Demokrasiyi ve Oy Vermeyi Savunanların Çürük Argümanları -3-

Ahmed Kalkan

Hudeybiye Antlaşması ve Anayasa Reformu

 

Giriş

 

Demokratik seçimlere sayılı günler kala, demokrasi odaklı siyasal tartışmalar da artık tavan yapmış durumdadır. Bununla beraber bu tartışmaları sadece demokratik seçimle sınırlı olarak görmemek, İslamî siyasî düşüncenin izlemesi kaçınılmaz badireler olarak görmek gerekir kanaatindeyim. Bu gibi tartışmalarda herkes kendi tezini Peygamber döneminden bir örnekle temellendirmek istemektedir. Bu da doğaldır. Doğal olmayan ise, örneklendirmenin yanlış yapılmasıdır.

 

Seçimlerle ilgili tartışmalarda kanaatimce Hudeybiye antlaşması da böyle bir yanlış örneklendirmenin konusu yapıldı. ‘Yanlış örneklendirme’ kısaca şu şekilde özetlenebilir: Peygamber (a.s) Hudeybiye’de Mekke yöneticileriyle bir barış antlaşması imzalamıştır. Oysa antlaşmanın maddeleri ve hatta biçimi bile görünüşte İslam'ın temel hükümleriyle çelişiyordu. Buna rağmen Peygamber (a.s), ileride elde edeceği yararları dikkate alarak, Mekke yöneticilerinin dayatmalarına ‘evet’ dedi. O antlaşma, Müslümanlara geniş imkânlar hazırladı, bugünkü tabirle, oligarşiyi geriletti, mevzi kazandırdı…

 

Biz de bu yazıda, bize göre olan bu yanlışlara dikkat çekmek ve doğru olduğuna inandığımız yorumu ortaya koymak istiyoruz.

 

Hudeybiye Nedir?

 

Hudeybiye antlaşması, Rasulullah Muhammed (sav)’in İslam davetinin Medine döneminde devletleşme sürecinin en önemli aşamalarından birisidir. Bu antlaşmanın sayılamayacak kadar çok hikmeti ve öğretici siyasî boyutları bulunmaktadır.

 

Hudeybiye, Mekke’ye 17 km. mesafede,[1][1] bir su kuyusunun bulunduğu bir mevkiinin adı olup, Rasulullah’ın Mekke kâfirleriyle yaptığı sulh antlaşmasına isim olmuştur. Rasulullah (sav)’in öncülüğündeki İslam cemaati Medine’de Bedir, Uhud ve Hendek savaşı gibi üç büyük sınavdan geçmiş, Mekke kâfirleri artık İslam'la baş etmekten ümitlerini kesmişler, Müslümanlar da kendilerine büyük bir güven duyar olmuşlardı. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının üçü de, Kureyş’in Mekke’den Medine’ye doğru bir hamlesiydi. Bu üç hamle artık çok olmuştu. Sıra şimdi, altmışına merdiven dayamış olan Peygamber’in öncülüğündeki İslam'ın hamlesindeydi. Rasulullah Mekke’yi artık avucunun içinde gibi görüyor olmalıydı.

 

Çok yüksek bir siyasî bilincin ileri bir hamlesi olarak Rasulullah (sav) hicri 6. yılın (628) Zilkâde ayında, umre yapmak maksadıyla 1400 (ya da 1500) kadar sahabeyle Mekke’ye hareket etti. Rasulullah, basit bir yolcu kılıcından başka hiçbir silah aldırmadı. Çünkü Mekke’ye, savaşmak üzere değil, umre için geldikleri mesajını vermek istiyorlardı. Kurbanlık develer alındı. Bu arada Rasulullah’ın, bazı develere Mekke’nin fakirlerine dağıtmak maksadıyla yiyecekler yüklettiği rivayetini de buraya eklemeliyiz.

 

Rasûlullah'ın (sav) Medine’den çıkışı Mekke’de büyük bir panik ve gerginliğe sebep olmuş, Mekkeliler bir anda savaş pozisyonu almaya başlamışlardı. Halid b. Velid 200 adamıyla Müslümanları karşılamak üzere hareket etmişti bile.

 

Peygamber (a.s) bütün yalınlığıyla aslında savaşmak için gelmediği mesajını vermesine rağmen, Mekke’ye haber sızdırması umulan kişiler vasıtasıyla, eğer umre için izin vermezlerse savaşmaktan çekinmeyiz mesajını vermekten de geri durmuyordu.

 

Mekkelilerin acziyetine bakın ki, kendisini ve tebliğ ettiği Din’i ortadan kaldırmak için üç defa Müslümanların en az üç katı ve tam teçhizatlı kuvvetle Medine’ye kadar uzanmış olmalarına rağmen, şimdi 17 km. kadar burunlarının dibine sokulmuş olan, yanlarında hiçbir savaş aracı bulunmayan 1500 kadar müslümanla ne yapacakları sorusu, onları büyük bir paniğe sevk etmişti. Bu şaşkınlık içinde Peygamber'e elçiler göndermeye başladılar. Rivayetlere bakılırsa Kureyş Peygamber'e Bedil b. Verka, Mukriz b. Hafs, el-Huleys b. Alkame, Urve b. Mes’ud ve en sonunda da Süheyl b. Amr’ı elçi olarak göndermiştir.[2][2] Peygamber’in bu ani baskını adeta Kureyş’in dizlerinin bağını çözmüştü.

 

Rasulullah da derhal diplomatik faaliyetlere başlamış, elçi olarak önce Ömer b. Hattab’ı göndermeyi düşünmüş, Ömer ise can güvenliği kaygısını dile getirerek, Osman’ı göndermesinin daha yerinde olacağını ileri sürmüştür. Peygamber (a.s) Osman’ı göndermiş, bir ara Mekkelilerin Osman’ı hapsetme girişimi, Müslümanlara onun öldürüldüğü şeklinde intikal etmiştir. Bunun üzerine Rasulullah sahabeyi bir ağacın altında toplamış ve Osman’ın öldürülmesine karşılık Mekkelilerle savaşacaklarını bildirmiş, bunun için sahabeden bîat almıştır.[3][3] Buna da bey’atu’r-rıdvân denilmiştir. Müslümanların bu biatını haber alan müşrikler ise telaşa kapılarak Osman’ı serbest bırakmışlardır.

 

İşte Süheyl b. Amr’ın (iki arkadaşıyla birlikte) barış yapmak üzere gelmesi tam bu aşamadadır. Karşılıklı müzakereler sonucunda Mekke elçisiyle peygamberimiz arasında on yıl geçerli olması öngörülen beş maddelik antlaşma imzalanmıştır.

 

Hudeybiye Barış Antlaşması Müslümanlara ne kazandırdı?

 

Hudeybiye antlaşması Peygamber (a.s)’ın sadece harp sanatında değil, siyaset masasında da çok başarılı olduğunu göstermektedir. Görünüşte antlaşma tamamen Müslümanların aleyhine şartlar ihtiva ettiği için sahabe bir türlü içine sindirememiş, anlaşmanın imzalanmasına taraf olmamışlardır. Ashabıyla istişare etmeye çok önem vermesine rağmen Peygamber (a.s), Hudeybiye’de neredeyse tek başına kalmış fakat doğruluğuna inandığı bir karardan asla geri adım atmamıştır. Zaman, onun bu siyasî dehasını kanıtlamıştır.

 

Hudeybiye’yi önemli kılan neydi? Bu antlaşmayla İslam artık Arap yarımadasının bir numaralı siyasî gücü haline geliyordu. Bundan böyle İslam’ı dikkate almadan Arap yarımadasında kimse bir siyaset yapamayacaktı. Hudeybiye, aslında yaklaşık yirmi iki ay sonra gerçekleşecek olan Mekke’nin fethinin ilk ve büyük adımıydı. O günden itibaren Mekke düşmüş sayılırdı.

 

Hudeybiye antlaşması görünüşte tamamen Mekkelilerin başarısını, Peygamber’in ise acziyet içinde teslimiyetini gösteriyordu. Hâlbuki gerçek bunun tam tersiydi. Müslümanların umre için Mekke’ye girmelerine evet izin verilmiyordu lakin ertesi sene gelip üç gün kalmalarına müsaade edilmesi, bu sürede Mekkelilerin şehri boşaltıp dağlara çekilme kararları bile İslam'ın gücüne boyun eğdiklerinin ifadesiydi. Çünkü İslam'ın etkileme gücünden çekindikleri için kendi insanlarını üç gün Mekke dışına çıkartacaklardı. Müslümanlara belki de en ağır gelen, Mekke'den Medine’ye sığınacak Müslümanların geri iade edilmesi şartıydı. Rasulullah ise, Allah elbette bir çıkış yolu yaratır diye düşünmüş olmalıdır. Bu şekilde birkaç Müslümanın biraz sabretmesine bedel olarak, öte yandan birçok kazanım elde edilecekti. Gerçekten de Allah öyle bir çıkış yolu yaratmıştır ki, belki Peygamberimiz bile hayretini mucip olmuştur. Ebu Basîr liderliğinde Mekke-Medine yolu üzerinde Îs denilen bir bölgede kümelenen, Mekke'den kaçan ama Medine'ye gitmeyen mü'minler Mekkeliler için büyük bir tehdit oluşturmuşlar ve bizzat Mekkeliler Peygamber'e başvurarak anlaşmanın bu maddesini feshetmeyi önermişlerdi.

 

Antlaşma süresince Kureyş Müslümanlara, Müslümanlar da Kureyş’e saldırmayacaktı. Bu on sene zarfında Müslümanlar dinlerini yayacaklardı.

 

Bu antlaşma ile Mekke aristokrasisi ilk defa Muhammed (a.s)’ı siyasî bir muhatap olarak resmen tanımış, kendisiyle antlaşma imzalamak zorunda kalmıştır. Ayrıca Muhammed ve adamlarıyla antlaşma imzaladığı için de Kureyş, çevredeki putperest kabileler nazarında itibar kaybına uğramıştır.

 

Medine’den ayrılırken münafıklar tarafından, kendisini ateşe atıyor, çölde Kureyş hepsini kılıçtan geçirecek gibi dedikodulara konu olan Peygamber ve ashabının, (Mekke fethine giden yolda ilk adımı atmış,) hiç kimsenin burnu bile kanamadan ve muzaffer bir ordu edasıyla Medine'ye dönmesinin hâsıl ettiği siyasî ve toplumsal nüfuz her türlü izahın üstündedir. Hayber’in fethi, Mekke'den önce Müslümanlara Hudeybiye’nin yaptığı orta boy bir armağan idi…

 

Hudeybiye’nin demokratik seçimlerle kıyaslanması

 

Rasulullah’ın sîretine parçacı yaklaşıldığında, her bir olaydan farklı yorumlar devşirmek mümkündür. Ama bu, ilmî bir yöntem değildir ve bu yöntemle ciddi bir fikir inşa edilemez. Hudeybiye antlaşmasının, günümüzde demokratik seçimlerle karşılaştırılmasına gelince, bu konuda birçok yanlış kıyaslama yapılmaktadır. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür.

 

* Siyasî ve diplomatik açıdan büyük bir başarı olan Hudeybiye antlaşmasıyla Medine İslam devletinin başkanı olarak Peygamber (a.s) çok ciddi bir atak yapmıştır. O güne kadar Medine’de daha çok savunmada kalan Peygamber ilk defa bir karşı hamle yapmış, bir kere daha politikayı kendisi belirlemiştir. Umre için evinden çıkışı Mekke'de büyük bir telaşa yol açmış, nihayetinde Mekke yönetimi onunla barış masasına oturmak zorunda kalmıştır. Acaba bu açıdan anayasa oylamasıyla Hudeybiye arasında ne gibi bir benzerlik vardır?!

 

* Devletleşme sürecinde emin adımlarla ilerleyen nebevî İslamî hareketin çok önemli bir safhası olan Hudeybiye, yaklaşık on sekiz yıllık bir İslamî tebliğ ve hareketten bağımsız düşünülemez. Bu antlaşma, hicretle beraber oluşan Medine İslam yönetiminin askerî, siyasî, sosyal ve diplomatik hamlelerinin önemli bir parçasıdır. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları; üç büyük Yahudi kabilesine karşı izlenen politika; Mekke’nin fethi gibi belli başlı büyük atılımlar göz önüne alınmadan Hudeybiye’yi konuşmak eksik olur.

 

Aslında Hudeybiye’yi doğru okumak için İslamî tebliğin ilk yıllarına, işkencenin, boykotun, ötekileştirmenin haddi hesabının olmadığı o netameli yıllara kadar gitmek gerekir. Kureyş kâfirlerinin Peygamber (a.s)’a yaptıkları uzlaşma tekliflerini atlamamak gerekir. Peygamber (a.s) o yıllarda oligarşik düzeni geriletmeye, mevzi kazanmaya çok daha fazla muhtaçtı! Buna rağmen Kureyş’in tekliflerini her seferinde, bir elime güneşi, bir elime ayı koysanız yine beni bu davadan vazgeçiremezsiniz kesin kararlılığıyla reddetmişti.

 

Hudeybiye antlaşmasıyla Peygamber (a.s) akîdesinden, siyasetinden, İslamî hareketten hiçbir taviz vermemiş, herhangi bir geri adım atmamıştır. Peygamber'in adının yanından ‘Rasulullah’ kelimesinin antlaşma metninden sildirilmesi, “bismillahirrahmanirrahîm” yerine “bismikellahümme” yazdırılması gibi ayrıntılar, büyük resmi görmeye asla engel olmamalıdır. Peygamber, akidesini pazarlık konusu yapacak olsaydı bunu Mekke’de iken yapardı. Hudeybiye antlaşması sonucunda Müslümanlarla kafirler arasında akidevî bir yumuşama, ılımlılaşma olmamıştır. “Lekum dînikum veliyedîn” ilkesinde en küçük bir dönüşüm yaşanmamıştır. Zaten aksi de beklenemezdi.

 

Hudeybiye’de Peygamber kâfirlere yağcılık yapmadı, tabasbus etmedi, onlarla uyuşma, uzlaşma yolları aramadı; ne olur bir arada yaşayalım, bizi yanlış anladınız, hayat değişiyor, her şey değişiyor, biz de değişiyoruz; 18 yıllık husumetleri bir tarafa bırakalım mealinde özür dilemedi. Hudeybiye’de Peygamber'in attığı imza Mekkelilere, sizin düzeninize karışmayacağız, ideolojinize saygı duyuyoruz, sizinle bir arada ve birbirimizi incitmeden yaşamak istiyoruz gibi bir işbirliği teklifi de değildi. Peygamber'in nazarında Mekke oligarşisi hala kafirdi ve ona yeryüzünde iktidar olma hakkı tanınamazdı. Bir yıl kadar öncesinde Hendek savaşı, 22 ay kadar sonrasında Mekke fethi vuku bulan bir antlaşma, şirk düzenine akidevi (ideolojik) bir ‘zeytin dalı’ uzatmak olarak gösterilebilir mi?

 

Günümüzde sistem tarafından kuşatılan ideolojik grupların, kendilerini Peygamber'in bu siyasetiyle aynılaştırıp, biz anayasayı bu gerekçeyle onaylıyoruz demeleri mümkün müdür?  Kendi indî yorumlarını din gibi lanse eden, kelime-i tevhiddeki “Muhammedün rasulullah” kısmını çıkartmayı önerebilecek kadar kendi köklerine yabancılaşmış, inancını her türlü pazarlığa tabi tutan muhafazakâr demokratlar, laik bir anayasayı onaylamak için işbu Hudeybiye antlaşmasını referans verebilmektedirler. Sözü edilen bu ılımlılar, zaten hiçbir zaman İslam'ı siyasal bir yönetim projesi olarak algılamamışlardır. Onlara göre İslam, Budizm veya mistisizm benzeri tamamen sivil bir tapınma biçimidir, daha doğrusu bu kıvama getirilmelidir! Onların literatüründeki İslam, bizantinist bir dindir, dindar kitleleri mevcut siyasî rejime itaat ettirmek için bir manivela gibi kullanılır. İslam alenen siyasete alet edilir, istismar edilir. Kendileri de, eteklerine konan üç kuruşluk menfaatlere tav olurlar ve sonra da bu sefihliklerini, rüyalarında peygamberi yanlarına getirerek hizmetlerini övdürmek suretiyle ilahî bir koruma altına alırlar!

 

Aslında işaret ettiğimiz muhafazakâr demokrat manivelaların Hudeybiye örneğini kullanmaya ihtiyaçları da kalmamıştır. Fakat onları geriden takip eden bazıları için sanki filim yeniden vizyona girmektedir.

 

* Hudeybiye’de olan, güçlü bir devletin, Müslüman bir örgütü siyaseten kuşatarak, kendi şartlarını dayatması, pazarlık masasına oturtarak örgütün siyasî geleceğini bitirmesi veya uzlaşmaya ve işbirliğine mecbur etmesi, ideolojisini pazarlığa açık hale getirmesi gibi bir durum [demokratik açılım!] değildir. Hudeybiye’de şu olmuştur: Nebevî hareketin imamı olarak Peygamber (a.s) kalkıp müşriklerin kapısını zorlamış, onları kendi evlerinde siyaseten taciz etmiş, köşeye sıkıştırmış, ne yapacaklarına bir anda karar veremeyen Mekke yönetimini, pazarlık masasına oturtmuştur. İslam'ın bileğini bükemeyen Mekkeliler, “bari sizinle anlaşalım” demek durumunda kalmışlardır. Kısacası Hudeybiye bir örgütle bir devlet arasında işleyen, örgütü teslim alma süreci değil, siyasal açıdan birbirine rakip iki yönetim arasındaki bir nüfuz mücadelesidir. Bu mücadeleden İslamî tarafın galip çıktığında ise hiç kuşku yoktur.

 

* Hudeybiye antlaşması hiçbir şekilde Müslümanların kafirlerden hak istemeleri de değildir. Bu açıdan günümüzdeki sivil demokratik hak talepleriyle, insan hakları retoriği ile kıyaslanamaz. Müslümanlar böyle bir talepte zaten (Peygamber döneminde) hiçbir zaman bulunmamışlardır. Müslümanlar kendi inisiyatifleriyle aldıkları kararlarını uygulamaya girişmişler fakat yarı yolda düşman tarafından engellenmişlerdir. Mekke’ye böyle bir ‘hır çıkartmak’ için gitmemiş olan Peygamber (lider)[4][4], barış anlaşması imzalayarak, savaşla elde edeceklerinin çok daha fazlasını barışla elde edeceğini görmüştür. Hudeybiye gibi yüksek bir zeka ürünü siyasal manevralar, kanlı bir savaştan çok daha hayırlı sonuçlar hasıl edebilmektedir. Günümüz demokratik seçimlerinde ise, devlet aklının küçük grupları etki altına alması söz konusudur.

 

* Günümüzdeki demokratik seçimlerde tek taraf vardır, o da devlettir. Onun karşısında, gücünü kullanarak devleti pazarlık masasına oturmak zorunda bırakmış örgüt ya da örgütler yoktur. Hele böyle ‘İslamî’ bir örgütten hiç bahsedilemez. Devlet vaziyete hâkimdir. Anayasası eskimiştir (çağın gerisinde kalmıştır) ve onu yenilemek, çağa uygun hale getirmek istemektedir. Bu sürece ‘efendice’ katılanlar, elbette katkılarının mürüvvetini bir şekilde görecekler, geleceği parlak görünen demokratik cumhuriyet tarafından işleri âsân edilecektir. Bu da normaldir çünkü her şeyin bir bedeli olmalıdır!

 

Bu aşamada, sisteme tamamen karşıt olup, onu gayrı meşrû (şeriata ters) bir düzen olarak vasıflayıp demokratik seçimlere katılmanın, rejimi meşru kabul etmek anlamına geleceğini düşünenlerin dışında hiçbir dinî nitelikli grup veya kişi, bu seçimlere bigâne kalamamaktadır. Çünkü bu, çok büyük bir siyasî dirayet ve sabır gerektirmektedir. Devlet için, tüm halk katmanlarını olduğu gibi kimi ‘siyasal islamcı’ları da bu modernizasyon vesilesiyle sistem içine çekmek zor olmamaktadır. 

 

 

 

Hudeybiye Nedir?

 

Hudeybiye antlaşması, Rasulullah Muhammed (sav)’in İslam davetinin Medine döneminde devletleşme sürecinin en önemli aşamalarından birisidir. Bu antlaşmanın sayılamayacak kadar çok hikmeti ve öğretici siyasî boyutları bulunmaktadır.

 

Hudeybiye, Mekke’ye 17 km. mesafede,[8][1] bir su kuyusunun bulunduğu bir mevkiinin adı olup, Rasulullah’ın Mekke kâfirleriyle yaptığı sulh antlaşmasına isim olmuştur. Rasulullah (sav)’in öncülüğündeki İslam cemaati Medine’de Bedir, Uhud ve Hendek savaşı gibi üç büyük sınavdan geçmiş, Mekke kâfirleri artık İslam'la baş etmekten ümitlerini kesmişler, Müslümanlar da kendilerine büyük bir güven duyar olmuşlardı. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının üçü de, Kureyş’in Mekke’den Medine’ye doğru bir hamlesiydi. Bu üç hamle artık çok olmuştu. Sıra şimdi, altmışına merdiven dayamış olan Peygamber’in öncülüğündeki İslam'ın hamlesindeydi. Rasulullah Mekke’yi artık avucunun içinde gibi görüyor olmalıydı.

 

Çok yüksek bir siyasî bilincin ileri bir hamlesi olarak Rasulullah (sav) hicri 6. yılın (628) Zilkâde ayında, umre yapmak maksadıyla 1400 (ya da 1500) kadar sahabeyle Mekke’ye hareket etti. Rasulullah, basit bir yolcu kılıcından başka hiçbir silah aldırmadı. Çünkü Mekke’ye, savaşmak üzere değil, umre için geldikleri mesajını vermek istiyorlardı. Kurbanlık develer alındı. Bu arada Rasulullah’ın, bazı develere Mekke’nin fakirlerine dağıtmak maksadıyla yiyecekler yüklettiği rivayetini de buraya eklemeliyiz.

 

Rasûlullah'ın (sav) Medine’den çıkışı Mekke’de büyük bir panik ve gerginliğe sebep olmuş, Mekkeliler bir anda savaş pozisyonu almaya başlamışlardı. Halid b. Velid 200 adamıyla Müslümanları karşılamak üzere hareket etmişti bile.

 

Peygamber (a.s) bütün yalınlığıyla aslında savaşmak için gelmediği mesajını vermesine rağmen, Mekke’ye haber sızdırması umulan kişiler vasıtasıyla, eğer umre için izin vermezlerse savaşmaktan çekinmeyiz mesajını vermekten de geri durmuyordu.

 

Mekkelilerin acziyetine bakın ki, kendisini ve tebliğ ettiği Din’i ortadan kaldırmak için üç defa Müslümanların en az üç katı ve tam teçhizatlı kuvvetle Medine’ye kadar uzanmış olmalarına rağmen, şimdi 17 km. kadar burunlarının dibine sokulmuş olan, yanlarında hiçbir savaş aracı bulunmayan 1500 kadar müslümanla ne yapacakları sorusu, onları büyük bir paniğe sevk etmişti. Bu şaşkınlık içinde Peygamber'e elçiler göndermeye başladılar. Rivayetlere bakılırsa Kureyş Peygamber'e Bedil b. Verka, Mukriz b. Hafs, el-Huleys b. Alkame, Urve b. Mes’ud ve en sonunda da Süheyl b. Amr’ı elçi olarak göndermiştir.[9][2] Peygamber’in bu ani baskını adeta Kureyş’in dizlerinin bağını çözmüştü.

 

Rasulullah da derhal diplomatik faaliyetlere başlamış, elçi olarak önce Ömer b. Hattab’ı göndermeyi düşünmüş, Ömer ise can güvenliği kaygısını dile getirerek, Osman’ı göndermesinin daha yerinde olacağını ileri sürmüştür. Peygamber (a.s) Osman’ı göndermiş, bir ara Mekkelilerin Osman’ı hapsetme girişimi, Müslümanlara onun öldürüldüğü şeklinde intikal etmiştir. Bunun üzerine Rasulullah sahabeyi bir ağacın altında toplamış ve Osman’ın öldürülmesine karşılık Mekkelilerle savaşacaklarını bildirmiş, bunun için sahabeden bîat almıştır.[10][3] Buna da bey’atu’r-rıdvân denilmiştir. Müslümanların bu biatını haber alan müşrikler ise telaşa kapılarak Osman’ı serbest bırakmışlardır.

 

İşte Süheyl b. Amr’ın (iki arkadaşıyla birlikte) barış yapmak üzere gelmesi tam bu aşamadadır. Karşılıklı müzakereler sonucunda Mekke elçisiyle peygamberimiz arasında on yıl geçerli olması öngörülen beş maddelik antlaşma imzalanmıştır.

 

 

Hudeybiye Barış Antlaşması Müslümanlara ne kazandırdı?

 

Hudeybiye antlaşması Peygamber (a.s)’ın sadece harp sanatında değil, siyaset masasında da çok başarılı olduğunu göstermektedir. Görünüşte antlaşma tamamen Müslümanların aleyhine şartlar ihtiva ettiği için sahabe bir türlü içine sindirememiş, anlaşmanın imzalanmasına taraf olmamışlardır. Ashabıyla istişare etmeye çok önem vermesine rağmen Peygamber (a.s), Hudeybiye’de neredeyse tek başına kalmış fakat doğruluğuna inandığı bir karardan asla geri adım atmamıştır. Zaman, onun bu siyasî dehasını kanıtlamıştır.

 

Hudeybiye’yi önemli kılan neydi? Bu antlaşmayla İslam artık Arap yarımadasının bir numaralı siyasî gücü haline geliyordu. Bundan böyle İslam’ı dikkate almadan Arap yarımadasında kimse bir siyaset yapamayacaktı. Hudeybiye, aslında yaklaşık yirmi iki ay sonra gerçekleşecek olan Mekke’nin fethinin ilk ve büyük adımıydı. O günden itibaren Mekke düşmüş sayılırdı.

 

Hudeybiye antlaşması görünüşte tamamen Mekkelilerin başarısını, Peygamber’in ise acziyet içinde teslimiyetini gösteriyordu. Hâlbuki gerçek bunun tam tersiydi. Müslümanların umre için Mekke’ye girmelerine evet izin verilmiyordu lakin ertesi sene gelip üç gün kalmalarına müsaade edilmesi, bu sürede Mekkelilerin şehri boşaltıp dağlara çekilme kararları bile İslam'ın gücüne boyun eğdiklerinin ifadesiydi. Çünkü İslam'ın etkileme gücünden çekindikleri için kendi insanlarını üç gün Mekke dışına çıkartacaklardı. Müslümanlara belki de en ağır gelen, Mekke'den Medine’ye sığınacak Müslümanların geri iade edilmesi şartıydı. Rasulullah ise, Allah elbette bir çıkış yolu yaratır diye düşünmüş olmalıdır. Bu şekilde birkaç Müslümanın biraz sabretmesine bedel olarak, öte yandan birçok kazanım elde edilecekti. Gerçekten de Allah öyle bir çıkış yolu yaratmıştır ki, belki Peygamberimiz bile hayretini mucip olmuştur. Ebu Basîr liderliğinde Mekke-Medine yolu üzerinde Îs denilen bir bölgede kümelenen, Mekke'den kaçan ama Medine'ye gitmeyen mü'minler Mekkeliler için büyük bir tehdit oluşturmuşlar ve bizzat Mekkeliler Peygamber'e başvurarak anlaşmanın bu maddesini feshetmeyi önermişlerdi.

 

Antlaşma süresince Kureyş Müslümanlara, Müslümanlar da Kureyş’e saldırmayacaktı. Bu on sene zarfında Müslümanlar dinlerini yayacaklardı.

 

Bu antlaşma ile Mekke aristokrasisi ilk defa Muhammed (a.s)’ı siyasî bir muhatap olarak resmen tanımış, kendisiyle antlaşma imzalamak zorunda kalmıştır. Ayrıca Muhammed ve adamlarıyla antlaşma imzaladığı için de Kureyş, çevredeki putperest kabileler nazarında itibar kaybına uğramıştır.

 

Medine’den ayrılırken münafıklar tarafından, kendisini ateşe atıyor, çölde Kureyş hepsini kılıçtan geçirecek gibi dedikodulara konu olan Peygamber ve ashabının, (Mekke fethine giden yolda ilk adımı atmış,) hiç kimsenin burnu bile kanamadan ve muzaffer bir ordu edasıyla Medine'ye dönmesinin hâsıl ettiği siyasî ve toplumsal nüfuz her türlü izahın üstündedir. Hayber’in fethi, Mekke'den önce Müslümanlara Hudeybiye’nin yaptığı orta boy bir armağan idi…

 

Hudeybiye’nin demokratik seçimlerle kıyaslanması

 

Rasulullah’ın sîretine parçacı yaklaşıldığında, her bir olaydan farklı yorumlar devşirmek mümkündür. Ama bu, ilmî bir yöntem değildir ve bu yöntemle ciddi bir fikir inşa edilemez. Hudeybiye antlaşmasının, günümüzde demokratik seçimlerle karşılaştırılmasına gelince, bu konuda birçok yanlış kıyaslama yapılmaktadır. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür.

 

* Siyasî ve diplomatik açıdan büyük bir başarı olan Hudeybiye antlaşmasıyla Medine İslam devletinin başkanı olarak Peygamber (a.s) çok ciddi bir atak yapmıştır. O güne kadar Medine’de daha çok savunmada kalan Peygamber ilk defa bir karşı hamle yapmış, bir kere daha politikayı kendisi belirlemiştir. Umre için evinden çıkışı Mekke'de büyük bir telaşa yol açmış, nihayetinde Mekke yönetimi onunla barış masasına oturmak zorunda kalmıştır. Acaba bu açıdan demokratik seçimlerle Hudeybiye arasında ne gibi bir benzerlik vardır?!

 

* Devletleşme sürecinde emin adımlarla ilerleyen nebevî İslamî hareketin çok önemli bir safhası olan Hudeybiye, yaklaşık on sekiz yıllık bir İslamî tebliğ ve hareketten bağımsız düşünülemez. Bu antlaşma, hicretle beraber oluşan Medine İslam yönetiminin askerî, siyasî, sosyal ve diplomatik hamlelerinin önemli bir parçasıdır. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları; üç büyük Yahudi kabilesine karşı izlenen politika; Mekke’nin fethi gibi belli başlı büyük atılımlar göz önüne alınmadan Hudeybiye’yi konuşmak eksik olur.

 

Aslında Hudeybiye’yi doğru okumak için İslamî tebliğin ilk yıllarına, işkencenin, boykotun, ötekileştirmenin haddi hesabının olmadığı o netameli yıllara kadar gitmek gerekir. Kureyş kâfirlerinin Peygamber (a.s)’a yaptıkları uzlaşma tekliflerini atlamamak gerekir. Peygamber (a.s) o yıllarda oligarşik düzeni geriletmeye, mevzi kazanmaya çok daha fazla muhtaçtı! Buna rağmen Kureyş’in tekliflerini her seferinde, bir elime güneşi, bir elime ayı koysanız yine beni bu davadan vazgeçiremezsiniz kesin kararlılığıyla reddetmişti.

 

Hudeybiye antlaşmasıyla Peygamber (a.s) akîdesinden, siyasetinden, İslamî hareketten hiçbir taviz vermemiş, herhangi bir geri adım atmamıştır. Peygamber'in adının yanından ‘Rasulullah’ kelimesinin antlaşma metninden sildirilmesi, “bismillahirrahmanirrahîm” yerine “bismikellahümme” yazdırılması gibi ayrıntılar, büyük resmi görmeye asla engel olmamalıdır. Peygamber, akidesini pazarlık konusu yapacak olsaydı bunu Mekke’de iken yapardı. Hudeybiye antlaşması sonucunda Müslümanlarla kafirler arasında akidevî bir yumuşama, ılımlılaşma olmamıştır. “Lekum dînikum veliyedîn” ilkesinde en küçük bir dönüşüm yaşanmamıştır. Zaten aksi de beklenemezdi.

 

Hudeybiye’de Peygamber kâfirlere yağcılık yapmadı, tabasbus etmedi, onlarla uyuşma, uzlaşma yolları aramadı; ne olur bir arada yaşayalım, bizi yanlış anladınız, hayat değişiyor, her şey değişiyor, biz de değişiyoruz; 18 yıllık husumetleri bir tarafa bırakalım mealinde özür dilemedi. Hudeybiye’de Peygamber'in attığı imza Mekkelilere, sizin düzeninize karışmayacağız, ideolojinize saygı duyuyoruz, sizinle bir arada ve birbirimizi incitmeden yaşamak istiyoruz gibi bir işbirliği teklifi de değildi. Peygamber'in nazarında Mekke oligarşisi hala kafirdi ve ona yeryüzünde iktidar olma hakkı tanınamazdı. Bir yıl kadar öncesinde Hendek savaşı, 22 ay kadar sonrasında Mekke fethi vuku bulan bir antlaşma, şirk düzenine akidevi (ideolojik) bir ‘zeytin dalı’ uzatmak olarak gösterilebilir mi?

 

Günümüzde sistem tarafından kuşatılan ideolojik grupların, kendilerini Peygamber'in bu siyasetiyle aynılaştırıp, biz rejimi bu gerekçeyle onaylıyoruz demeleri mümkün müdür?  Kendi indî yorumlarını din gibi lanse eden, kelime-i tevhiddeki “Muhammedün rasulullah” kısmını çıkartmayı önerebilecek kadar kendi köklerine yabancılaşmış, inancını her türlü pazarlığa tabi tutan muhafazakâr demokratlar, seçimleri onaylamak için işbu Hudeybiye antlaşmasını referans verebilmektedirler. Sözü edilen bu ılımlılar, zaten hiçbir zaman İslam'ı siyasal bir yönetim projesi olarak algılamamışlardır. Onlara göre İslam, Budizm veya mistisizm benzeri tamamen sivil bir tapınma biçimidir, daha doğrusu bu kıvama getirilmelidir! Onların literatüründeki İslam, bizantinist bir dindir, dindar kitleleri mevcut siyasî rejime itaat ettirmek için bir manivela gibi kullanılır. İslam alenen siyasete alet edilir, istismar edilir. Kendileri de, eteklerine konan üç kuruşluk menfaatlere tav olurlar ve sonra da bu sefihliklerini, rüyalarında peygamberi yanlarına getirerek hizmetlerini övdürmek suretiyle ilahî bir koruma altına alırlar!

 

Aslında işaret ettiğimiz muhafazakâr demokrat manivelaların Hudeybiye örneğini kullanmaya ihtiyaçları da kalmamıştır. Fakat onları geriden takip eden bazıları için sanki filim yeniden vizyona girmektedir.

 

* Hudeybiye’de olan, güçlü bir devletin, Müslüman bir örgütü siyaseten kuşatarak, kendi şartlarını dayatması, pazarlık masasına oturtarak örgütün siyasî geleceğini bitirmesi veya uzlaşmaya ve işbirliğine mecbur etmesi, ideolojisini pazarlığa açık hale getirmesi gibi bir durum [demokratik açılım!] değildir. Hudeybiye’de şu olmuştur: Nebevî hareketin imamı olarak Peygamber (a.s) kalkıp müşriklerin kapısını zorlamış, onları kendi evlerinde siyaseten taciz etmiş, köşeye sıkıştırmış, ne yapacaklarına bir anda karar veremeyen Mekke yönetimini, pazarlık masasına oturtmuştur. İslam'ın bileğini bükemeyen Mekkeliler, “bari sizinle anlaşalım” demek durumunda kalmışlardır. Kısacası Hudeybiye bir örgütle bir devlet arasında işleyen, örgütü teslim alma süreci değil, siyasal açıdan birbirine rakip iki yönetim arasındaki bir nüfuz mücadelesidir. Bu mücadeleden İslamî tarafın galip çıktığında ise hiç kuşku yoktur.

 

* Hudeybiye antlaşması hiçbir şekilde Müslümanların kafirlerden hak istemeleri de değildir. Bu açıdan günümüzdeki sivil demokratik hak talepleriyle, insan hakları retoriği ile kıyaslanamaz. Müslümanlar böyle bir talepte zaten (Peygamber döneminde) hiçbir zaman bulunmamışlardır. Müslümanlar kendi inisiyatifleriyle aldıkları kararlarını uygulamaya girişmişler fakat yarı yolda düşman tarafından engellenmişlerdir. Mekke’ye böyle bir ‘hır çıkartmak’ için gitmemiş olan Peygamber (lider)[11][4], barış anlaşması imzalayarak, savaşla elde edeceklerinin çok daha fazlasını barışla elde edeceğini görmüştür. Hudeybiye gibi yüksek bir zeka ürünü siyasal manevralar, kanlı bir savaştan çok daha hayırlı sonuçlar hasıl edebilmektedir. Günümüz anayasa oylamasında ise, devlet aklının küçük grupları etki altına alması söz konusudur.

 

* Günümüzdeki demokratik seçimlerde tek taraf vardır, o da devlettir. Onun karşısında, gücünü kullanarak devleti pazarlık masasına oturmak zorunda bırakmış örgüt ya da örgütler yoktur. Hele böyle ‘İslamî’ bir örgütten hiç bahsedilemez. Devlet vaziyete hâkimdir. Anayasası eskimiştir (çağın gerisinde kalmıştır) ve onu yenilemek, çağa uygun hale getirmek istemektedir. Bu sürece ‘efendice’ katılanlar, elbette katkılarının mürüvvetini bir şekilde görecekler, geleceği parlak görünen demokratik cumhuriyet tarafından işleri âsân edilecektir. Bu da normaldir çünkü her şeyin bir bedeli olmalıdır!

 

Bu aşamada, sisteme tamamen karşıt olup, onun anayasasını oylamanın, kendisini meşru kabul etmek anlamına geleceğini düşünenlerin dışında hiçbir dinî nitelikli grup veya kişi, demokratik seçimlere bigâne kalamamaktadır. Çünkü bu, çok büyük bir siyasî dirayet ve sabır gerektirmektedir. Devlet için, tüm halk katmanlarını olduğu gibi kimi ‘siyasal islamcı’ları da bu modernizasyon vesilesiyle sistem içine çekmek zor olmamaktadır. 

Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel niteliği, laik ve demokratik olmasıdır. Cemaatler artık bu niteliğe aldırış etmemektedir. Bilakis laiklik ve demokrasiyi korumak bundan böyle cemaatlerin işidir. Şu kadar var ki, yenilikçi siyasal gruplar, laikliğin halkın sırtında sürekli şaklayan bir kırbaç olmasını kıyasıya eleştirmekte, bunu insan hak ve hürriyetlerine aykırı bulmakta, laikliğin biraz daha ‘din ve vicdan özgürlüğü’ne doğru evrilmesini istemektedirler. Devletin demokratik niteliğine ise neredeyse bütün toplum katmanları sahip çıkmaktadır. 

 

 

Sonuç

Öğrendiklerimiz bizi takvâ sahibi yapması gerekirken, daha tartışmacı, daha uzlaşmacı, daha edilgen yapıyorsa ya okuduklarımızda veya okuma tarzımızda problem var demektir. Zaten artık okuyan insanımız da kalmadı. Bakan insanımız var. Gözüyle düşünen, gözüyle karar veren, gözüyle inanan veya inancını değiştirmeye başlayan… Okurlarımız yazmıyor, yazarlarımız okumuyor. Okur yazarlarımız ve özellikle okur yaşarlarımız yok artık. Böyle bir ortam, müslümanın canına okuyanlara fırsat veriyor.        

Bu çizgi, uzlaşmacı ve tâvizci bir anlayışı hâkim kıldı. Uzlaşma ve tâviz ise; tevhidî harekete, bütüncü, radikal, köktenci, inkılâpçı anlayışa set vuruyor. 

İslâm'la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur.  Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm'dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm'ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm'ların elbette Allah'ın dini olan İslâm'la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.

Müslümanın İslâm'dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm'ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah'a teslim olmak ve O'nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah'a iman ve O'nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm'ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen "tâğut"u reddetmek; Allah'a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle "lâ = hayır" süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. "Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir." (2/Bakara, 256)

Müslümanların nüfuslarının % 99'larla ifade edildiği topraklarda küfrün her yönüyle egemen olmasının temel sebeplerinden biri bu uzlaşmacı yaklaşımdır. Kıyam ve devrim yolunun çok yokuş olmasının en önemli sebebi; tâviz vermeyi, uzlaşmayı normal, câiz, hatta hizmet ve cihad sayan gâfil veya hâinlerdir. Nice mücâhid(!), küfür çarklarını çevirmek, Allah'ın indirdiklerinin dışındakilerle hükmetmek için yarışa katılmaktadır. Nice İslâmcı(!) sermaye,  kapitalist ekonominin kurallarıyla holdingleşme ve Karunlaşma için ne tür atraksiyonlar yapmaktadır! Nice hacı ve hoca kızları, İslâm'a hizmet  için başını açmakta, nice müslüman genç İslâm için putlara ve tâğutlara saygı duyup itaat etmeye koşmaktadır. Nice küfür sayılacak söz ve davranışlar İslâm(!) için yerine getirilmektedir. Allah'a kul olmayı bırakıp emir kulu olmak, kâfir de olsa yetkili ve etkili kişilere/kurallara boyun eğmek, hizmet ve sevap kabul edilmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkün; ama zülf-i yâre dokunup fincancı katırları ürkütmek de...

Uzlaşma ve tâvizi red; bâtılla "uyuşma"yı red anlamına geldiği gibi, "uyuşukluğu" da reddetmek demektir. Tâviz ve hoşgörü ninnileriyle uyutulan, uzlaşma afyonuyla uyuşturulan devin, hipnotizörü ve doktor kıyafetindeki katili farkedip şahlanışıdır bu red. Uyanış ve diriliştir. Kötülüğe/Bâtıla elle, dille ve hiç olmazsa kalple karşı çıkıp değiştirme bilinci ve görevi ile bâtılla/münkerle uzlaşmayı, “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur.”hükmüyle değerlendirmektir.

Tâvizi, uzlaşmayı reddetmek, geçici bir protesto hareketi değil; ölüme kadar tevhid kelimesindeki “lâ”yı hayatıyla tefsir edip, eylemleriyle yorumlamaktır. Uzlaşmayı red, hak ve bâtıl her şeye karşı çıkmak, farklı anlayıştaki mü’minlerle ve değişik İslâmî  yaklaşımlarla da iyi geçinme yollarını aramayıp onlarla mücadele etmek, ya da isyankâr fakat marazî/hastalıklı bir psikolojik yapı değildir. Hakk’ın mutlak doğruları ile beşerin göreceli doğrularını birbirine karıştırmak, itikadî olanlarla itikadî olmayanı aynı kefede görmek, bir hata ile haramı, bir günah ile şirki karıştırıp hepsine aynı şiddette reaksiyon göstermek değildir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kast etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî  tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?                           

Mü'min nasıl olur da Kur'an'ın "neces (pislik)" (9/Tevbe, 28) dediği müşriklere inanç, fikir, dil veya eylemlerinde tâviz vererek, tevhidle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pisliğe kapısını açar? Küfrün azına veya pisliğin küçüğüne bile olsa, nasıl tahammül edip rıza gösterir? Hele o pislikle iç içe yaşayıp, o pisliği hoş görebilir? Mü'min nasıl olur da hayvanlardan daha aşağıda olanlarla (7/A'râf, 179) işbirliğine, uzlaşmaya girer? Nasıl olur da o hayvanların ahırlarında, onlarla beraber oturup kalkar (4/Nisâ, 140), beraber aynı yemlikten yemlenir? 

Mü'min nasıl olur da kâfirlerin önüne attıkları dünya, makam, mevki, hizmet, para, maaş, menfaat... gibi geçici çıkarları gözünde büyüterek, onların çürük iplerine yapışmayı, Allah'ın kopmaz ipine (2/Bakara, 256) tercih eder? Tâğutu reddederek sağlam ipe yapışması gerektiği halde, onların uzattığı çürük ipin kendisini Allah'a ve cennete ulaştıracağını, kendisini yükseltebileceğini nasıl ümit edebilir?

 

 

 

[1] Prof. Dr. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ank-2007, s. 198.

 

[2]  Muhammed Gazali, Fıkhu’s-Sîre, İst-2005, s. 321.

 

[3] Kur'an Fetih suresinde sahabenin, o ilk İslam neslinin Peygamber'e yaptıkları bu biattan ve hatta ağaçtan da bahsetmekte, Müslümanların biatlarını o kadar tasvip etmektedir ki, “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların elleri üzerindedir…” buyurmaktadır. (Fetih suresi, 10. ayet). Ve o ağacın altında Peygamber'e biat eden mü'minlerden Allah razı olmuştur buyurmaktadır. (18. ayet).

 

[4] -Peygamber'in o günkü bu kanaati, kimi İslami çevrelerin de alet olduğu ‘savaşa hayır’ şeklindeki demokratik eylemlerle asla karıştırılmamalıdır. On yıllık devlet döneminin neredeyse her günü büyüklü-küçüklü gazvelerle geçmiş bir Peygamber'in ‘savaşa hayır’ diyenlerden olması beklenmez.

 

[5] Büyük Larousse Ansiklopedi ve sözlük.

 

[6] Büyük Larousse Ansiklopedi ve sözlük.

 

[7] Davut Dursun, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi.

 

[8] Prof. Dr. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ank-2007, s. 198.

 

[9] Muhammed Gazali, Fıkhu’s-Sîre, İst-2005, s. 321.

 

[10] Kur'an Fetih suresinde sahabenin, o ilk İslam neslinin Peygamber'e yaptıkları bu biattan ve hatta ağaçtan da bahsetmekte, Müslümanların biatlarını o kadar tasvip etmektedir ki, “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların elleri üzerindedir…” buyurmaktadır. (Fetih suresi, 10. ayet). Ve o ağacın altında Peygamber'e biat eden mü'minlerden Allah razı olmuştur buyurmaktadır. (18. ayet).

 

[11] Peygamber'in o günkü bu kanaati, kimi İslami çevrelerin de alet olduğu ‘savaşa hayır’ şeklindeki demokratik eylemlerle asla karıştırılmamalıdır. On yıllık devlet döneminin neredeyse her günü büyüklü-küçüklü gazvelerle geçmiş bir Peygamber'in ‘savaşa hayır’ diyenlerden olması beklenmez.

 

[12]  Büyük Larousse Ansiklopedi ve sözlük.

 

[13]  Büyük Larousse Ansiklopedi ve sözlük.

 

[14] Davut Dursun, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi.