Bu öyle büyük bir dâvâ idi ki Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) malını-mülkünü feda ettiren; Hz. Ömer’e (r.a.), kendisine ölümü hatırlatacak bir adam tutturan… Bu öyle bir dâvâ idi ki Hz. Ali’yi savaş meydanlarının aslanı yapan; Hz. Osman’ı, meleklerin bile hayâ edecekleri bir kişi haline getiren; Hz. Bilal’ı koskoca kayaların altında “ahad, ahad” diye yeri göğü inleten, ateşten kumların üzerinde sabrettiren… Seyyid Kutub’u “bin tane başım olsa bu dâvâ uğruna hepsini seve seve veririm” dedirten, felçli Ahmed Yâsin’i tekerlekli sandalyesinde oradan oraya koşturan, hastaların hastalığını unutturan, dertleri zevke çeviren, geceleri uyutmayan, gündüzleri oturtmayan, koşturan, coşturan, ama boş durdurmayan bir dâvâ…
Evet, bu öyle bir dâvâ ki mallarını ve canlarını Allah’a sattıran, O’nu râzı ve memnun etmek için her türlü acıya katlandıran… O’nu hoşnut edebilmek için dünyanın bütün belâlarına, yürekleriyle set oldukları dâvâ…
“Dâvâ bilincine sahip kardeşim, vazifen, dikenler arasından güller toplamaktır. Ayağın çıplaktır, batacak. Elin açıktır, dikenler ısıracak. Buna sevineceksin. Çöllere sürülürsen kanınla ağaç yetiştireceksin. Kutuplara sürülürsen enerjinle, ısınla buzdan putları eritecek, açtığın yerde sebze yetiştireceksin. Yeşilliği sevmeyenler olacak, yakacaklar, yıkacaklar. Sen, sana yakışan olgunlukla tavır koyacaksın. Bazen sabırla bazen kahırla, bazen susarak bazen gürleyerek hakkı gündemleştireceksin. Ekvatora sürgün olsan; yağmur olacaksın, kar olup yağacaksın. Karanlık zindanlara salarlarsa ışık, paslı vicdanları görürsen ümit, imansız kalplere rastlarsan nur vereceksin. Sen verdiğin için suç olacak, sen getirdiğin için ceza göreceksin, sen konuştuğun için mahkûm olacaksın. Ve buna şükredeceksin. Anadan, yardan, serden geçeceksin. Candan, gönülden Kur’ân’a sarılacaksın. Ayaklı Kur’an olmaya çalışacaksın. Damla iken deniz, nefes iken tayfun olacaksın. Derdini yazmak için derini kâğıt, kanını mürekkep edeceksin. Kimse ile görüştürmezlerse, mecnun olup çöllere düşeceksin. Leyla arar gibi hidâyet arayanları sen bulacaksın. Bulamazsan üzülmeyeceksin. Dosta gülle varacaksın, düşmana gülle olup patlayacaksın. Makamlar, servetler teklif etseler, dâvânı satmayacak, kendini azaba atmayacaksın. Yalan, iftira, çamur fırtınasına tutulursan, hissiyatını terk edecek, moralini bozmayacaksın. Önünde demirden set yaparlarsa, dişinle deleceksin. Dağları toptan oymak gerekirse, kazma yok demeyecek ve iğne ile oyacaksın. Unutma! Nerede olursan ol, küfrün ve cehlin tâ temelini çürüteceksin. Bir gün Kur’ân etrafındaki surların yıkıldığını görürsen, hemen kemiklerini taş, etlerini harç, kanını da su edeceksin. Etrafına ilimden, irfandan, faziletten, ahlâktan kaleler dikeceksin.” Kaleler fedâi ister, kimse öne atılmıyorsa bile, ilk fedâi sen olacaksın. Özetle; Kur’ân talebesi olacak, içinde kendinin de olduğu Kur’an neslini oluşturacaksın. Dâvâ adamı Müslüman bilir ki, bu yol kıldan ince, kılıçtan keskincedir. Her kişinin yolu değil, “er” kişinin yoludur. Hak yolda tek başına da kalsan, tevhid bayrağını elinden bırakmayacak, onu teslim edeceğin birilerini yetiştireceksin. Hakkı anlatacaksın, Hak için, hakkı hakkıyla yaşayarak hak kitabın tercümanı olacaksın.
Müslüman, dâvâ insanıdır. Kendisini dâvâsına adayan, nerede yaşıyorsa, “burada dâvâ benden sorulur” diyen, sözüyle ve özüyle Allah’a dâvet eden kimsedir. İslâm'a köle olan, her türlü esaretten kurtulmuştur. Taş duvarların arasında olan mahkûm, iman ile şükreder, hayal ile dünyayı dolaşır. Sabır ile hakkına râzı olur. İnancını yerine getiremeyen insan, her yerde mahkûmdur. Dâvâlar bazen mahrumiyet içinde İslâm’ı öğrenen gençlerin kafasında, bazen hapishanelerde, bazen mezarlıklarda yükselir. Dâvâ adamları; Çokları bu dünyadan gitti. Fakat iz bıraktılar. Medeniyet onların elinde parladı. İnsaniyet, onların hayatından ilham aldı. Dâvâ adamı yolcudur; sırât-ı müstakîm yolcusu. Dâvâ adamı ufka yürür. Konaklanacak her yeri geçer. O, ufku yakalamak için yürür...