Bir hırsız bir bağdan bir bostan çalarmış, rüşvet alan biri, bir bostan karşılığı bir bağı satarmış.
Bakın bu hırsızlıktan da kötü bir durum. Bu işlerin elbette ahirette de bir hesabı olacak, ama biz bunun hesabını dünyada da görmeye çalışalım ki, bunların bu cür’eti, dünyayı yaşanmaz hale getirmesin.
Allah bizim ellerimizle zalimleri bunun için cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek ister. Adaleti ve ceza gününü göğe yükseltirken, dünyada geriye bir şey bırakmazsanız, bunun dünyadaki ağır faturasını hep beraber öderiz. Öbür dünyadaki hesab da daha kolay değil, daha zor olur ve kurbanların sayısı artar.
Herkes bunu biliyor da, peki bu durumda neden bir gerileme olmuyor? İnsanlar “selam verdim rüşvet değuldur deyu almadılar” noktasına savrulurlar. Unutmayalım rüşvet riba yani faizden daha hafif bir felaket sebebi değildir. Büyük günahları aslında hepsi birbirinin ikizi gibidir.
Hepsi birbirinin peşi sıra gelir ve peşi sıra gider. Bu haramları alenen ve tekrar tekrar işleyenlere de fasık denir. Mallarının bereketi kaldırılır, gözleri görmez, kulakları duymaz, kalpleri hissetmez olur. Şükredemezler, korkak ve sabırsızdılar. Hastalıkları peşlerini bırakmaz. İki cihanda da rezil olacaklardır. Bunları yakacak ateş, bunlar karşısında sessiz kalanları, suç ortaklarını da yakacaktır.
Peki nasıl oluyor da, topluma hizmet yemini ederek göreve gelen siyasiler, bürokratlar, insanların ufkunu aydınlatacak bilim adamları, Hakk’ın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, haykıran sesi olması gereken media, insanlık için kendini feda etmekten söz eden ideologlar ve insanlara öğüt veren ve onları dünya hayatının cazibesine kanmaktan sakındırmaya ve ahirete çağıran cemaat önderleri, ah-i evran, yani evrensel kardeşlik ve halka hizmeti Hakka hizmet vesilesi gibi gören iş dünyasına mensup insanlar bu kadar kolay bu Şeytani oyuna kanabiliyorlar?
Hani ehliyet ve liyakata dayalı görevlendirmeler yapacaktık, din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinmeyecektik, istişare ve şûra ile karar verecektik, aklımızı kiraya vermeyecektik, Şeytan bizi Allah’la, siyasetle, hemşehricilikle kandırmayacaktı.
Tek ölçümüz “Hak” olacaktı.
Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, Haklıdan yana haksıza karşı olacaktık. Haksızlık yapan babamız da olsa, haksızlık yapılan düşmanımız da olsa.
Peki ne oldu bize ya da neyle meşgulüz ve Şeytan bizi nasıl kandırıyor. Bu insanları uyandırma adına kapınızı çalan dergah ve örgüt nasıl bu oyunun birer parçası haline gelip, insanlık Siesta, Fiesta, Futbol’un oyuncağı oluyor.
Bakın, yaptığı iyilikleri kötülüklerini perdelemek ya da kolaylaştırmak için yapanlar münafık karakterli kişilerdir, ki onların azabı daha da çetindir. O iyiliklerinden kendilerine bir hayır yoktur.
Eğer iyilik yaparken içine kötülük katarlarsa, bu helale haram karıştırmak gibidir ki, helali de haram kılar, o işin bereketini ortadan kaldırır.
Şeytan bir ilim adamına, halkın haklarını savunduğunu söyleyen bir ideolojik örgüt mensubuna gelir, “bir defadan bir şey olmaz, sen bir davayı savunuyorsun, risk alıyorsun, bunları halk için yapıyorsun, senin güçlü olman gerek” der. O da zaten bu yalana inanacak ise, ben kendim için değil, örgütüm için der. Ötekiler zaten bizim hakkımızı yiyor, biz aslında kendi hakkımızı alıyoruz kurtlar sofrasından kurtardığımız kadarı ile.!
Öyle yaklaşır Şeytan. Örgütü için alırken vijdanı rahattır. Örgütü de zaten kendine sahip çıkar. Siyasinin o örgütün desteğine ihtiyacı var. Zaten bürokratı o örgüt oraya yerleştirmek için aracılık etmiş. O da şükran borcunu ödemek için bunu vesile bilir.
Parti de öyle, dernek de.
Abinin selamı, emir gibidir.
Ne yani, kendi dava arkadaşını değil de, rakiplerine mi kapı aralayacak!
Bunu bir kez daha yapınca, akraba, hemşehri, asker arkadaşı, top oynadığı takım arkadaşına kadar düşer bu iş.
Siyasiler de böyle davranır. Cemaat yapıları da.
Kedi yavrusunu yemeye karar vermişse artık onu fareye benzetir.
Hocaefendi’nin oğlu, damadı, kayın biraderi, önce zekat der, sonra hayır, sonra hizmet ve zaten o da okuyup, üflemekle kalmaz, makam sahibinden ricada bulunur.
Kalkancı tarikatı nasıl bir şeydi sahi. İşin içinde Captagon da vardı. Siyaset de karışmıştı.
Zaten birilerinin o makama yükselmesi için siyasetçi oy icabı dergahtan destek almıştı, o bürokrat da oraya dergahın himmeti ile o siyasinin tavassutu ile yerleşmişti, şimdi bürokratın hizmet için borcunu ödemesi gerekir ki, “himmet” devam etsindi!.
“Al gülüm-ver gülüm” zaten herkes memnun bu işten. Ne güzel, siyaset arkanda fetvan da var, bürokrat da işi kitabına, mevzuatına uydurmuşsa ne gam!
“Bütün aşklar böyle başlar”.
Herkes yiyorsa ve onlara bir şey olmuyorsa, siz niye yemeyeceksiniz ki.
Nasıl olsa her şey dava için, bu işler böyle gelmiş böyle gider.
Efendi hazretlerine intisabın dışında şefaati de garantiledi iseniz, “yürü ben aslanım, kim tutar seni”,
Allah korkusu, Şeriat, cennet hayali, cehennem endişesi bile seni dizginlemedikten sonra!.
Zaten, tevbe edeceksin sonunda!?. “Cuma”, “hac”, “umre” derken defteri de sildireceksin!. Geriye ne kaldı, kim tutar artık seni!?
Hadi “siber SWARM cemaatı” korkusuzca kam alın dünyadan, Siber cinler rehberiniz olsun!.
By-Lock eskidi artık.
Ufak bir hatırlatma: Tamam, Allah’a, ahiret gününe ve kiramen katibine birileri zaten inanmıyor, birileri de hesaba katmıyor da, ya hu artık BioHacker’ler beyninizin içindekileri, kendi aranızda konuştuklarınızı da dinliyor. Bu yapay zeka hackerleri, şifre kırmıyor, bütün şifreleri devre dışı bırakıp her yerde sizi dinleyebiliyorlar!
Ayette mealen buyurulur ki, “İşte böyle, her memlekette günahkârları oranın ileri gelenleri kıldık ki oralarda hilekârlık etsinler. Hâlbuki onlar hilekârlığı ancak kendilerine yaparlar. Ama farkında olmuyorlar.” (En’am 123).
Müfessirler bu ayeti açıklarken derler ki, “Onlar önemli kimseler (VIP) olduklarına inanmaları onları az veya çok eleştiriye kapalı hale getirdiğinden, “önde gelenler/ayan”, kural olarak, kendi davranışlarının ahlakî yönlerini sorgulamakta diğer insanlardan daha az istekli olurlar ve bunun sonucu olarak kendilerini daima haklı görmeleri, onları çoğu zaman büyük hatalar yapmaya sevk eder. (Bu da onların sonunu hazırlar).. Birileri bunları doğulu, batılı münevver ve filozoflarının öğüt kitaplarında okurken, Allah’ın ayetleri, resulün sünnetlerinde de bunları görebiliriz, ama “o kitaplarla övünenler”, onların içinde yazanlardan ne kadar haberdar ki!
Övünmeyi bırakıp, dövünmemek için okutalım, anlayalım ve gereğini yapalım.
Evet o birileri keşke, “iman ettik” dedikleri kitabın içinde yazılanları bir okusalar, anlasalar ve gereğini yapsalar.
“Ölçüyü, tartıyı doğru tutun” diyen kitap, sadece pazarcı esnafına değil, not veren öğretmenlere de sesleniyor. Onlar unutmasınlar ki, omuzlarında kendilerine not veren, söz ve işlerini değerlendirip derecelendiren sadık yazıcılar var.
Selâm ve dua ile.