Demokrasiyi ve Oy Vermeyi Savunanların Çürük Argümanları -2-

Ahmed Kalkan

3- Ehven-i Şer

 

Şerrin Ehveni Olur mu? Hayır Varken En Şerli Şer “Ehven-i Şer”dir.

Hayır ve şerrin ölçüsü bellidir: Allah’ın râzı olacağı şeyler hayır; râzı olmadıkları da şer. Hayrın tümü elinde olan Allah (3/Âl-i İmrân, 26; Müslim, Müsâfirîn, 20), sadece hayırlı şeyleri emreder ve şerleri yasaklar; O’nun her emrettiği hayırdır; yasakladığı her şey de şer. Haramlara hayır denmediği gibi; harama sebep olacak, sonucu haram olan şeyler de hayır değildir. Mü’minin ölçüsü, nefsi/hevâsı değildir. O, duyu ve duygularının, hevâsının değil; Allah’ın kuludur. Hoşlandığı ve hoşlanmadığı her konuda Rabbine itaat edecektir müslüman. İmanı oranında duyu ve duygularını da selim kılacak, onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinin emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. O anda, Allah’ın emirlerindeki hayrın hikmetlerine vâkıf olacaktır.

 

Hayır sanılan şeyler, ancak Allah rızâsı gözetilerek yapılırsa hayır sayılır. Helâl yoldan kazanılmayan para, kişi için hayır olmadığı gibi; mal ve servet, ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın rızâsı olmayan yerlere harcanırsa yine hayır değil; şer olur. Gerçek hayır, neticesine göre hüküm alandır. Hoşlanmadığımız şeyleri Allah hayırlı kılmış olabilir (2/Bakara, 216; 4/Nisâ, 19). Hayırlı bir ümmet/toplum olmanın yolu, hayırlara yapışmakla olacaktır; Kur’an bunun şartlarını açıklar (3/Âl-i İmrân, 110). Müslüman, Allah’ın hayır olarak gösterip emrettiğine teslim olmalı, kendisi ve insanlık için hayrı istemeli, hayırda yarışmalı, insanları hayra teşvik etmeli, Allah’ın yasakladığı her çeşit şerden uzaklaşıp başkalarını da uzaklaştırmaya çalışmalıdır.

 

Hastanın durumuna göre ilaç verilmesi gerektiği bir vâkıadır. Aynı doktor, bir hastaya su içmeyi yasaklarken, başka bir hastaya bol su içmeyi tavsiye eder. Hatta aynı hastaya, bir zaman yasakladığı bir şeyi başka bir zaman tavsiye edebilir. Bu durum, doktorda çelişki ile izah edilemez. Aynen böyle. Küfürle bir haramı aynı gören ve her ikisini de şer kabul edip aralarında bir ayrım gözetmeyen kimseye, dememiz gereken şey; elbette: “İkisi de şerdir, ama biri ehvendir, diğeri daha büyük şerdir. Haramla küfür, şer yönüyle aynı değildir” demek olacaktır. Tam tersine, böyle birisine: “Tabii, şer şerdir, ehveni filan olmaz; haram da birdir, küfür/şirk de. Hangisini yaparsan yap!” diyebilir miyiz?

 

Ama, bir diğer şahıs: Dinin bazı konularını tâviz masasına yatırıp küfrün bir kutsalını övmek için dinden bir konuyla kıyas ediyor ve bir şerri (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen hükümeti desteklemeyi, demokrasiyi, oy vermeyi vb. şeyi) hayır olarak sunamadığı için şer kabul ediyor, ama ehven kabul ederek insanlara sevdirmeye çalışıyor ve böylece çok ciddi bir şerri “ehven” göstererek Müslümanlara tavsiye ediyorsa; o zaman “ne yapalım, İslâm yasaklıyor, ama bu önemli bir yasak değildir; şerdir, ama ehvendir, kabul edelim” mi dememiz gerekir? Elbette, böyle bir durumda: “Hayır var olduğu müddetçe; şer şerdir; ehveni filan olmaz; şerden Allah râzı olmaz; ehven de olsa, kötüdür” demek en doğrusudur.    

 

Ehven-i Şer Mantığı ve Sistem İçi Kabuller

İşlenen fiil, İslâm'a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Allah için yapılan her meşrû amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ'nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Olaylara ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir.

 

Ehven-i şer, daha az kötü, daha az fena olan demektir. Hayrın ve hakkın olduğu veya imkân nisbetinde uygulanabileceği yerde, ehven de olsa şerre itibar edilmez.

 

Şer’î ise, şeraite uygun, şeraitle ilgili demektir. İslâmiyet’in temel kurallarına ve İslâm dininin emrettiği dünya nizamına uygun olan demektir. Şer kelimesiyle bir ilgisi yoktur; şeriat kelimesiyle aynı kökü paylaşır.  

 

Ehven-i şer; ifadesinin aslı "ehven-i şerreyn" yani, iki kötünün hafif olanı, şeklindedir. Osmanlı’nın son zamanlarında İslâm hukuku alanında yazılmış en meşhur eser olan "Mecelle"de; "ehven-i şerreyn ihtiyar olunur" diye geçmiştir ki, başka ihtimal (alternatif) yoksa ve yapmak zorunda olduğumuz şeyler kötü şeylerse en hafifini seçmek mecburiyetindeyiz, demektir (Madde 29). Aynı zamanda Mecelle’de üç madde daha vardır: İki fesatla karşılaşıldığında hafif olanı yapılır, büyüğünün çaresine bakılır", "Büyük zarar küçük zararla giderilir"; "Genel zararı önlemek için kısmî zarar seçilir" (Madde 26, 27, 28). Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, iki kötüden hafif olanının yapılabilmesi için, hayır olan ihtimal (alternatif) bulunmaması ve ikisinden birini mutlaka yapmak zorunda kalınması şartları vardır. Buna göre; şerlerin yanında bir de hayır varsa veya hayır olmasa bile şerlerin hiç birini yapmadan da olunabiliyorsa şerrin hafif olanı da yapılamaz.  

 

Müslümanlar olarak bu oyunların ne zaman farkına varacağız? Dişimizi kıran taşın, rengi pirince en çok benzeyen taş olduğunu, basit kazanımlar peşinde bâtıl düzenlerin kurtarıcılarını desteklerken, aslında şer bataklığının içine çekildiğimizi ne zaman kavrayacağız? Ne zaman at gözlüklerimiz çıkartıp hayrı göreceğiz, duygularımızın esiri olmayı bırakacağız? Benimsenmesi ve giderek hayır zannedilip savunulması yönüyle en zararlı şerrin, ehven-i şer olduğunu ne zaman anlayacağız?

 

Beyazın siyahı, yakının uzağı, haksızın haklısı, güzelin çirkini… Bu tamlamalar ne kadar anlamsız ve saçma geliyor kulağımıza değil mi? Hiç beyazın siyahı olur mu? İçerisinde siyah bulunan renk, artık beyazlıktan çıkmamış mıdır? Ya haksızın haklısı!

 

Ama bunlara çok benzeyen ve de çok sık kullandığımız bir deyim var dilimizde. “kötünün iyisi” diye. Alıştık, alıştırıldık bu tamlamaya. Hiç düşünmedik bir şey hem kötü, hem de iyi nasıl olur diye. Bakışlarımızı sadece şer tarafına çevirmemiz istendi; taktığımız at gözlükleri başka şeyleri örneğin hayrı görmemize engeldi. Bu şer çöplüğünde sıtma da vardı, ölüm de. Ölümü gösterdiklerinde bize, sıtmaya razı olduk; sağlıklı bir ömrü aklımızın ucundan bile geçirmeden.

 

Gözümüz şer tarafına kaymış, burnumuzu bu pisliğin içine sokmuştuk ya işte bu şeytanın arayıp da bulamadığı bir fırsattı. Artık melek postuna bürünüp bizi kandırabilirdi, aynen Âdem ve eşine yaptığı gibi. Hani nasıl da onlara dost görünmüş, sonsuzluk ve güç vaad ederek Allah’ın yasakladığı ağaçtan yedirmişti (7/A’râf, 21). Deseydi ki “Ben sizin düşmanınızım, bu ağaçtan yiyin ki Allah sizi cezalandırsın”, o ağaçtan yerler miydi hiç? Şeytan, Allah’a giden dosdoğru yolun üzerinde oturuyordu (7/A’râf, 16) ve bu yaklaşım da şeytanın sağdan yanaşmasıydı (7/A’râf, 17), şeytanın Allah ile aldatmasıydı (31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5).

 

Popülist câhiliyye kültürünün, hayatımızın her alanında şerde hayır aramamızı empoze ettiğine şahit oluyoruz. Cehenneme giden yolların üzerindeki iyi niyet taşlarıdır “ehven-i şer” anlayışı. İman ve küfür arasındaki çizgiyi, hakla bâtıl, hayırla şer arasındaki sınırı silip atan bir anlayıştır bu.

 

Ehven-i şer anlayışının meşrûiyeti var mıdır?

İslâmî hareket açısından ve Müslümanları ifsad eden, onları uzlaşma ve taviz bataklığına çeken özelliğiyle, hayır dururken şerri benimsettirme yaklaşımıyla “en şerli şer, ehven-i şerdir.”

 

Hayrı, yani vahyin tavsiye ettiği hususu tercih etmeyip şerlerden birini tercih etmek gibi bir yanlış seçim karşısında olan insan bilmeli ki; şer olması hasebiyle hiçbir günah, küçük ve basit görülemez; hiçbir şer de şer olması hasebiyle ehven olamaz.  

 

Şer şerdir. Hayra ulaşmak mümkün olduğu halde, şerler arasında tercih yapılamaz. Kur’an, ehven de olsa şerre tâbi olmayı, onunla uzlaşmayı hiçbir şekilde câiz görmez.     

 

“Şerrin az veya hafif (ehven) olması” da, şerrin izâfî/göreceli olması da, dinin temel yasaklarını içermemesi anlamında kullanılabilir. Dinin tâviz verilemeyecek esaslarından birini pazarlık konusu yapmak, küfürle, tâğutlarla uzlaşmak, şerrin hafifi, ehveni midir; yoksa en büyüklerinden birisi mi? Kendisinde hayır bulunmayan bir şer ile ya da hayır ve şerrin karıştığı için hakla bâtılın senteze girdiği bir tavırla dünyâ ve âhiret hayrı nasıl umulabilir? Meselâ, “âhiret karşılığında dünya hayatını satın almak” (2/Bakara, 86), “Allah’ın âyetlerini az bir karşılık (dünyevî çıkar) ile satmak” (2/Bakara, 41), “hakka bâtılı karıştırmak, bile bile hakkı gizlemek” (2/Bakara, 41) gibi konular, bir muvahhid mü’min tarafından nasıl ve ne şekilde ehven bir şer kabul edilebilir? Dünya menfaati ile âhiret azabı karşılaştırıldığında hangisinin ehven olup diğerine tercih edilebileceği, “ehven-i şer” tâbirini sık kullananlar açısından cevaplanması gereken önemli bir sorudur. Kapitalizmi savunan birileri tarafından komünizme göre kapitalizm ehven-i şer olduğu için desteklenmelidir. Nitekim, “lâ”sı olmayan ılıman bir dini savunan ve dış ülkelere de açılan uzlaşmacı büyük bir grup yıllarca bu mantıkla masonları, İslâm düşmanı yöneticileri savunmadı mı? Sosyalizm ve komünizmi savunan kimseler de Müslüman olduklarını iddia eden bazılarına, sosyalizmi ehven-i şer diye takdim edip kapitalizmi destekletebilirler. PKK bile bu konudan yararlanıyor; aynı argümanı kullanarak TC ile kendi örgütü arasında hangisinin ehven olduğu hususunu sorarak bir tercih yaptırmaktadır. Bu konu, şeytanın tâviz için insana yaklaşabileceği bir alandır.  

 

Şer, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Şer, temelde başta şirk olmak üzere Allah’a isyânı, her çeşit günahı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi sapık inanç ve tavırların hepsi şerdir. Kur’an’da şer kavramı, daha çok şirk, küfür ve isyan yerine kullanılır. Kur’an’da şer kelimesiyle, bazen sû’ yani günah işleme duygusu da anlatılır.

 

Kur’an, akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır (8/Enfâl, 22, 55). Çünkü onların yaptıkları hayır olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır. Allah (c.c.) insanı hayır ve şer konusunda denemektedir (21/Enbiyâ, 35).

 

Muvahhid mü’min için hayırla şer arasında nasıl bir tercih yapması gerektiği gibi bir soru, gereksiz bir soru olması icap ettiği halde, maalesef “vahy” demek olan mutlak hayrı tercih etmenin göreceli zorluğuna katlanmak istemeyen tavizci kesim kendine göre şerler arasında bir tercih yaparak ehven kabul ettiği şerri (hayra rağmen) tercih edebilmektedir. Unutmayalım: “vahy”, mutlak hayırdır. Vahiyle irtibatı olan ilim ve hikmet de hayırdır. “Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” (2/Bakara, 269)

 

 

Şer olan bir sistemin herhangi bir kurumundan şer’î olan bir uygulama yapılması beklenebilir mi?

Cehennemden saraylar, köşkler beklenirse, şer olan bir sistemden veya onun bir kurumundan da şer’î bir uygulama beklenebilir. Şer, zaten şeriata ters olan, Allah’ın rızâsına uymayan işlerdir. Şerden şeraite uygun bir uygulama kesinlikle beklenemez. Şer şerrî bir uygulamayı neticelendirir, şer’î uygulamayı değil.

 

Şerden ancak şer doğar, mahzâ hayır olan şeriat (şer’î uygulama) değil. Şerre sebep olan herhangi bir şey de şerdir. Baştan aşağı şer kabul edilecek tâğutî düzenlere oy vermek veya onların devamından ve güçlenmesinden yana tavır almak da tümüyle şerdir; böyle bir tavrın hayır adına savunulacak hiçbir yönü yoktur. Muvahhid mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler, şerre destek olmazlar. Bilirler ki, hayra destek ve vesile olmak o hayrı işlemek gibidir; şerre destek ve vesile olmak da o şerri işlemek gibi insanı günahkâr yapar. “…İyilik ve takvada (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (5/Mâide, 2). Allah’tan ittika etme (korkup sakınma) şuuruyla işlenen bütün sâlih ameller “hayır”dır. Bunun zıddı olan şer ise, bütün günahlar ve faydalı zannedilse bile aslında zararlı olan, en azından faydasız olan işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, hayır imanın gereği, şer ise, inkârın ve isyânın diğer adıdır.

 

Hak, apaçık ortadadır. Bâtıl rengine bürünemez. Bâtıl görünümünde hak veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa "ehven-i şer"dir. Ehven-i şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır. Ehven-i şer mantığı ise, hayra giden yolu tıkayacağı, şerri sevdireceği ve tâbî kılacağı için, esas büyük şerden de daha zararlı olabilir.

 

İçinde yaşadığımız cahili toplumların oluşturup yaşattığı cahili sistemlerden ilkesel ve zihinsel planda ayrışmak, sistemin ideoloji ve ilkelerinden koparak Allah’a doğru hicret etmek ve sistemle temel ilkelerimize ve tevhide aykırı düşen hiçbir ilişki içine girmemek esas olandır. Bilindiği üzere, ilk inen surelerle başlatılan cahiliye ile ayrışma süreci çok büyük titizlikle sürdürülmüş. Mekke’de egemen sistemle Rasûlullah’ın (s.a.s.) oluşturduğu yapı arasında tam ve çok yönlü bir kopuş yaşanmıştır. Cahilî toplumu değiştirme ve egemen sistemi dönüştürme iddiasıyla köklü bir inkılâbın temelleri atılmış, sistemle bütünleşmemek, uzlaşmamak için elden gelen gayret gösterilmiştir.

 

Mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi, daha önemlisi Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi için en gerekli ve en önemli mesele saf ve katışıksız bir İslâmi kimlikle ve İslâmi ölçüleri referans alarak mücadele sahasında yer alabilmektir. Gerek tağuti sistemlerin, kurum, kural ve yönlendirmelerinden, dayatmalarından bağımsız, gerek toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından uzak olarak, uzlaşmacı, sentezci anlayışları, pratikleri bünyesinde bulundurmayan bir netlik ve tavizsizlikle, yalnızca vahyi ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) vahyi uygulamasını belirleyici kılmak İslâmî bir mücadelede vazgeçilemeyecek esası teşkil eder. Tevhidi ölçü ve ilkelerin belirleyici ve yönlendirici tesirinden sıyrılarak, pratikte dünyevi anlamda bazı başarılar(!) elde edilse de, o pratikler İslâmî olma özelliğini kaybedecek, Allah’ın rızasını da kazandırmayacaktır. Sistem içi alanlarda yer edinebilmek için sıklıkla meydana gelen İslâmi kimliğe yabancılaşma; kendini gayri İslâmi kavram, değer ve ilkelerle tanımlama, vasıflandırma eylem ve söylemleri, fıtri ve vahyi olandan, nefsi olumsuzluklara ve dünyevileşmeye doğru bir kaçış ve bir sapmadır. Bu tür bir yabancılaşma, tevhidi bağın parçalanmasına ve farklı kimliklerin üremesine yol açmakta, tevhidin belirleyiciliğinden ve İslâmi kimlikten sıyrılanlarda, kimlik çözülmesi meydana gelmektedir.

 

 

İslâm, kelime-i tevhid'deki lâ=hayır kılıcıyla şerle (şerrin bir kısmıyla), tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona taviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için "lâ" ile isyan bayrağını çektiği şirk ve şerle uzlaşma ve ehven kabulü nasıl mümkün olabilir? Rabbimiz bu konuda bakın ne buyuruyor: "(Yâ Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi Bize karşı uydurman için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirler. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, muhakkak, az da olsa sen onlara meyledecektin (tâviz verecektin). O takdirde dünya ve âhiret azâbını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın." (17/İsrâ, 73-75). Ehven-i şerre râzı, yani şerrin bir kısmını kabullenen tâvizci bir edâ ile, hak-bâtıl karışığı, dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Hz. Allah yasaklamaktadır: "Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin." (2/Bakara, 42)

 

Tevhidî bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mü’min, tevhidi bir yönelişle, her şartta Hak’ka bağlanmak, Hak’kı temsil etmek ve Hak’kı Batıla hâkim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu taşımak zorundadır. Mü’min şahsiyet, “şer” (kötü) ile şerden bir şube olan “ehven-i şer” (daha az zararlı kötü) arasındaki tercihe kendisini kapatarak, “iyi ve maruf” olanı tercih dışı bırakma konumuna düşemez. Her şartta iyiyi arzulamak, ehven yolunda çaba göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mü’min olmanın en temel gereğidir... Bu sebeple hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça, Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez, küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve İslâm şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle hükmetmeyi tercih edemez.

 

Toplumu dönüştürme iddiası olan muvahhidlerin, öncelikle kendilerinin toplumu taşımak istedikleri değerler, ilkeler, ölçüler alanında istikameti koruyan tavizsiz bir yürüyüşü ve tutarlı bir örnekliği/şahidliği ısrarlı ve istikrarlı bir biçimde sürdürmeleri gerekir. Allah’ın“emrolunduğun gibi dosdoğru ol, istikameti koruyun, aşırı gitmeyin” ve “zâlimlere meyletmeyin size ateş dokunur” uyarılarına rağmen, kendi ürettikleri kimi maslahatlar, çıkarlar ve marjinallikten kurtulmak adına istikameti terk edip toplumun cahili eğilimlerine, cahili sistemin partilerine savrulanların toplumu tevhidi istikamette dönüştürmeye vesile olmaları da, topluma Allah’ı razı edecek bir örneklik oluşturmaları da mümkün değildir.

 

 

         Ehven-i Şer Kur’an ve Sünnette Geçiyor mu? Geçiyorsa Nasıl Geçiyor?

Kur’an’da ve Sünnette “ehven-i şer” tâbiri yoktur. Yani “Kur’an ve Sünnet” şiarını öne çıkaran kimselerin “ehven-i şer” diye bir ölçüleri sözkonusu değildir; onlar kendilerine göre şerlerin ehven olanlarını seçmekle değil; şerleri tümüyle yok etmeye çalışıp “hayr”a yapışmakla emrolunmuşlardır.

 

Tevhidî istikameti bulamayan kitlelerin özgürlük ve adalet arayışı ile şer yerine “ehven-i şer”e yönelmeleri mazur, hatta şer’in en şedidinden kaçış anlamında görece bir olumluluk iken, muvahhid mü’minlerin “ehven-i şer”e yönelmeleri, ehveni teşkil eden tevhid yolunu alternatif olmaktan çıkarma, davetin muhatabı kitlelerin sığlığına sürüklenerek sıradanlaşmaları ve inkılâbî (devrimci) ruhu kaybetmeleri sonucunu doğurmaktadır. Bu sebeple, Müslümanlar olarak, yukarıda bahsedilen dönüştürme projelerinin farkına vararak, her şart altında, tevhidi İslâmi kimlik ve ilkelerimize sadakati, sabiteler alanındaki değişmez değer ve ölçülerimizi savunup yaşamlaştırmayı ısrarla sürdürmeliyiz.

 

Görece bir özgürleşme ve zenginleşme uğruna, taktik ve konjonktürel özgürleşme ihtiyacımızı gidermek için, bizi biz yapan, bize şahsiyet, kimlik ve imanımızı kazandıran temel ilke ve değerlerimizi, yaratılış gayemiz olan “sadece Allah’a kulluk” anlamındaki stratejik hedefimizi feda edebilir miyiz?”

 

Doğru ve sahih bir din anlayışını topluma taşıyabilmek için, toplumun vahyin belirleyiciliğine, tevhidî akideye doğru dönüşümüne vesile olabilmek için, öncelikle hiçbir şartta ve hiçbir gerekçeyle taviz verilmemesi gereken ve değiştirilemez, terk edilemez vahye dayalı temel ilke ve değerlerde ısrar eden, vahyin şahidliğini âdil ve emin bir kimlikle ortaya koyan davetçi kadrolara ihtiyaç vardır. Kendilerini özgün İslâmî kavramlarla tanımlayan, bu durumdan bir eziklik ve kompleks duymayan, vahyin getirdiği kavram, ilke ve değerleri eylem ve söylemlerine egemen kılmaktan ve bunları bıkmadan usanmadan yaşayıp, topluma taşımaktan usanmayan ve utanmayan, tam tersine onur duyan şahsiyetli Müslümanlara ihtiyaç vardır.

 

  

             Müslümanların yozlaşmasında ehven-i şerrin yeri nedir?

Hakkı savunan insan için ise ehven-i şer diyerek şerle uzlaşma, en hafif deyimle bir bid'at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah'ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.

 

Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk'ın istediği şeyler:  Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah'ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, şerrin ehvenine de rızâ göstermeyip tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, Allah’ın yasakladığı bir şerri ehven diye savunması, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah'ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah'ın rızâsından başka beklentileri olmayan âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah'ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir (26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; 11/Hûd, 29, 50-51, 80; 36/Yâsin, 21 vd.).

 

Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. Bu konuda oltaya taktıkları en önemli yemleri de “ehven-i şer” solucanıdır. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (68/Kalem, 9)

 

Ehven-i şer mantığı, şerle ve şerri dayatanlarla uzlaşma demektir. Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma, kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü'minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelizmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir. (Hâlbuki Kur'an'dan açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, mü'minlerle ilgili sünnetullah, kâfirlerle ilgili sünnetullahtan çok farklıdır.) Mutlak doğruyu, vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak İlâhî kaderi olan, her an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır. 

 

Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din'i kuşa benzetmektir. Hak Din'in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm'ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerinden tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.

 

Ehven-i şerciliği, tâvizi, uzlaşmayı reddetmek, geçici bir protesto hareketi değil; ölüme kadar tevhid kelimesindeki “lâ”yı hayatıyla tefsir edip, eylemleriyle yorumlamaktır. Uzlaşmayı red, hak ve bâtıl her şeye karşı çıkmak, farklı anlayıştaki mü’minlerle ve değişik İslâmî yaklaşımlarla da iyi geçinme yollarını aramayıp onlarla mücadele etmek, ya da isyankâr fakat marazî/hastalıklı bir psikolojik yapı değildir. Hakk’ın mutlak doğruları ile beşerin göreceli doğrularını birbirine karıştırmak, itikadî olanlarla itikadî olmayanı aynı kefede görmek, bir hata ile haramı, bir günah ile şirki karıştırıp hepsine aynı şiddette reaksiyon göstermek değildir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kast etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?      

                                                  

Bugün, nâfileleri, ihmal edilen nice farzların önüne geçirmenin, ibâdetlere tevhid ve şirke ait hususlardan daha fazla önem vermenin çok yanlış olduğunu vurgulamalıyız. Evvelâ insanımızın gönlündeki şirk virüslerini yok etmek gerekiyor. Bu mikropları yok sayarak sadece ibâdetleri anlatmak veya bunlarla uğraşmak, çöp kutusuna temiz gıda atmaya benzer…

 

Din ‘Lâ ilâhe’ ile başlar. Önce bir red, bir isyan, bir ‘hayır’, bir temizlik mekanizması, cahiliye pisliğine her yönüyle bir direnişte bulunan bir tavır gerekir ki; o temizlenen yere tertemiz bir İlâh anlayışı yerleşmiş olsun. Öteki türlü hakla bâtılın karıştırıldığı bir ortam oluşturulur. Bu da Müslümanlığın doğru anlaşılmasını zorlaştırır.

 

Bizim, bugün var olan ve giderek ivme kazanma eğilimindeki ‘Ilımlı İslâm Anlayışı’na net ve sert tepki göstermemiz; İslâmî değişim ve dönüşüm talebi olmayan, uzlaşmacı, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr çizginin Kur’an İslâm’ına birinci derecede engel olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Tabii bu vurgu, boşalan yerin tevhidî bir yaklaşımla doldurulmasını gerekli kılıyor. Kolay işler değil bunlar… Bunu halka net bir şekilde sunabilecek imkânlara sahip değiliz. Halkın, Allah’ın anlattığı dini, peygamberin vurguladığı tevhidi anlayacak altyapısının -şu an için- olmadığını zannediyoruz. Sesimiz de çok güçlü çıkmadığından, nebevî öncelik ve nebevî usûlle anlatılan şeyler cahiliye toplumu tarafından kabullenilmeyebilir. Çünkü yıllardır din adına farklı şeyler öğretildi insanımıza.

 

“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (10/Yûnus, 107)

 

“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar yüceltir; dilediğini de zelil kılar alçaltırsın. Her türlü hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.” (3/Âl-i İmrân, 26)

 

 

4- Rumların Galip Gelmesine Müslümanların Sevinmesi

 

Rumların Galip Gelmesine Sevinme ile Demokratik Seçim Arasında İlgi!?           Demokratik seçimlere katılmanın Rumların (Bizanslıların) galip gelmesine mü'minlerin sevinmesi konusuyla benzerlik kurmaya kalkan insanımız var. Hıristiyan Rumların Mecûsi İranlılara gâlip geleceğini ifade eden İslâm'ın ilk Mekke yıllarında inen Rûm sûresinin ilk âyetleri, aslında âlimlerce Bedir savaşında mü'minlerin galip gelmesine sevinmeleri olarak anlaşılır. Sevinilen şey Bedir'de mü'minlerin galip gelmesidir. Ama Bedir zaferi zamanında Bizans'ın da zaferi çakışmıştır. (Bakınız Elmalılı Tefsiri, Rum sûresinin 2. âyetinin tefsiri). Yine mü'minlerin sevinmeleri, önce Bizans (Rumlar) mağlup olmuş, gücü büyük oranda kırılmış, süper güç olmaktan bu mağlubiyetle neredeyse çıkmış, hayli darbe yemişti. Sonra ikinci süper güç olan da yenilgiye uğrayacak, o da büyük darbe yiyip meydan İslâm'a hazır hale gelecekti, mü'minlerin sevinmesinin sebebi bu idi. Biraz daha geniş olarak açıklarsak:

 

İslâm’ın karşısında ona tehdit teşkil eden iki büyük medeniyet vardır. Roma ve Sasani imparatorlukları. Önce Rumlar yenilgiye uğruyorlar, Rumların yenilgiye uğraması sebebiyle Roma imparatorluğu büyük bir toplumsal ve sosyal yıkıma uğradı, zayıfladı. Daha sonra da Rumların Sasanileri yenilgiye uğratması ile, İslâm’ın karşısında iki büyük tehdit olan iki büyük imparatorluk kendilerine büyük darbeler indirerek İslâmi fetihler için bir zemin teşkil etti. Yani ayetten anlaşılması gereken müslümanların Rumların yenmesi sebebi ile sevinmesi değil, Rumların ve Sasanilerin birbirlerine darbe vurmaları neticesinde zeminin İslâm’ın gelişip yayılmasına vesile olacağı sebebiyledir. Yoksa Romalılarda inanç yönüyle putperest ve müşriktirler. Allahın oğlu olduğuna inanan bir toplum müşriklerin en büyüğüdür.

 

Bu olayın günümüzdeki demokratik seçimlerle ve anayasa değişikliği ile ne ilgisi var? Mü'minler Rumlara destek mi oluyordu? Yardım mı ediyorlardı? Onların ordularına mı katılıyorlardı? Sözgelimi onların milletvekili seçimi olmuş olsaydı, ya da anayasaları oylansa, referanduma tâbi tutulsaydı, ashab, onlara destek mi olurdu? Kur'an bunun kapısını mı açıyor? Bakın, onca hüküm âyetleri varken, bir olayın nakledildiği ve hüküm olarak bize bir emir vermeyen bir âyetle spekülasyonlara gidilecek. Hiç benzeyen bir durum olmadığı halde oradan bir şeyler çıkarılmaya çalışılacak. Hâlbuki Kur'an'da nasıl hükmedilmesi gerektiği, kanun yapma hakkının kime ait olduğu, egemenliğin kimin hakkı olduğu, kimlere itaat ve destek olmamızın yasak olduğu net şekilde birçok ayette belirtilir.

 

Rumların Galibiyetine Sevinmek

Şeriati’nin de ifade ettiği gibi, İslâm’ın yeni doğmuş yıllarıdır o yıllar. İslâm’ın karşısında ona tehdit teşkil eden iki büyük medeniyet vardır. Roma ve Sasani imparatorlukları. Önce Rumlar yenilgiye uğruyorlar, Rumların yenilgiye uğraması sebebiyle Roma imparatorluğu büyük bir toplumsal ve sosyal yıkıma uğradı, zayıfladı. Daha sonra da Rumların Sasanileri yenilgiye uğratması ile, İslâm’ın karşısında iki büyük tehdit olan iki büyük imparatorluk kendilerine büyük darbeler indirerek İslâmî fetihler için bir zemin teşkil etti.

 

Yani âyetten anlaşılması gereken müslümanların Rumların yenmesi sebebi ile sevinmesi değil, Rumların ve Sasanilerin birbirlerine darbe vurmaları neticesinde zeminin İslâmın gelişip yayılmasına vesile olacağı sebebiyledir. Yoksa Romalılarda inanç yönüyle putperest ve müşriktirler. Allahın oğlu olduğuna inanan bir toplum müşriklerin en büyüğüdür.

 

Bu Benzetmeyi Yapanlar Kendilerini Çok Büyük Tehlikeye Atmış Oluyorlar

Demokratik seçimlere katılmanın Rumların (Bizanslıların) galip gelmesine mü'minlerin sevinmesi konusuna bezediğini ileri sürenler, insanın kendi ictihadı kendini bağlayacağı için, kendilerini çok vahim duruma sürüklemiş oluyorlar. Seçimlere tavır alanları tekfircilikle suçlayan bu anlayış sahipleri, eğer bu iddiayı ileri sürüyorsa, esas kendileri çok radikal bir tekfirci olmuş oluyorlar. Oy verdikleri partilerin aynen Rumlar, yani Bizanslılar gibi olduğunu ileri sürmüş, oy verdikleri şahısların Bizanslı ehl-i kitap kâfirlerle aynı olduğunu iddia etmiş oluyorlar. Böylece, tekfircilik yanında, destekledikleri zihniyeti de ehl-i kitaba benzettikleri için Kur’an’da ehl-i kitap hakkında geçerli hükümleri de kuşanmış oluyorlar. Bu takdirde; Kitap ehli ile ilgili Kur’an’ın hükümlerinden yola çıkarak şu İlâhî hükümleri bu benzetmeyi yapanlara atfetmemiz gerekecektir:

 

Onlar, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler (2/Bakara, 109.

Siz onların milletine/dinine uyuncaya kadar, onlar sizden râzı olmazlar. Onların hevâlarına/arzularına uyanlara, Allah’tan dostluk ve yardım etme yoktur.” (2/Bakara, 120)

Onlara uymak yerine, aramızda eşit olması gereken tevhid kelimesine (Tevhidî hayatı topluma hâkim kılmaya) onları çağırmak Kur’an’ın emridir. Onlara şu çağrıyı yapmak gerekir: ‘Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.” (3/Âl-i İmrân, 64)

Onlar, görüp bildiği halde, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar (3/Âl-i İmrân, 70) demektir.

Yine onlar hakkı bâtıla (doğruyu eğriye) karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyordur (3/Âl-i İmrân, 71).  

(Gerçeği) görüp bildikleri halde Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorlardır (3/Âl-i İmrân, 98-99).

Onlar küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Pek azı müstesnâ artık iman etmezler (4/Nisâ, 155-157).

Onlar cibt ve tâğuta, putlara ve bâtıl (tanrılar)a iman ederler, sonra da kâfirler için: ‘bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ derler. Bunlar, Allah’ın lânetlediği kimselerdir; Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı da bulamazsın (4/Nisâ, 51-52).

Onların önde gelenlerinin çoğu, insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler (9/Tevbe, 34).

Ve onlardan bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler haline getirirler.” (3/Âl-i İmrân, 100)

Allah nezdinde, hak din onların dini değil; İslâm’dır (3/Âl-i İmrân, 19).

O yüzden onlar dost edinmek yasaktır. Onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost kabul edenler, onlardandır (5/Mâide, 51).

 

 

5- Hicret

 

Hicret ve Seçimlerde Oy Vermek

Hicret, Allah’ın dinini yaşamanın aşırı derecede zorlaştığı bir yerden Allah’ın dinini daha rahat yaşayacağı bir başka yere (ülkeye) göç etmektir. İlk Müslümanlar, Mekke’de Allah’ın dinini bireysel ve aile olarak tüm kapsamıyla yaşayamadıkları ve din özgürlüğü bulunmadığı için, birçok zorluğu göze alarak, kendi ülkelerini terk edip Müslümanlığı daha rahat ve daha kapsamlı yaşayabilecekleri bir özgürlük ülkesine, Habeşistan’a göç ettiler. Günümüze bunu yansıtırsak; Türkiye’de başörtülü (tesettürlü) şekilde üniversitede okuyamayan bazı kızlarımız günümüzün Habeşistan’ı sayılabilecek (aynen Habeşistan gibi Hıristiyan olan) Batı ülkelerinden Avusturya’ya gidiyorlar, orada Türkiye’dekine göre çok daha rahat şekilde İslâm’ın bazı hükümlerini yaşıyorlar ve kimse müdahale etmeden başörtüleriyle okullarına gidiyorlar. Ya da Türkiye gibi bir ülkede İslâmî davet ve tebliğ çalışmalarından dolayı hakkında soruşturma, kovuşturma açılan ve büyük ihtimalle uzun yıllar hapislerde çürüme ihtimali olan bir mü’minin Batı ülkelerinden birine hicret etmesi, oralara iltica etmesi gibi hususları Habeşistan hicretine benzetebiliriz.

 

İyi de, demokratik seçimlerde partilere oy vermeye veya Anayasaya oylamasına katılmaya nasıl benzetebiliriz? Kıyasda illet birliği olacak? Habeşistan’a hicret ile bir şirk anayasasına oy vermenin neresi nasıl benziyor? 

 

‘Hicret’, imanın, Allah’a ve Rasûlüne bağlılığın, Allah yolunda fedâkârlık yapmanın, dünyalıklardan vazgeçmenin, yalnızca Allah rızasını seçmenin bir göstergesi; küfre ve onların azgın temsilcilerinin hükmüne boyun eğmemenin, iman uğruna her zorluğu göze almanın destansı ifade edilişidir.

 

Hicret’ sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil veya kalp ile de olabilir (73/Müzzemmil 10; 4/Nisâ, 34). Bir âyette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibâdetidir (29/Ankebût, 26). ‘Hicret’ terim olarak Peygamberimizin ve Mekkeli müslümanların milâdî 622 yılında, peygamberliğin on üçüncü yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleridir.

 

Habeşistan'a Hicret: İslâm'ın ilk yıllarında, sahâbîlerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır" demeleri nedeniyle sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz, sayıları yüzü bulan sahâbîye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a iki defa hicret edildi.

 

Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi, ama en azından orada dinî özgürlük vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkânlardan da müslümanlar tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Allah ve Rasûlü tarafından böyle bir ülkeye göç etmelerine izin veriliyordu. Peygamberin talimatıyla insanlar bu hicreti gerçekleştirdiler. Anayasaya oy verenler böyle bir tâlimatla mı, yoksa ehven de olsa küfrün ve şirkin hükümlerini onaylama gibi Allah ve Rasûlü’nün izin vermeyeceği kesin olan bir iş mi yapıyorlar? Yasak olan bir eylemi, Allah ve Rasûlünün onayladığı bir eylemle (hicretle) nasıl benzetebiliriz? Anayasa zulmetmeyen âdil bir Habeşistan gibi midir? Öyle bile kabul edilse, Müslümanlar Habeşistan yönetiminin İslâm’ın müsaade etmediği emirlerini ve hükümlerini kabul ediyorlar mıydı? Bırakın Habeş kralının gayrı İslâmî anayasasına oy verip kabul etmek, herkesin devamlı uyguladığı kralın önünde eğilme davranışını bile mü’minler yerine getirmemişlerdi. Yani sığındıkları (destekledikleri değil) ülkenin kurallarına, anayasa ve yasalarına onay vermek, destek olmak bir tarafa, uymadılar, itaat etmediler, kralın önünde eğilmediler. Allah’ın indirmediği hükümlerle insanları yönetecek olanlara oy vermek, bâtıl anayasayı onaylamak gibi İslâm’ın yasakladığı hususlar, İslâm’ın faziletli saydığı Allah için fedâkârlığın zirvesi olan Hicret’e nasıl benzetilebilir? Tağutî düzenin devamına yarayan şekilde oy vermek, şirk anayasasına destek olmak küfürle uzlaşmadır. Habeşistan’a hicret eden mü’minler ise küfürle uzlaşmamak için ülkelerini terk ettiler, gittikleri ülkede de küfürle uzlaşmayıp krala saygı duruşunda bile bulunmadılar.  

 

Kur'an'da hicret, cihaddan sonra en önemli eylem olarak değerlendirilir. Bunun nedeni açıktır. Bir mümin için en önemli şey imanı ve imanının gereklerini yerine getirerek Allah'ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mü’min kendi ülkesinde, yaşadığı çevrede bu amacına ulaşamıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün, malının mülkünün, akraba ve dostlarının hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı seçiyorsa, ancak o zaman gerçek bir mü’mindir. Bu nedenle Mekke'de, müminler müşriklerin baskı ve işkenceleri yüzünden böyle bir seçim yapma noktasına doğru gelince, Kur'an onları, hicretin anlam ve önemini bildiren ayetlerle muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu konudaki bir ayette, "De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbinizden korkun. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak, sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir" (39/Zümer, 10) buyrularak bir hicretin gerekebileceği ima edilir. "Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda hicret edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz; ahiret mükâfatı ise daha büyüktür"(16/Nahl, 41) âyeti ise müminleri hicrete açıkça teşvik eder.

 

Habeşistan muhâcirleri, kendi ifadeleriyle, dinlerini yaşama konusunda tam bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a istedikleri gibi ibâdet ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız edilmiyorlardı. Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı.

 

“Muhafazakâr bir partiye oy verecekler de 13 Hazirandan itibaren müslümanca yaşayabilecekler, en büyük zulüm olan şirke ve Allah’a isyana hiç zorlanıp bulaştırılmayacaklar, artık müslümanca rahat bir ortamda yaşayabilecekler” diyebilir misiniz? Hangi haram artık devreden çıkacak, hangi farz daha rahat yerine getirilecek, hangi şirk ve küfür seçimden sonra okuldaki çocuklarımıza dayatılmayacak? Faiz mi, fuhuş mu, sokaklarda haramlara gözü takılmadan müslümanca yürüme özgürlüğü bile olmayan erkeklerin durumu mu, helal ve faizsiz kazancın yollarının tıkalı olması mı çözüme kavuşacak? Allah için söyleyin, müslümanca yaşama konusunda Müslüman olmayan Habeşistan yönetiminin tanıdığı Müslümanlara kolaylık ve özgürlüğün hangisini bu yönetimler Müslümanlara 13 Hazirandan itibaren tanıyacak? Allah’tan korkmak lâzım böyle bir benzetme için. Biz Allah’a ve Rasülüne isyan etmeyelim, seçimlerde oy kullanarak düzeni desteklemeyelim diyoruz, birileri de çıkıyor, oy vermeyi Allah’ın ve Rasûlünün emriyle yapılan bir uygulamaya benzetiyor? Allah’a ve Rasülüne isyan, nasıl Onların emirleriyle yapılan bir şeye benzetilebilir? Oy verince Habeşistan’daki Müslümanlara verilen hürriyetler gelecek diye düşünen varsa, Türkiye gerçeğini de, şirkin mahiyetini de, düzenin işleyişini de bilmiyor, ama bilmediğini de bilmiyor demektir. İslâm adına, Müslümanların düzenle ilgili zulümleri adına 13 Haziran itibarıyla evet çıkınca değişecek hiçbir şey, ama hiçbir şey olmayacaktır.