerini iddia ettikleri bir dirhemlik sadakanın yarım saat içinde en az on dirheme dönüşmesini beklerler. Haksızlığa uğradıklarında karşı tarafın tepesine ani bir yıldırım düşmesini beklerler. Allah'a kulluk ederken arayı iyi tutayım başıma bir bela yazılmasın diyerek kulluk ederler. Ya da arayı iyi tutayım malım mülküm çoğalsın işim rast gitsin derler. Çocuklarının İslamî bir eğitimden geçmesini isterler ama bunu; biriktirdiğim serveti barda pavyonda bitirmesin diye isterler. Evladı şuurlu bir mü'min olduğunda da oğlumun beyni yıkandı derler. Cimriliklerini İslam"ın "israf etmeyin" emri ile gizlerler. İsraflarını da İslam"ın cömertlik tavsiyesiyle gizlerler. Korkaklık ve acziyetlerini sabırla gizlerler. Pervasızlık ve taşkınlıklarını yiğitlikle gizlerler. Şahsiyetsizliklerini tarafsızlık adı altında saklarlar. Hatalarını "benim doğrum budur" diyerek kabul ettirmeye çalışırlar. Kullandıkları lüks eşyaları "Müslüman en iyisine layık" diyerek meşrulaştırırlar. Nefislerinin ulaşamadığı bir şey olduğu zaman zaten bu dünya geçici derler.
Dâhiliye hastalarının zenginleri Hz. Osman'ı(r.a) okuduklarında mal ve servet biriktirip dilediği gibi harcama yapabilme sonucunu çıkarırlar. Fakirleri ise Hz. Ebu Zerr'i(r.a) okuduklarında servet düşmanlığının caizliği sonucuna varırlar. Hâşâ! İki sahabede bunlardan münezzehtir. Canlarının çekmediği helâl ya da kerihi haram gibi savunanlar. Canlarının çektiği haramı da kerih ya da helâl gibi savunurlar. Bir musibete uğramış insanı gördüklerinde kim bilir hangi suçtan bu hale geldi derler. Kendi sıhhat ve zenginliklerini de iyi kul oldukları için kendilerine verildiğini söylerler. Varken şükür ederler yokken hamd etmezler. İlim sahiplerine soru sorarken öğüt alıp islah olmak için değil imtihan edip sıkmak için sorarlar. Kitap okurken uykuları gelir, kafaları almaz olur. Ama para sayarken, ticaret yaparken hiç uykuları gelmez ve en ince kurnazlıklara kadar kafaları çalışır. Allahu Teâlâ'nın dinindeki sünnet ve müstehapları olmasa da olur mazeretiyle terk ederler ama önünde çorba yanında salata sonunda tatlı olmayan sofraları ciddi eksik olarak görürler. Küçüklerden sonsuz saygı büyüklerden sonsuz sevgi bekleyip küçüklerini sevmezler büyüklerine saygı göstermezler.
Başlarına bir musibet geldiğinde "o kadar iyi kul olmama rağmen, bir sürü kâfir varken bana bu niye geldi" derler. Kâfirler Ümmeti Muhammed'i kılıçtan geçirirken sihirli bir elin işi düzelteceğini beklerler. Biz cihada gidiyoruz edebiyatı yaparak, yıllarca toplum içinde mücahit taklidi yaparak sözde yeryüzünde onurla gezerler. Sonunda ne cihad edenlerden nede ilim ehlinden olurlar. Tevazuyu hep karşıdan beklerler. İlim ve amel ehli olmayı hep temenni ederler ama hiç işe soyunmazlar. Doksan dokuz iyiliği görmeyip bir kötülüğü dillendirirler. Kendi görüşlerinden başka hiçbir görüşü kabul etmezler. Sevdikleri bid"at"ı bid"at"ı hasene yaparlar, sevmedikleri sünneti bu gün için siyaseten terk edilmesi gereken ameliye sayarlar. Psikopat duygularını cihadla karıştırırlar. Şahadet denince akla Rıza-i Baki'den ziyade huriler gelir. Tesbihat ve istiğfar deyince Rahmeti İlahi yerine dünyada yaşayamayıp ta özlem duyduğu saltanat hayatına kavuşacağı köşkler ve bahçeler aklına gelir. Ahiret nimetlerini hep kapitalistçe değerlendirir. İslam"ın herhangi bir emrini ya da yasağını mutlaka sağlık gerekçesine bağlar.
Müslüman"ı, emin olduğu için sever ve o rahatlıkla Müslüman"a dilediğince eziyet eder. Kâfire zalim olduğu için gülümser ve o korkaklıkla kâfire sempatik olur. Cehennemden korkarken firavunun zulmüyle kıyas ederek korkar. İmtihanı kaybetmenin zilleti ve mahcubiyetini hiç aklına getirmez. Zalime boyun eğip dünyada emin olmak ister Allah'a boyun eğip ahirette emin olmak ister. Gıybete başlarken gıybet olmasın diye başlar. İyiliği emretmek için konuşmaz kendisine yapılmış iyiliği emr amelini ödeştirmek için konuşur. Namazın fıkhını bilmezken muteşabih ayetlerin felsefesini çözmeye kalkar. Hz. Ali'nin(r.a) buyurduğu gibi "kendi isteklerini peşin defterine yazarsın, Allah'ın isteklerini vadeli deftere yazarsın."
Evet, dâhiliye koğuşu hastalarının en kötüsü de bu tür bir yazıyı okuduğunda ilk işi yanındaki insanlarda bu hastalıkları aramaktır. Oysa iyi olacak hasta kendine bakmalıdır. Kendi hastalıklarının teşhis ve tedavisiyle ilgilenmelidir.
"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. "(Ankebut / 23)
Ey Şafi olan Rabbimiz hastalıklarımıza şifa ver. Bizi dinini tanıyıp bilen dine kenarından değil de tamamına iman edenlerden eyle. Âmin.
Vuslat Dergisi/İbrahim Küçük ARŞİV