Demokrasi bir din konumunda günümüzde. Kimilerinin tedirgin olduğu üzere bir araç olarak algılanmıyor artık. Dem okrasi ve Batıcı düşünce ve ruh olarak giderek kökleşiyor. Mücadeleler, gerilimler ve buna bağlı aşırılıkların çekişmesi birbirini tamamlar durumda. Birbirlerinin açıklarını, eksiklerini giderme durumunda. Üstünlük kuran kesimler ağır bir baskı oluşturuyor. Mezhepler birbirini sapkın olarak nitelendiriyorlar. Bu âdeta ağır bir dile dönüşüyor. Kimi taraflar da buna zemin hazırlıyor.
Demokrasilerde genel anlamda katılımcılık duygusu olduğu var sayılıyor. İlerleyen zamanda belli bir kesim ile sınırlı kalıyor. Adalet duygusu giderek yitiyor. Çünkü iktidar olan bütün hakları kendine ait olarak görüyor. Mezheplerden biri o ülkenin tek sahibi kendisi olduğunu varsayıyor. Taraftarları da buna razı oluyor ister istemez.
Söz konusu ülkenin bütün insanları gelirlerden eşit yararlanamıyorlar. Oysa birlikte askerlik yapıyorlar, ülke savunmasına ve ekonomisine birlikte katkı sağlıyorlar. Birlikte yaşıyor ve ölüyorlar. Ama ne yazık ki bu asla hatıra gelmiyor.
Biz ister istemez konuyu Türkiye düzleminde değerlendiriyoruz. Mezheplerden biri dinî değerlere yakın bir diğeri uzak olabiliyor. Ya da daha yakın olanları da olabiliyor.
Demokrasi din konumuna bürününce onun kimi kurallarını kutsamak ve bunu öne çıkarıp vurgulamak temel bir sorun. O zaman da dinî değerlerin hiçbir önemi kalmıyor. Örneğin 1923 tarih vurgusu ile bu tarihin öne çıkarılması bir rastlantı olamasa gerek. Muhafazakârların cumhuriyetçilerden öncelikli davranması bunun en belirgin yanlarından biri. 15 Temmuz sonrası “tek vatan”, “tek bayrak”, “hâkimiyetin kayıtsız şartsız halkın” olması, “ulusalcılık”, “Türkçülük” gibi. Cumhuriyet ideolojisinin en temel kavramlarıdır bunlar.
İktidarı ellerinde bulunduranlar ve yandaşları kendileri dışında kalanları kimi değerlere yaslanarak tekfir edebiliyor ve hatta günahkâr sayabiliyor. Bu anlamda bir cephe oluşturuyorlar. Cumhuriyet ideolojisinin kimi kurallarını güçlendirmek adına diğerlerine baskı oluşturabiliyorlar.
Referandum kampanyası demokrasi dininin bir cihadı gibi algılanıyor. Kendileri gibi düşünmeyenleri çok ağır bir şekilde suçluyor, tekfir ediyor ve günahkâr sayıyorlar. Sanki cennetin kapısı buradan geçiyor gibi bir algı oluşturuluyor. Cemaatler ve kimi gruplar bunu aşırılıklara kadar götürebiliyorlar.
Adına demokrasi deniliyor ve bir seçime gidiliyor. Burada tercih millete bırakılıyor. Aşırı baskılardan ötürü de oluşan gerilimden ne seçimin, ne sandığın, ne de tercihin bir anlamı oluyor. Söz konusu durum sanki göstermelik gibi oluyor.
Şu süreçte yaşanan gerilimlerden, uluslararası karmaşadan sonra farklı bir psikolojik durum oluşuyor. Aşırı duygu veya bir başka deyimle hamaset çok tuhaf bir hâl alıyor.
Gerilimli dönemlerde Türkiye sanki İtalya, Rusya deneyimlerini yaşamadı. Onlara karşı olan höykürmeler ve basitliklerin aynısı yaşanıyor. Almanya, Hollanda ve diğer Avrupa ülkeleri ile olan gerilim de şu referandum konusunun malzemesi olabiliyor. Bu da âdeta bir Haçlı-Hilâl çekişmesine dönüştürülüyor. Kaldı ki asıl temel sorunlar göz ardı oluyor. AB’den vazgeçme, AB Bakanlığı’nı iptal etme, AB’nin kimi dayatmaları ve hatta çıkara dair durumlar asla dikkate alınmıyor. Tartışma konusu bile olmuyor. Oysa Batılıların kim ve ne olduğu zaten biliniyor.
Bu bir süreçtir, gelip geçecek kuşkusuz. Referandum sonucu öyle ya da böyle nasıl çıkarsa çıksın şu uluslararası gerilimlerin ateşi düşer, gene özürler dilenir ya da bir yol ve üslubu bulunur. Ancak insanımız arasındaki uçurum, öfke ve nefret duygusu giderilemez. Artık bilinçaltına yerleşmiş olur.
Halkı Müslüman olan, yönetim tarzı demokrasi olan, sekülerizm ile burjuvazinin baskın olduğu, hakkaniyeti ve adil dağılımı olmadığı bir ülkedeyiz. Bu çekişmelerin İslâm adına sürdürülüyor olması elbette düşündürücü.